HOCAM MUSTAFA MİYASOĞLU
1946-2013. Şair, yazar. Yeni Sanat dergisini çıkardı. İyi bir romancı. Kaybolmuş Günler, Güzel Ölüm önemli romanlarından. Edebiyat Geleneği denemelerini topladığı eseri. Devran şiir kitabını yayınladı. Biyografi türünde Necip Fazıl ve Asaf Halet Çelebi isimli eserleri var.
Bu kitabi bilgiler yanında tanıdığım Miyasoğlu ile geçen günlerimizi ve duygularımı sizlerle paylaşmak isterim:
Mustafa Miyasoğlu vefat etti dün. TV haberlerinden öğrendim gece saat: 02.00’lerde. Sonra bir arkadaşım aradı. Yarın Fatih Camiinde kılınacak namazı diyordu. Ben de birçok arkadaşımı aradım onun öğrencisi. Birçoğuna ulaşamadım. Sonra Hocam Ali Nar’ı aradım. O da bir iki saat gecikmeyle döndü bana. Yeni uyumuştum sahurdan sonra sabah namazını beklemiştim de telefon sesine uyandım. Ali Nar’dı. Konuştuk 'başın sağ olsun' dedim; o da :'başımız sağ olsun' dedi.
Onu nasıl tanıdım? 1972 yıllarıydı. İzmit İmam Hatip Lisesi'nde okuyorduk. Okulun ilk öğrencileri ve tek son sınıfıydı.
Miyasoğlu’nun tabiriyle ''başarıya adanmış 35 kişiydik.' Ali Nar Meslek dersi hocamızdı ama edebiyat dersine de giriyordu. Geniş kültür ve engin bilgisiyle bizi aydınlatıyor, farklı bir öğretmen profili çiziyordu. Birkaç ay geçmedi ki edebiyat derslerine yeni atanan bir öğretmenin geleceği duyurdu. ''İşi ehline devrediyoruz'' dedi. Gelen öğretmenin Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ekoluna bağlı olduğunu, O’nun derslerinin bize çok yararlı olacağını vurguluyordu.
Ertesi gün saçları oldukça gür genç bir öğretmen derse girdi. Sınıfın çoğu Urfa gezisine gitmiş, birkaç arkadaş kalmıştık. İlk ders bize M. Akif’i işlemiş Akif’in milliyetçi değil, ümmetçi olduğunu söylemişti. Şaşırmıştık. İlk kez böyle bir bilgiyle karşılaşıyorduk, hem de o güne kadar hep karşıt söylemli edebiyat öğretmeni yerine, bizden bir edebiyat öğretmeni ile karşılaşıyorduk.
Hocamızın sanatçı yanını yavaş yavaş fark ediyorduk. O sıralarda alt sınıflarda öğrenci olan İsmail Borlak’a yakın bir ilgi gösteriyordu, biz onu kıskanıyorduk. Okula yeni atandığı zamanlardı. Okul pansiyonunda nöbetçi öğretmen olarak kalıyordu. Akşamları Kaybolmuş Günler’i temize çekiyordu. İsmail'le beraber.Bir zaman sonra roman Milli Gazete’de tefrika edilmeye başlandı. Hocamızın romanın yayınlanması bizi mutlu ediyordu. Romanda o sıralar yeni okuduğumuz Huzur Sokağı ve Minyeli Abdullah’ın diyalektiğini arıyor ama bulamayınca düş kırıklığı yaşıyorduk. Hocamızın böyle bir romanı yazma nedenini sorgulamaya ve yer yer onu eleştirmeye başlamıştık.
Sonradan evini İzmit’e taşıdı. Tahsin Pay beyin Cengiz Topel caddesindeki evini kiralamıştı. Vakıflar yurdunda seminer verecekti. Beklemeye başlamıştık. Telaşlı ve yorgun gelmişti. TV satın almıştı evine. Bayağı şaşkındı. Ben de bugünlerde yeni öğrendiğim bir ayet mealini aktardım: ''Sizin hayır bildiğinizde şer, şer bildiğinizde hayır vardır'' diye. Yıllar sonra o ayetin tefsirini öğrenecek, ayeti sırf hocama yararlanmak için onun haline tercüme ettiğimden dolayı kendime kızacaktım.
