Bozkırda Tavşanın Suyunun Suyuyla Yazabilmek
Gönül ister ki
her yazımın ayrı bir konusu olsun. Hayal
dünyamın dört bir yanı şenlensin ve bu şenlikten süzülenler harf harf, kelime
kelime, cümle cümle işlensin beyaz zeminin üzerine ince dantel işlemesi gibi. Bilim
kurgu; fantastik evrenlere yenilerini ekleyeyim. Galaksiler, gezegenler,
yıldızlar olsun yazılarımda, doğaüstü güçleri olan kahramanlar hayallerine
ulaşmış insanlar, Jules Verne’nin eserlerindeki gibi keşfedilmemiş dünyaları
keşfedeyim ve hatta aya bile seyahat edebileyim. B üyük balo salonlarında, kibar hanımların ve centilmen
beyefendilerin zihinlerine konuk olabileyim. Her yazımda yeni bir yerden
bahsedebileyim. Kimi zaman Paris şehrinin sokaklarında gezsin kahramanlarım,
kimi zaman Londra’da sisli bir sabaha uyanabilsin. Kimi zaman Moskova’daki o
meşhur meydana kuşbakışı bakabilsin kimi zaman, Newyork şehrinde borsa
simsarlarıyla bir fincan kahveyle sohbet edebilsin. Mısır’daki piramitlerde
keşfedilmemiş bir gizin peşinde koştursun ya da Güney Amerika’da İnka
Yerlilerinin izlerinden başka evrenlere seyahatin kapısını aralasın. Kuzey
ışıklarının altında geceleyip, Asya’nın kurak bozkırlarında göçebe atalarının
izlerini sürsün. Çin Seddinden çıksın Hawaii adalarında soluklansın. Ama ben
her ne kadar istesem de olmuyor, olamıyor maalesef. Ömrü boyunca İç Anadolu’dan
çıkmamış, gezdiği şehirler bile bir elin parmaklarını geçmeyen, üç tarafı
denizlerle çevrili bir ülkede yaşamasına rağmen deniz görse göl sanacak bir
amatör yazarın zihninde bu tip yazı biçimleri, hayali serüvenler oluşmuyor,
oluşamıyor. Ancak televizyonda,
internette izlediği belgeseller, sinema filmleri ile oluşabilecek tavşanın
suyunun suyunun suyu olabilecek tarzda bir başkasının kopyasına benzeyebilen
hayaller ve tahayyüller o kadar.
Peki, ne
yapmalı bu durumda? Herkesin yaşadığını mı aktarmalı satırlara. Gündelik
yaşantının monoton ritüellerini mi tekrar tekrar sunmalı? Herkesin bildiği,
herkesin yaşadığı ve yaşamakta olduğu bir günlüğün dışına çıkmamalı mı ya da
çıkamamalı mı? Aşk, meşk konulu yazılar, şiirler, mektuplar, denemeler sizde de
kabak tadı vermeye başlamadı mı? Gözleri şöyle güzel, elleri böyle biçimli,
saçları şöyle dalgalı, beli böyle ince vıcık vıcık hisler daha kaç kez konu
olacak tüm yazılanlara. Hemen hemen her yazar, her şair bu işe bu tür bir
sevda, aşk, hoşlanma ile başlamıştır bu işe bu bir gerçek. Ancak başladıkları
yerde kalmaları maalesef çok can sıkıcı ve bunaltıcı bir durum zira durmadan
aşk şarkıları dinlemek gibi. Sanki tüm evrende aşktan ve sevdadan başka bir şey
yokmuş gibi. Bu dar anlamdaki romantik yaklaşım bir süre sonra birbirinin
aynısı basmakalıp şeylere dönüşüyor. Sadece aşk ve sevda kalsa yine iyi, bir de
gündem takip eden romantizm ya da realizm gibi akımlara kapılmayıp gündem neyse
onu yazmaya çalışanlar var. Gündem memleket meselesi mi, gündem dini bir konu
mu, gündem politik bir yaklaşım mı? Konuyu bilip bilmemen önemli değil, ne de
olsa her insanın her konu hakkında bir fikri vardır. Yani bilmeden, görmeden
