Herkes Kadar İşte
Bir bardak çay,
bir bardak daha ve bir bardak daha… Gün boyu içilen bardaklarca çay; küçük ince
belli bardaklardan tutun da büyük kupalara kadar, hafif demli ve tek şekerli.
Bazen iki şeker atıldığı da oluyor. Çaya şeker atmayı bırakamadım. Evet, çok
zararlıymış biliyorum. Ancak şekersiz çay içmeye alışamıyorum. Hatta bazen çayı
çay için mi içiyorum yoksa şeker için mi içiyorum kesin bir cevap vermek bile
zorlaşıyor benim için. Sebebi yalnızca bu mudur bilemiyorum ama evet kilo
problemlerim de var. Gerçek şu ki hayattaki tek problemim de kilo problemi
değil. Alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçememek gibi bir problemim var
mesela. Bu çaya şeker atma durumunun da temelde alışkanlıklardan vazgeçememek
problemiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Belki de asıl problemim haddinden fazla
düşünüyor olmamdır. Fazla düşünmek iyi bir şey değil, bunu bizzat kendimden
biliyorum. Çünkü insan ne kadar çok düşünürse o kadar takıntılı bir hale
dönüşüyor. Bende açık yüreklilikle takıntılı bir insan olduğumu söyleyebilirim. Takıntılarımın şiddeti sorulacak olursa elbette cevabım da hazır; herkes kadar işte.
İnsan yaşadıkça,
yaş aldıkça ve yaşlandıkça doğal olarak anıları da kümülatif bir biçimde artıyor
hafızasında. Güçlü bir hafızası olanlar için bu durum eğer olumsuz anılar
çoğunluktaysa elbette can sıkıcı bir durum haline dönüşüyor. Montaigne meşhur
Denemeler kitabının bir bölümünde şöyle der: “Keskin bir hafıza çoğu zaman ahmaklığın
belirtisidir.” Bu tespitten hareketle samimiyetle söyleyebilirim ki ahmaklık
hususunda istidadım mevcuttur. Ancak şöyle de bir gerçek var ki olumsuz anılar
insan hafızasında daha kalıcı oluyor. Yani hafızamızı ya da zihnimizi beyaz bir
kağıda benzetirsek olumlu ve mutlu anlılarımız silinebilir 2HB kurşun kalemle
yazılıyorsa, olumsuz ve mutsuz anılarımız silinmez tükenmez kalemle kazınıyor
bu beyaz kağıda. İnsan yaşadıkça bu beyaz kağıdın beyazı görünmez hale
gelebiliyor. İhtiyarlığın belki de en acı verici tarafı bu olsa gerek diye
düşünüyorum. Yani ileriki yaşlarda iki büklüm olmuş bir halde bedensel
nimetlerden mahrum bir halde bir yatakta yatarken insan anılarıyla başbaşa
kalıyor olmalı. Bu sebepten insan yaşamı boyunca eğer becerebiliyorsa olumlu,
mutlu anılarını biriktirmeli. Ben bu konuda başarılı olduğumu söyleyemem şu ana
kadar. Gündelik yaşantımda karşılaştığım hemen hemen tüm nesnelere dair olumsuz
anlılarım var hafızamda. Çay ile ilgili olarak da kötü anlılara sahibim. Bir insanın
çay ile ya da çay içmekle ilgili nasıl bir problemi ya da kötü anısı olabilir
diye düşünebilirsiniz sayın okuyucularım. Ancak benim var. Bu anı çaydan ya da
çay içmekten beni soğutmadı ancak bilinçaltım belirli belirsiz zamanlarda bu
anımı bilinçli tarafıma göndererek günümü zehredebiliyor.
Genellikle insanın
hayatını ve karakterini şekillendiren travmaları çocukluk dönemlerine rastlar.
