Bir
film, yönetmenine değerli payeler kazandırabilir mi? Bir yönetmen bir filmle
ruhun çağrısını insanlara ulaştırabilir mi? Ticari olduğu kadar dünyeviliği
belirgin bir sanat dalı olan sinemada bu tür aşkın eğilimler oluşturmak hiç de
kolay sayılmaz. Çağrı (1976) ise durduğu yer, getirdiği mesaj, İslam dünyasında
uyandırdığı heyecanla sinemada yeni bir yol açar.
Ana
arterlerden gitmeye alışkın bir topluluğun önüne yepyeni bir keşfin ürünü olan
bir patikayla çıkar. Suriye asıllı yönetmen Mustafa Akkad, Çağrı filmiyle
yeraltı sularının artezyenlerle kendini yeryüzüne atışı gibi Hollywood’un
göbeğinde İslam’ın mesajını yeniden insanlığa sunar. Bu filmle 20. yüzyılın
ruhsuzlaşmış insanına hakikat esintilerini getirmekle kalmaz bütün
Müslümanların gönüllerini de fetheder. Müslümanlar, çok uzun zamandır
aradıkları o içli ve ümit dolu sesi onun filminde bulur. İslam dünyası, asırlar
boyunca kendini ifade edememe hâliyle yüz yüzedir.
Karşılarında
çok büyük imkânlara sahip devasa sanayi kuruluşları, propaganda ağları,
teknoloji kartelleri vahşi bir dev gibi kımıldamadan durur. Çağdaş yenilgilerin
insanı ise bu devasa yaratığın önünde yalnızca büzülür ve korkularını büyütür.
1930
yılında Suriye’nin Halep şehrinde doğan Mustafa ise sanki bu korkularla alay
etmek, yeryüzünün tüm inananlarına bir gerçeği yeniden hatırlatmak için dünyaya
gelmiştir. En karanlık çağlarda, bütün dünya bir küfür zindanına bile dönse;
inanmış bir müminin kalbinde parlayan ateş, o tüyler ürpertici zindanın tüm
meşalelerini yeniden yakar ve gözleri görmeyen milyonlarca insanın gözlerine
yeniden fer getirir. Mustafa’nın içinde doğduğu dünya, sanayi devriminin çoktan
yapıldığı, büyük bir küresel savaşın yaşandığı, insanlık tarihi boyunca
hakikati temsil eden medeniyetin durdurulduğu, İslam dünyasının küresel
istilacılar tarafından sömürüldüğü bir düzendedir.
Osmanlı
Devleti yıkılmış, başka İslam ülkeleri gibi Suriye de sömürgeleştirilmiştir.
Mustafa’nın çocukluğunun geçtiği Suriye, Fransız işgalinde bulunan bir ülkedir.
Bir sömürge ülkesinin, kıstırılmış bir milletin ferdi olan Mustafa, bu
çevrelenmiş, iç karartıcı dünyada yeryüzünü yeniden güzelliklerle buluşturmanın
hayalini kurar.
Henüz
18 yaşında ABD’ye gidip sinema eğitimi alma ve yönetmen olma isteği de bu büyük
hayalden doğar. Bu istek, 1940’lı yılların Halep’inde kendisinin de belirttiği
gibi bir şakadan farksızdır. Çevresindeki insanlarca alay konusu yapılan bu
arzu, Mustafa’nın dinmeyen kararlılığıyla gerçek olur.
Nihayetinde
babası onun bir eline tüm parası olan 200 doları ve diğer eline de Kur’an-ı
Kerim’i vererek ABD’ye yolcu eder. ABD'de dünyanın en prestijli sinema
okullarından biri olan UCLA’da (University of California, Los Angeles) lisans
eğitimi, ardından yine bu alanda otorite olan USC'de (University of Southern
California) yönetmenlik dalında yüksek lisans eğitimi alır.
Dönemin
ABD’sinin makbul vatandaşlığı; beyaz, Anglosakson, Protestan (WASP) olmaktan
geçiyordur. Akkad ise bu kriterlerle herhangi bir şekilde uyuşmayan bir
kişidir. Böyle olunca kendisi gibi ülkenin başka bir dışlanmış yönetmeni olan
Kızılderili kökenli yönetmen Sam Peckinpah'la yakınlaşır.