bir papağan misali bir başka yerden görüp ufak değişikliklerle tekrar sunmak;
tekrar, tekrar ve tekrar sunmak. Bu 1980’li yılların ikinci yarısı ve 1990’lı
yılların tamamındaki Türk Sineması duraksaması gibi bir şey
edebiyatımızda. Yaşadığımız dönemde
neden bir Peyami Safa, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Ömer Seyfettin,
Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Reşat Nuri Gültekin, Atila İlhan, Edip Cansever,
Turgut Uyar, Haldun Taner, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Veli çıkmıyor artık? Bu
soruya vereceğim belli başlı cevaplar var elbette. Bu cevaplardan ilki şüphesiz
insanlar artık okumayı sevmiyorlar. Gelişen teknoloji ile birlikte görsel
anlatım biçimleri büyük bir ivme kazandı. Artık öğrenmek için bile insanlar
okumayı değil izlemeyi tercih ediyorlar. Her şeyin videosu var internette. Bu
televizyon ile başladı zannımca. Önceleri ülkemizde televizyon belli zaman
dilimlerinde programlar yayınlıyordu. Sonra kesintisiz yayın yapmaya başladı,
sonra kanallar çeşitlendi. Uydu ve uydu kanalları gibi başka bir çeşitlilik
izlence dünyamıza girdi. Kesintisiz haber, kesintisiz film, kesintisiz çizgi
film, kesintisiz belgesel yayınlayan kanallar çıktı piyasaya. İnsanlar okumaktan
çok izlemeye başladılar. Hatta uzaktan eğitim ve öğretim kanalları ile eğitim
ve öğretim bile izleyerek verilmeye başlandı. Ardından hayatımıza internet
girdi. İnternet önceleri izlenceden ziyade bilgi aktarımına yarayan bir
iletişim aracıyken video izleme sitelerinin ortaya çıkmasıyla bir anda başka
bir şeye dönüştü. Artık insanlar filmlerin ve programların bile tamamını
izlemeye tahammül edemiyorlardı.
Yalnızca ilgilerini çeken bölümleri defalarca izleme imkânı elde
etmişlerdi. Böylelikle bütün önemini yitirdi ve yalnızca parçalar önemli olmaya
başladı. Asıl büyük gelişme ise sosyal medyanın ortaya çıkmasıyla gerçekleşti.
Artık insanlar yalnızca izleyici değil aynı zamanda yayıncı da olabilmişlerdi. Herhangi
bir konuda fikirleri ya da bilgileri olsun ya da olmasın rahatça paylaşım
yapabiliyorlardı. En basit bir konuda bile onlarca hatta yüzlerce birbirinin
aynısı paylaşıma rastlayabiliyordunuz. Bu büyük bir çöplüğün oluşmasına neden
oldu. Tüm bunlar olurken okumak alışkanlığı silikleşti, silikleşti ve neredeyse
yok oldu. İnsanlar artık dakikalık videoları bile izlemekten sıkılıyorlardı ve
durumda okumak onlar için bir eziyete dönüşmüştü. Okumayınca elbette yazılamadı
da. Öncelikle herhangi bir şeyin arz olunabilmesi için talep edilmesi gerekir.
Okuma talebi olmadığı için yazma arzı da bu nedenle gerçekleşemedi. Bunun da
dışında yazma işini yapacak olan yazarlar ya da yazar adayları da bu
bahsettiğim insanların içerisinden çıktıklarından yazamadılar. Çünkü yazmak
için öncelikle okumak gereklidir. Ancak yeterince okuyabildiğinde yazabilir
insan.
Bir defasında
öğrenciyken bir eczacı ile karşılaşmıştım. Normalde tanıdığım birisi değildi.
Tesadüfen karşılaşmıştık ve bir daha da görüşme imkânımız olmadı. Eczacı deyince
eczacılık fakültesi mezunu birisi belirmesin zihinlerinizde. Yalnızca dükkân
sahibi ve sanırım lise mezunuydu.