Biz yetişkinler çocukların bir şey düşünmedikleri, bir şeyler
hissetmedikleri gibi yanlış bir fikre sahip olsak da çocukların hassas
yüreklerinde şekillenir gelecekleri. Zira bende de aynısı olmuştur. Ben parçalanmış
bir ailenin ilk çocuğuydum. Öyle ki annem ve babam ben altı yaşımdayken
boşandılar. Takriben ayrılıkları ben beş yaşındayken gerçekleşti ancak resmi
olarak boşanmaları benim altı yaşıma tekabül ediyor. Kardeşim ise o zamanlar üç
yaşındaydı. Onun travmaları belki de benden daha ağır seyretmiştir. Ebeveynlerim
boşanınca sanki yalnızca birbirlerinden değil bizden de kurtulmuş gibi
davrandılar. Evet, belki eşinizden boşanabilirsiniz ama çocuklarınızdan
boşanamazsınız. Fakat ebeveynlerim bunun farkında değillerdi o zamanlar. Şöyle ki
annem ve babam boşandıktan sonra herkes kendi yoluna gitti ve kardeşimle ben
ortada kaldık. Bir anda hem öksüz hem de yetim kalmıştık. Sağ olsunlar koca
yürekleriyle dedem ve babaannem sahiplendiler bizi. (Burada “sahiplendiler”
kelimesini özellikle kullandım.) Dedem ve babaannem tüm ihtiyaçlarımızı
karşıladılar ellerinden geldiğince. Ancak açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim
ki genellikle bir çocuğa anne ve babasından daha iyi kimse bakamaz. Maddi ihtiyaçlar
bir nebze karşılanıyor olsa da manevi ihtiyaçlar muadil kaynaklardan temin
edilemez. Bizzat durumu yaşamış birisi olarak böyle bir tespitte bulunma
hakkını buluyorum kendimde. Boşanma ilamından sonra kardeşim ile beni geride
bırakıp kendi yollarına bakan ebeveynlerim o zamanlar genç insanlardı ve
yeniden evlenmek hususunda bir yarış hali içerisine girdiler. İlk evlenen annem
oldu. Ardından babamı da bir evlenme telaşı aldı. Kendine uygun bir eş
arıyordu. Günlerden bir gün dedemlerin evinde bir adam geldi. sonradan
öğrendiğim kadarıyla bu adam babamın evlenmek istediği eş adayının babasıymış
ve kızını vermeden önce kızının yaşayacağı evi kontrol etmek istemiş. O yüzden
bir gece bizde kaldı. Ben altı yaşındaydım ve kardeşim üç yaşındaydı.
İçerisinde bulunduğumuz anne yoksunluğu hissini ayrıca anlatmama gerek yok diye
düşünüyorum. Davranışlarımızın da pek bilincinde değildik o yaşlarda. O gece
adam bizimle beraber kaldı ve ertesi sabah beraber kahvaltı yaptık. Ancak babaannemin
tehdit dolu bakışları dolayısıyla adamın bizden pek hoşnut olmadığını
söyleyebilirim. Muhtemelen adam kızının bu iki küçük çocuğa bakarak ömrünü
ziyan etmesini mantıklı ve makul bir karar olarak görmemişti. Sorun şu ki; bu
gerçekleştirilmesi düşünülen evlilikteki tek sorun kardeşim ve ben olarak
görülmekteydik. İki çocuklu bir adama kim kızını verirdi ki? Ancak biz her
zaman dedemlerde kaldığımız ve babamız bizi zaten sildiği için zaten böyle bir
sorun hiç olmamıştı ama adam bunun farkında değildi. Hâlbuki bu
gerçekleştirilmesi planlanan evliliğin bu iki çocuktan daha mühim sorunları
vardı; babamın bir sinir hastası olması ya da işsiz olması gibi. Ama bu
sorunlar sanki yokmuş da yalnızca çocuklar sorun olacakmış gibi görünüyordu.
O sabah ki
kahvaltı da mevcut bulunan misafirin de tesiriyle normal bir kahvaltı
sofrasında olması gerekenden daha farklı ve daha fazla yiyecekler vardı. Altı ve
üç yaşındaki bir çocuk yoksulluk içindeki bir ailede neyi yiyip neyi yiyeceği
hususunda bir bilince sahip değildir diye düşünüyorum ya da adab-ı muaşeret
kuralları hususunda da pek bilinçli davranmaları kendilerinden beklenemez. Sonuçta
aile İngiliz kraliyet ailesinden de olmadığı için bu çocuklar çocukça hisler ve
çocukça davranışlarla adab-ı muaşeret kurallarının üzerine çıkabilirler. Sanırım
bende de öyle oldu. Bu kahvaltı sofrasında çay istememin suç sayılacağını
babaannemin öfkeli bakışlarını üzerimde hissede kadar elbette bilmiyordum.