Peckinpah, yalnız ve hüzünlü bu Doğulu genci
çok sever. Öyle ki; Akkad’ın 1950'lerin sonlarında CBS televizyonuna yapımcı
olarak girmesini sağlar. Uzun yıllar orada çok sayıda program yapan Akkad,
Amerikan sinema çevresiyle yakın ilişkiler kurar. Hatta küçüklüğünde mahalle
sinemasında filmlerini hayranlıkla izlediği ve bir gün tanışma hayalleri
kurduğu ünlü yönetmen Alfred Hitchcock’u da bu programda ağırlar.
Akkad,
bu çalışmalarıyla sinema dünyasının içine adım adım girer. Bu sırada çok sayıda
projede çalışır, dünyanın birçok yerini gezer, evlenir ve çocukları olur.
Hayatın bu hengâmesi içinde bir şeyi biraz geri plana itmiştir. Bu ötelediği
şey, onun kimliğini inşa eden İslam inanışına sinema yoluyla hizmet etmektir.
Bu,
ABD’ye giderek rüyalarını gerçekleştirmesi için en büyük destekçisi olan
annesinin de ondan en büyük beklentisidir. Akkad, çocukları doğana kadar bu
konuda somut bir adım atmaz. Çocukları doğunca Batı’da yaşayan bir Müslüman
olarak çocuklarına dinini öğretme meselesiyle yüz yüze gelir.
Çağrı’yı
yapma fikrinin bu meseleyle yüzleşmesi sonucu çıktığını söyler. Çağrı’yı çekmek
için cansiperane çalışır. Sponsor bulmak için başkentten başkente gezer durur.
Aradığı desteği dönemin Suudi yönetimi sağlama sözü verir. Ne var ki;
sonrasında filme desteklerini çektikleri gibi filmin platosunun kurulduğu Fas’a
baskı yaparak 15 gün içinde set ekibinin sınır dışı edilmesini sağlarlar.
Akkad,
filmde Hz. Hamza rolünde oynayan Anthony Quinn ile beraber yalnızca 15
dakikalık kısmını çekebildikleri Çağrı’nın kopyasını alarak Libya Devlet
Başkanı Kaddafi’ye gider. Kaddafi, izlediği kısımdan etkilenerek filmi
bitirmeleri için her türlü desteği vereceğini söyler. Böylece binlerce kişilik
ekip kafile hâlinde Libya’ya taşınır. Film, Libya’da tamamlanır.
Akkad,
dünya sinema tarihinde pek rastlanmayan bir şekilde aynı set ve aynı mizansen
içerisinde oyuncuları değiştirerek iki farklı dilde İngilizce ve Arapça olarak
iki ayrı film çeker. Filmin Arapça versiyonu olan “Ar Risâlah” (1976) Arap
toplumuna yönelik olarak yapılır. Filmin dünyanın genelinde olduğu gibi
Türkiye’de de bilinen hali Anthony Quinn’li, Irene Papas’lı, Michael Ansara’lı
ingilizce versiyonudur.
Çağrı,
Türkiye’de âdeta bir Türk filmi gibi çok sevilir ve kabul görür. Öyle ki;
yıllardır Ramazan aylarında Türk televizyon kanalları Çağrı’yı yayımlamak için yarışır.
Türk seyircisi her ne zaman olursa olsun Çağrı’yı aynı heyecanla izlemeye devam
eder.
Bunda
Akkad’ın annesinin Maraşlı bir Türk olmasının etkisi olduğu da
savunulabilir.Akkad bu yüzden Türk kültürüne hiç de uzak değildir. Çağrı’nın
İslam anlayışı ile Türk halkının İslam anlayışı büyük ölçüde örtüşür.
Akkad’ın
anne ve babası Osmanlı dönemi Suriye’sinde doğup büyümüştür. Dolayısıyla
Anadolu’nun en ücra köyleriyle Suriye’nin bu mahalleleri arasında ruhsal bir
uyuşum olduğu görülür. Çağrı ile beraber, birçok Müslümanın sinemaya kalbi
ısınır.