Kendisi dükkân sahibi, eşi eczacılık mezunuydu diye hatırlıyorum. Ancak
eşinin eczacılığından bu bahsettiğim adam da nasipleniyordu. Bu sahte eczacının
eşiyle problemleri vardı. Alıp başını başka bir kente gitmek üzereyken
karşılaşmıştık. Adamı birkaç dakika dinlediğimde bomboş birisi olduğunu
anlayıvermiştim. Eşiyle olan probleminde de elbette bu sahte eczacı adam
haksızdı. Şöyle ki anlattığına göre genç kızlardan arkadaşları varmış. O kız
arkadaşlarıyla birlikte sözüm ona arkadaşça zaman geçiriyormuş. Ama eşi bu
adamcağızın bu saf ve temiz bir niyetle lise öğrencisi, üniversite öğrencisi
genç kız arkadaşlarıyla yaptığı bu arkadaşlığın altında başka şeyler arıyor ve
kendisini aldattığını düşünüyormuş. Hâlbuki
ne ilgisi varmış. Bu genç kız arkadaşlarıyla kafelerde, barlarda edebi
sohbetler yapıyormuş adamcağız, bazen bir kahve içmeye öğrenci evlerine
gidiyormuş. Bazen de bu genç kız arkadaşlarının ihtiyaçlarını sırf yardım etmek
maksadıyla karşılıyormuş. Bunda kötü olan ne varmış ki? Bu adamla bu sohbetleri
yaparken bende üniversite öğrencisiydim ve oldukça yoksuldum. Bazen öğlenleri
fakülte kantininde poğaça hatta çay alacak param bile olmuyordu. Tabanı
delinmiş boyasız iskarpinlerimi kot kumaş demeden tüm pantolonlarımın altına
giymek zorunda kalıyordum. Hatta bazen ol parası bulamadığımdan okula bile
gitmediğim oluyordu. Annem ve babam yoktu. Üç aydan üç aya emekli maaşı alan
dedemin eline bakıyordum. Ben bu halde senelerce okurken böylesi iyiliksever
bir adamcağıza neden rastlamadım diye hayıflandım kendi kendime. Üstelik bende
kendi çapında bir şeyler yazan, edebiyatla ilgilenen, büyük yazarların
kitaplarını okuyan birisiydim. Hatta damın anlattıklarından sonra bana da belki
bir yardımı dokunur diye budalaca düşündüğümü de tüm açık yürekliliğimle
yazacağım. Adam arabasına binmiş İzmir’e
kaçıyordu aklınca. Arabasının arka koltuğuna yiyecek içecek depolamıştı ve
karton karton sigara almıştı. Bu edebiyatsever ve öğrenci dostu adamcağızın
kitap almadan böylesi bir yolculuğa çıkması beni meraklandırdı. Adama tamamen
sohbet arasında olacak şekilde en son hangi kitabı okuduğunu, hangi tarz
kitaplardan hoşlandığını sordum. Bana öyle bir cevap verdi ki ne zaman aklıma
gelse hala gülümserim. Bana dedi ki; “Ben kitap okumam, kitap okumayı da
sevmem. Hem ben neden kitap okuyacakmışım ki? Kitap ne demek? Bir başka insanın
yazdıklarını demek, kitap okumak da bir başka insanın yazdıklarını okumak
demek, değil mi? Ben neden bir başkasının yazdıklarını okuyacakmışım? Ben aptal
mıyım, yazamıyor muyum ki bir başkasının yazdığını okuyayım? Ben bir kitap
okuyana kadar bir kitap yazarım olur biter! “ Bu aklı kıt adamcağızın nasıl bir
adam olduğunu elbette bu sözlerinden sonra daha iyi anladım. Bir an önce
sohbeti kestim yani kesmek istedim. Zira duyduğum en aptalca şeyleri
söylemişti. Ancak ben sırf bu kibirli adamı biraz akıllandırmak için olsun diye
peki o zaman şimdiye kadar kaç kitap yazdığını sordum. Adam elbette şöyle dedi;
“Ya dükkan filan çok yoğunum, yazacak vaktim olmuyor ki.” Zaten okuyacak kadar vakit ayıramayan bir
kişi yazmak içinde vakit ayıramaz. İşin asıl mühim tarafı ise okumayan zaten
yazamaz. Bir şeyler karalar buna hiçbir itirazım
yok fakat yazdıkları hiçbir şeye benzemez. Y a papağan gibi bir başkasının
söylediklerini tekrarlar ya da hiçbir değeri olmayan saçma sapan şeyler koyar
ortaya. Dönemimizde bu tip insanlardan bir hayli var zaten.