Babaannem yine de misafirin yanında ayıp olmasın diye bana çay verdi. Ancak kızın
babası çoktan kararını vermişti. Bu evlilik olmayacaktı. Çünkü çok hoşnutsuz
bir şekilde evimizden ayrılmıştı. İşte bu ayrılışın sorumlusu da kardeşim ve
ben ilan edilmiştik. O yıllarda hakaret şiddetten sayılmıyordu elbette. Ne hata
yaptığımın da pek farkında değildim ayrıca. Babaannem ve özellikle babam suçlu
olarak beni ilan etmişlerdi. Babaannem bir çaydanlık çay demledi ve hepsini
bana döve döve içirdi. Bir yandan da misafirin yanında çay istememem için bana
ikna edici bir biçimde telkinlerde bulundu. George Orwell’in 1984 isimli kitabında
da bahsedildiği gibi; “Fiziksel acıdan tek şey isteyebilirsiniz; durmasını. Acının
karşısında kahraman yoktur.”
Elbette şimdilerde
ben birilerini suçlayacak faslı çoktan geçmiş bir yaşta bulunuyorum. Bu travmatik
durumdan elde edeceğim tek çıkarım olsa olsa ibret almak olur. Gerçekten de
ibretlik bir durumdur zira yaşadığım. Bir daha herhangi bir zaman diliminde
yaşanmaması için çaba sarf edeceğim bir durum. Normalde böyle bir trajik durumu
yaşamış herhangi bir insanın sahip olacağı tutum ve davranış kuşkusuz çaydan ya
da çay içmekten soğumak olurdu. Ancak ben bu satırları yazarken dahi çayımı
yudumluyorum. Aslına bakılırsa lise yıllarımda çay ile daha haşır neşir oldum
diyebilirim. Özellikle de amcalarım sayesinde. Amcalarımın üçü de çay
tiryakisiydi. O yıllarda yapacak daha başka bir işimde yoktu açıkçası. Buna bir
iş gözüyle bakmak ne kadar doğrudur bilemiyorum ama yokluklar içinde bir
mutfakta yapılabilecek tek şeyin çay demlemek olduğunu düşününce o kadar da
yanlış bir işmiş gibi görünmüyor insanın gözüne.
Yaşa gör temaşa diye boşuna dememişler eskiler. Benimde yaşamdan payıma
düşen bu tür olumsuz anılar oldu. Bir zamanlar gerçekten derinden üzüntülere
yol açmaktaydılar bu kötü anılar. Ancak dediğim gibi birilerini suçlayacak ya
da hayıflanacak faslını çoktan geçtim ömrümün. Eli kalem tutan birisi olarak
bunları yazmaktan da gocunmuyorum. Aksine yazmanın var olmakla eş olduğuna tüm
kalbimle inanıyorum. Söz uçarsa ve yazı kalırsa, biz insanlarda uçup gideceğiz
bu dünyadan sanki hiç yaşamamış gibi. Yani hiç sevmemiş, hiç üzülmemiş, hiç
hissetmemiş ve hiçbir yaşanılmışlığın içerisinde bulunmamış gibi. Ölmek bir şey
değil de bu zoruna gidiyor insanın. Bu yüzden tüm samimiyetimle ve tüm açık
yürekliliğimle yazıyorum hissettiklerimi, yaşadıklarımı, anılarımı. Bir iz
kalır belki benden geriye. Zira mühim biri olamasam da hiçbir zaman, bende
yaşadım bu dünyada, ben de var oldum, bende hissettim sevgiyi, acıyı, çileyi ve
ıstırabı herkes kadar işte…
(
Herkes Kadar İşte başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
19.09.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.