Bugün aşk denen masal kahramanının oyununa
geldim... Onuncu köyden kovulan doğruya yüz çeviren, yüz defa söylenilen yalana
bin defa itimat eden, inatçı, aza kanaat etmeyen, hep daha büyük vaatler
isteyen anlamsız, yüz binlerce defa tekrarlayan nakaratın yalanına geldim...
Çıngıraklı yılanların tuzağına düştüm bugün...
Senin kanatların kırılırken gökyüzünde, ben
ağaçları kıskandıracak bir ahenkle halat gibi sapasağlam durdum yeryüzünde...
Bulanmışken bu aristokrat sevdanın rengi, sen dengine göre birini bul!.. Çengi
gibi oynama karşımda!.. Git!..
Ben yıkılmadım, bütün sütunlar yıkılsa bile...
Bugün aşk denen bitmeyen yangının
dumanından kaçtım; bulutlara uçtum bugün... Adresi yükseklerde bir yerde, saf
pamuktan yapılan harikalar diyarına gidiyorum... Susuz kaldığında merak etme
ağlarım senin için... Geride bıraktım nefret kokan hazin hayat maceramı...
Takvim yapraklarını taşa bağlayıp denize salladım bugün...
Son kullanma tarihi geçen hatıralarımı
balıklara yem ettim... Rüyâlarımı, masallarımı, oyuncaklarımı... Hepsini de bir
sandalın arkasına bağladım... Ben burada kurumuşken, onlar sırılsıklam olsun
bari...
Bugünümü artık dünden düşünmüyorum... Yarını
zaten düşünmüyorum... Bazen hiçbir şey düşünmüyorum... Düşündüğüm tek şey
düşünmemin bir fayda etmeyeceğini düşünmek olsa gerek...
Hani tatlı aşklar vardır ya; şerbet bile
cazibesinde duramaz... Bir yudumda içmek istersin...
Ve bazen de en acı yudumlar vardır
hani; şerbeti, şekeri bir yana bırakır onları damarlarına kadar sindirirsin...
Küstürürsün ne kadar tatlı varsa... Ya da muhakeme edersin; ağzımın tadı mı
kaçtı? "Yoksa tadım mı kaçtı?" diye... Nasibinde ne varsa razı
olursun hani... Ya da acıyla tatlıyı birbirine karıştırırsın... Belki de
yerlerini şaşırırsın... Nerden bileceksin ki? Sanki üstünde mi yazıyor? Aman...
Nereye geldi konu? Bırak boş ver... Ben zaten hepsinden de içtiğim için
alışığım... Biraz acıyla, biraz da tatlıyla karışığım... Ben nasıl bir aşığım
böyle? Doğrusu ben de bilmiyorum...
Bugün aşk denen rüyânın en tatlı yerinde
uyandım... Çocukken dedeme sorardım; ''Tekrar uykuya daldığımızda rüyâ neden
kaldığı yerden devam etmiyor?'' diye... Dedem gülerdi... Bu tatlı rüyânın en
heyecanlı sahnesinde neden uyanıyorum? Uykularım neden kaçıyor? Neden uçuyor
elimden tozpembe yarınlarım? Arasına neden reklam giriyor umutların? Hangi
çamaşır suyu temizleyecek benim kararmış yüreğimi? Neden arkasına hep en acıklı
filmler başlıyor? Ya da neden bana denk geliyor hep? Neden? Neden? Neden? Neden
neden diye hep ben soruyorum?
Bugün sesim kısıldı; nefesim kesildi bugün...
Pamuk prensesim hangi kafese kapandın nerdesin? Bu aşk denen duygu;
mutlulukların uyku saatine mi denk geldi yoksa?
Oyun oynamayı ben mi seviyorum? Hiç
zannetmiyorum... Ben seni ne pazara ne de mezara kadar sevmiştim... Mezar
taşıma adını yazacak kadar sevmiştim!..
_/' İbrahim Halil MANTIOĞLU '\_
Yazarın
Önceki Yazısı