Dönemimizde
kalıcı yazar ve şairlerin ortaya çıkamamasının benim şahsi kanaatimce iki büyük
nedeni işte bu yukarıda bahsettiklerim; insanların artık okumak istememeleri,
yazmak isteyen insanların okumak istememeleri. Bir diğer nedense kuşkusuz
tembellik olsa gerek. Çağımızın en büyük hastalığı bence tembellik, insanlar
emek harcamadan üretmek istiyorlar. Bir düğmeye basıp tüm çamaşırların
yıkanmasını, tüm matematiksel işlemlerin yapılmasını, tüm videoların
oynatılmasını istedikleri gibi bir düğmeye basıp tüm düşündüklerinin
yazılıvermesini istiyorlar. Yani emek ve çaba harcamadan bir anda üretivermek
istiyorlar. Bu mümkün müdür? Elbette mümkün değildir ve teknoloji ne kadar
gelişirse gelişsin mümkün olmayacaktır da. Emek harcamadan bir şey üretilemez,
üretildiği iddia edilen şey ise elbette hiçbir değer taşımaz. Bundan yüz yıl
öncesini hayal edelim ya da daha öncelerini. Dostoyevski, Tolstoy ya da
Stendhal gibi yazarlar sizce cilt cilt romanlarını bilgisayar klavyelerinde mi
yazdılar? Şimdilerde dijital klavyelerde dikte yazması bile söz konusu. Siz
konuşuyorsunuz klavye bunu yazıya dönüştürüyor. Bununla ilgili programlar da
var. Hatta imlaya filan hiç dikkat etmenize gerek yok, bilgisayar tüm bunları
sizin yerinize hallediyor. Sizce bahsettiğimiz yazarların böyle imkânları var
mıydı? Bu büyük yazarlar el yazılarıyla
ciltlerce eser yazdılar. O yazarlar şimdiki imkânlara sahip olsalardı neler
yaparlardı acaba? Bu yazarların işte bu şekilde büyük yazarlar olmamalarının
altında bu emek ve çaba yatmaktadır. Tembellikle, taklitçilikle ya da
kopyacılıkla kaliteli bir şeyler üretilmesi beklenemez. Hele bir de şimdi yapay
zeka programları çıkmış piyasaya. Film senaryolarını, kitap editörlüğü işlerini
bu yapay zeka programları yapıyormuş. Bu kolaya kaçma işinin edebiyatı kasten
öldürmesi değil de nedir? Yapay Zeka
programları kuşkusuz roman da, öykü de, şiir de yazabilirler. Ancak bu yapar
zeka programlarını bekleyen küçük bir problem var. O da şu ki insanlar zaten
okumaktan, yazmaktan üşendikleri için sizleri geliştirdiler. Sizin yazdıklarınızı
neden okusunlar ki? Gerçekten trajikomik
bir tembellik öykümüz var. Bir yazarın
sözü vardı aklıma geldi tam da burada ;” İnsan karşı koyduğu için cenneten
kovuldu ve tembel olduğu için cehenneme gidecek.” Bu kolaya kaçma işi maalesef
bu boyutlara ulaştı.
Yukarıdaki
soruya verilebilecek bir başka cevapta kuşkusuz kanaatimce taklitçilik ve hatta bir adım daha ötesi
kopyacılık olurdu. Birisi bir güzel şiir yazar ve daha sonra bir bakmışsınız
onlarca başka taklit şiir ortaya çıkmış. Bu bazen bir öykü, bir deneme yazısı,
bir eleştiri yazısı, bazen bir makale olur. Ama taklitçilik anlayışı bir türlü
sona ermez maalesef. Bu sahada en önemli şey kuşkusuz özgün bir şeyler
üretebilmektir. Ancak bu koşullarda maalesef bu da pek mümkün görünmüyor. Tamam
sanat taklit ile başlar ama taklit ile devam etmez, edemez.
Asıl
işim elbette lafı uzatmak olsa da sanırım bu yazım haddinden fazla uzadı. Asıl anlatmak
istediğim bir yazarın ya da benim gibi bir yazar adayının yazabilecekleri tahayyül
dünyasından ibarettir. Tahayyül dünyası ise nasıl oluşur? Elbette yaşamındaki
çeşitlilikle olur ve dahası zenginleşir. Yani meşhur bir soru vardır ya hani; “
Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?” diye. Zengin bir tahayyül dünyasına sahip olmak için
işte bu iki şeyin de varlığına ihtiyaç vardır; okumak ve gezmek. Okumak
hususunda geride olduğumu düşünmüyorum ama epey ilerideyim de elbette diyemem.
Ama gezme, yeni yerler keşfetme, yeni insanlar ve dahası yeni yaşamlar tanıma
hususunda açık yüreklilikle söyleyebilirim ki sınıfta kaldım. Bunun
sosyoekonomik nedenlerinden uzun uzadıya bahsedecek değilim elbette. O yüzden
üretme hususunda yerel problemler yaşamaktayım.
Fırsat
olsa da tüm dünyayı gezsek, her gezdiğimiz yerde yazabilsek. Kim bilir ne
çeşitli yazınlar çıkardı ortaya. Önüm arkam sağım solum bozkırken olduğundan
daha fazlası olurdu sanırım.
(
Bozkırda Tavşanın Suyunun Suyuyla Yazabilmek başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
10.08.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.