İslam
dünyasında umutsuzluğun hâkim olduğu, Amerikan rüyasının bütün dünyayı sardığı
bir ortamda insanlığa yeniden güçlü bir haykırışla başka bir yol olduğu müjdesi
verilmiştir. Yıllardır ekilmeyen bir tarlayı kaplayan pıtraklar arasında tek ve
göz alıcı nadide bir gül boy vermiştir. Bu gülün güzelliğiyle nice gözler
kamaşmış, ışıltılarıyla milyonlarca kalpte nice başka tomurcuklar
filizlenmiştir.
Akkad,
neredeyse tümüyle İslam’a yabancı olan bir ekiple İslam’ın özünü taşıyan bir
film ortaya çıkarmıştır. Filmin kaderi üzerinde şüphesiz ki en büyük etki Kaddafi’nin
filme sahip çıkması olur. Onun desteği ve sahiplenmesi olmasaydı bu film belki
hiç ortaya çıkmayacaktı.
Nitekim
hayatının son yıllarını “Selahattin Eyyubi” ve “İstanbul’un Fethi” film
projeleri için finansal kaynak aramakla geçiren yönetmen, Çağrı’da olduğu kadar
şanslı değildir. Bu projeler için çok sayıda söz alsa da bütün sözler yavan ve
desteksizdir. Akkad’ın çektiği bir fetih filminin düşü bile insanı
heyecanlandırmaya yetiyor.
Hele
Selahattin Eyyubi film projesi gerçekleşseydi kim bilir böylesine bir film
İslam coğrafyasına ne coşkular getirirdi. Ne var ki; bütün bunları
gerçekleştiremeden Çağrı’nın, Ömer Muhtar’ın yönetmeni, İslam’ı vahşetlerine
kılıf yapan bir örgütün vicdansız bir terör saldırısına kurban gitti.
Akkad,
“Bütün iş parada. Ben para buldum Çağrı’yı, Ömer Muhtar’ı çektim. Finans olursa
sorun kalmaz. Finans sorununu İslam dünyasının çözmesi gerekir.” derken önemli
bir probleme işaret ediyordu. Bu problemin bugün de aşıldığını söylemek mümkün
değil. İslam ülkeleri birçok konuda olduğu gibi ortak bir sinema havuzu kurma
konusunda da herhangi bir adım atmadı.
Böyle
bir altyapıyı oluşturmadan küresel propaganda ağının karşısında dimdik durmak
ise mümkün görünmüyor. Kaddafi, Çağrı’nın ardından Libya’da emperyalizme karşı
direnişin sembolü hâline gelmiş Ömer Muhtar’ın mücadelesinin filmleştirilmesini
ister. Küçüklüğü işgal altındaki bir ülkede geçen Akkad, işgalin ve sömürünün
ne demek olduğunu bilen biri olarak bu öneriyi seve seve kabul eder.
Çöl
Aslanı Ömer Muhtar (1981) filmi böyle doğar. Film, bir halkın işgale karşı
direnişini beyaz perdeye taşır. Çağrı’da Hazreti Peygamber’in hayatını sinemada
anlatmanın çok sayıda zorluğuyla karşı karşıya kalan usta yönetmen, bu filmde
her anlamda büyük bir rahatlığa erişir. Kaddafi’nin sağladığı bütçe ve bütün
ülke imkânlarını kullanarak dört başı mamur bir film kotarır.
Sinemanın
bütün olanaklarını kullandığını söylediği film onun için bir başka övünç
kaynağıdır. Bu filmden sonra ise Akkad, bir daha Çağrı, Ömer Muhtar çizgisinde
filmler yap(a)maz. Bunun sebeplerini Çağrı’yı çekerken yaşadığı büyük
zorluklarda, İslam ülkelerinden bu konuda yeterli destek bulamamasında aramak
gerekir.
Akkad,
âdeta kurak bir toprakta rengârenk bitkiler yetiştirir. Karşısında yorgun bir
İslam coğrafyası vardır. Bu coğrafyada hayallerinin ardına düşer. Hayallerinin
peşinde öyle çatlarcasına koşar ki; soluklandığında hayallerinin bile geride
kaldığını görür. Onun yolu, deli tayların, uslanmaz savaşçıların yoludur.
O sonsuz ferahlıktan bir nefes çeker ve dünyaya bir söz söyler. Onun bir sözü kurak topraklarda bir ikindi esintisi gibidir. 20. yüzyılda, yeniden dünyanın boğucu havasını dağıtan büyük yönetmene selam olsun.
*
Mücahit
Gündoğdu