Ayet savaşta düşman üzerine atılmanın kendini tehlikeye atmak olduğunu iddia edenlere karşı inmiş, savaşta geri durmanın asıl tehlike olduğunu ihtar ediyordu. Bu olayda öbür ayet' sizin şer bildiğiniz savaşa katılmak düşmanla çarpışmak hakkınızda hayır sizin hayır bildiğiniz savaştan geri durmak şerdir’ ifadesiydi. Ben çok alakasız bir uyarlama yapmıştım.
Okulu bitirmiş üniversiteyi kazanmıştım ama okulumdan ayrılamıyor, onu sık sık ziyaret ediyordum. Miyasoğlu hocamın uyarısı yanlışımı bana fark ettirdi. ''Sen bu okulu bitirdin artık ,üniversiteye alışmal,ı geri bakmamalısın' anlamında. Oysa ben burada gördüğüm ilgiye takılmış kalmıştım, suda geçen atın kendine bakıp boğulması gibi. Atın başına vurulup geminin çekilmesi gerekirdi. O beni uyaran bir dost olmuştu.
Kişiliği, davranışları, sanatla iç içe oluşu, inançlı ve ibadetine müdavim oluşu, dahası İmam-Hatipli olmadığı halde, bizimle aynı dünya görüşünü paylaşması, ufkumuzu aydınlatmış, kendimize güvenimizi artırmıştı.
Daha sonraları kendi çıkardığı dergiyi bizzat kendi eliyle okula getirip bize ulaştırması bizim dünyamızda edebiyatla sanatla yüz yüze gelmemizi, hatta daha ileriye giderek diyebiliriz ki; iç içe olmamızı sağladı. O adeta bizi yerel olmaktan çıkarıp evrensele taşıyan bir köprü, bir vasıta olmuştu.
Hatta hatta o bize bir öğretmekten ziyade bir usta, başka bir deyimle 'üstat' olmuştu. Bir kezinde okula yakın bir kütüphanede karşılaşmış, benden ateş istemişti. 'Yok' dedim. ''Anadolu’da ateşi olmayana adam demezler'' demişti. O gün bana elindeki Milliyet Sanat dergisini ödünç vermiş ve kısa zaman sonra da iadesini istemişti. Ben de itinayla emrini yerine getirmiştim. Ödünç olan tüm eserler gibi en ufak bir yazısına kadar ezberlercesine okumuş, daha sonra o tür sanat dergilerinin ısrarlı bir takipçisi olmuştum.
Okulda bir yılı bile tamamlamayan bir öğrenci –öğretmen ilişkimiz olmuş ama onunla aramızda uzaktan da olsa bir usta çırak ilişkisi oluşmuştu.
İlahiyat fakültesinden atılıp edebiyat fakültesini kazandığımda beni sıcak bir ilgiyle karşılamış, eserlerinin bir takımını hediye olarak takdim etmişti.
İki yıl önce Ensar Vakfı genel merkezinin iftarında karşılaşmış, yazım aktivitelerimi sormuş, ben de ona internet sitelerinde şiirlerimi yayınladığımı söylemiştim de yüzünde memnuniyetini belirten bir ifade parlamıştı.
Günlük gazetelerde yazdığı edebiyat yazılarının tiryakisiydik. Düzenlediği edebiyat sayfalarına katkıda bulunduk.
Daha ne söyleyelim onun bu ince işçiliği, ısrarlı ve inatçı ustalığı çevresindekilere yön verici üstatlığı unutulamaz. Biz onu bir alp eren, bir medeniyet ustası, bir gizli kahraman olarak anacağız ve rahmetle yâd edeceğiz.
Böyle gizli ve gösterişsiz, hesapsız ve riyasız yetiştiricilere, asil ustalara muhtacız. Allah taksiratını affetsin ve gani gani rahmet etsin.
Ahmet Kemal