Sevgili Gülce
Selamların en güzeli en tebessümlüsü, senin ve sevdiklerinin de hep güleç
yüzünde olsun.
Hal hatır faslına ben öncesinden başlayayım. Şükür nefes alıp veriyorum bu
fani dünyanın atmosferinde. Hamdolsun ciğerlerime çektiğim havayı verene. Hep bilinendir
işte, dostlara kardeş, kardeşlere dost olarak yaşayıp gidiyorum dünyanın iç
güveysinde. Öyle işte. Meraklı taze biber ve domates fideleri gibi, güneşi
görünce sevinir, yağmuru görünce toprağa koşarım bir çırpıda. Belki toprak
kokusu pes etmemiştir diye.
Bir yolculuk anlatmışsın. Hızlı başlayıp hızlı bitmişsin. Sevmem ben hızlı
serüvenleri ve iki tekerli araçları. Sindirmem lazım içime düşenleri. Yavaş olmam
lazım, eğer yetişecek bir yerim yoksa. Kova kova taşımam lazım çıkrığımda
biriken apak suları. Kova kova def etmem lazım bulanıklaşan susuzları. Kovmam
lazım hayatımı da bulanıklaştıran korkuları. Korkak bir bedenin içindeki
heveslerim daha yavaş, daha emin adımlarla gitmeli hep yolları. En çok tren
yolcuğunu severim. O eski vagonların, kompartımanların arasında dolaşmayı,
volta atmayı. Farklı insanların yüzlerindeki en musmutlu halleri, tren yolcuğunu
camdan dışarı bakmakla birlikte insanların da yüzlerinde görmek beni her zaman
mest etmiştir. Hiç unutmam tren yolculuklarını ve yolcularını.
Hiç unutmam, bir tren yolculuğunu. Penceremin manzarasında, yağan karın
dağları bembeyaz kapladığını gördüm. Birçok kişi de benim gibi manzaraya
bakıyordu. Ne düşünüyorlardı acaba. Oysa kar her yerde hep aynı kardı. Soğuktu elbet, bir o kadarda cazip gelen
beyazlığı ile. Peki neydi, manzaralardaki karları birbirinden ayıran özellik?
Çatı üstünde, dal üstünde olması mı? Dağ tepe, toprak ya da yaprak üstünde
olması mı yoksa? Peki saçlarımın üstünde olması nasıl bir çağrışım yapardı ki
bakanlara. Neticede görünen dağın arkasındaki dağı görebilme ihtimalim ne
kadarsa, o kadar görebiliyordum bende düşüncelerle manzaraya bakan insanların
dağını. Ama çığa yakalanmadan kara karışmak, cazibesine kapılıp beyaz vurgunu
yememek adına dağlara da fazla yanaşmamak gerekiyordu değil mi? Yine de
düşünmeden edemedim. Dağlar esas yaz günü yağan bir karda kim bilir nasıl
olurdu?
Bu tarz düşünceler içimden geçerken, çabucak girdi Haydarpaşa garına
İstanbul treni. Salona yöneldikten sonra dış kapıdaki otobüsler yolcularını
bekliyordu her zamanki gibi. Yeni bir yolculuğa çıkmak demekti bu. Uzak bir
mesafeden gelen için, İstanbul'da şehir içindeki mesafeyi de aynı sürede kat
etmek sıkıcı olsa da katlanmak gerekti elbet nedensizce. Neticede varılacak bir
yer ve dostlar vardı. Aslında gerçekten bir gidiş değildi bu yolculuklar. Giden dönecektir elbet,
her gittiği yerden. Bu dünyada bir yerden bir yere ne kadar çok giden gelen
insanlar var bilir misin? Kimi giderken bir rayda, karşı rayda ise kimileri de
geri dönüyordu var’mak için yine bir yerlere.
Gittiğim yerlerdeki dönüşün arifesinde ne çok şey saklarım sırtımdaki
heybede. İyiye, daha iyiye giden yolları da aramakla geçirmek gerek biraz.
Biraz da hüzünle karışık duygulu yük trenlerini katıp önüme ya da üstüme.
Elbet bir gün o trenler de bırakacak yüklerini en umulmadık zamanda birer birer
tren garlarında. Yoksa zaman mı unutmak istediğim bu yolculukta. Hiç bitmesin
istediğim yolculukların, bitmemesi için hiç başlamaması da gerekmiyor mu. Suallerine
cevaplar arayan bir yolcuyum bu fani dünyada. Lakin cevaplarımı de bir bir
buluyorum ve o suallerin üstüne birer birer çentik atıyorum, trenimden alıp
raylarıma döşerken gafletimi. Dönüş de hep raylar üstünde. Ama kırılan raylarda
olmuyor mu? Hem de nasıl. Lakin kırgınlığa üzülmek, öyle kolay mı? öyle
kolay değil. Anlatamadıklarımızın anlamsızlığına düşmeden söylemek lazım
içimizden raylara düşenleri. Kova kova toplamak lazım düşerek birikenleri. Çünkü
cevap trenleri kimseyi beklemez umutsuz zamanlarda.
Yol'a çıkmadan gideceğimiz yol'u iyi bilmek lazım
ki sonra bir gün dönüşü olmayan bir yol'a da gireceğiz.
Umarım daha iyisiyle ve ziyadesiyle olmuştur (olacaktır) dönüşlerim
Hoş, gitmemiştim (gidememiştim) gerçi, bu yolculuklarda.
Halil Demirci – 21.08.2024