Rüzğarın sesi insanın kulakların da bazen tatlı bazen de öfkeli bir ses gibi yayılırken, son yaprak da ha düştü ha düşecekti kuru dalından. Mevsim sonbahara veda ediyordu. Gündüz ölü güneşten yayılan tatlı bir serinlik varken, hava geceleri soğuk olmalıydı. Sabahın erken saatinde koca ilçede dışarıda kimseler yoktu. En hareketli yer olan hastanenin girişinde her zaman ki gibi sadece müdavim hastalar girip çıkmaktaydı.
‘ Hep aynı hastalar yıllardır mesaiye gelir gibi yine soğuk demeden gelmişler. Keşke birer görev versek de sıkılmasalar’ .
Diye nöbetçi personel gülerek, evlerine konuk gelmiş gibi hepsini selamladı. Kırk yıllık dost gibi dünden yarım kalan sohbetlerinin devam ettiler.
Anadolu’nun bu sessiz ilçesine mecburi hizmet için yeni gelen Ülkü Hanım, kiralık ev bulamayınca hastanede kalmaktaydı. Hastane perili evler gibi tepeye kurulmuştu. Bahçesinden bakınca dik yoldan gelen giden herkesi görmek mümkündü. Ülkü hanım henüz mesaiye başlamadığı halde, sabah sabah hava soğuk olmasına rağmen hastane bahçesinde hava almak için dolaşırken, sırtındaki peleriniyle alışık olmadık bir görüntüsüyle dikkati çekiyordu. İlçeye geldiğinden beri kısa sürede herkesle dost olmuştu. Dostlarının tüm çocuklarının da Ülkü teyzesi olmuştu. Onun adı artık Ülkü teyzeydi.
Hastanenin bahçesinde banklarda oturan yaşlı hastaların haricinde ortalıkta gölge gibi dolaşan, bazen de yaşlı koca bedenlerin arasında kaybolan bir çocuk belirdi. Hayalet gibi sessizdi ve kâğıt parçası gibi sağa sola savrulur gibi düşüyordu. Ülkü teyze sabahın ayazında tek başına düşe kalka yürümeye çalışan bu çocuğu merak etmişti. Sabah sabah hastanede ne işi vardı.
‘Gel bakayım, seni kim bıraktı buraya. Annen nerede’ .
Diye sormak için, çocuğun yanına yaklaştı. Dokunmak istedi. Çocuk birden kendine yakalaşanı ve dokunan eli fark edince, biraz önce kim bilir hangi dipsiz kuyularda olmalıydı ki birden derinden sarsıldı, korktu ve titremeye başladı. Çelimsiz ve minnacık boyu ile suskundu. Kundağa sarılmış bebek gibi çaresizce debelenir gibiydi.
‘ Gel bakayım yanıma adın ne’ diye sorsa da Ülkü teyzesi cevap alamadı. Sadece meraktan bakan bir çift gözü vardı gözlerine hapis olan.
Dokununca dalından kopacak narin bir çiçek gibiydi elleri. Dört bilemedin beş yaşındaydı. Çok aç ve yorgun bedenini incecik bacaklarının taşıması zordu. Ayağının biri çoraplı ama ayakkabısızdı. Diğeri ise çorapsızdı ve büyük yırtık erişkin pabucu vardı.
Ülkü teyze saçlarını okşamak istedi. Çocuğun saçları şekilsiz ve darmadağınıktı. Saçının rengi soğukta kalmış hasta zayıf buzağılarınki gibi dik, cansız ve renksizdi. Yüzü, kaç günlük kesilmiş limon gibi büzüşmüş ve sapsarıydı. Birileri tarafından çok örselenmiş olmalıydı ki, kirli yüzünde bile morluklar görülüyordu.
Adını söylemeyen suskun çocuğun gözleri çoktan ışığını kaybetmiş sönmüş yıldız gibiydi. Yanaklarında yer yer lira büyüklüğünde açılmış renksiz bölgeler vardı. Vitaminsiz kalmış olmalı ki dudakları çatlak çatlaktı. Uçuklamış kan sızan dudaklarını ısırıyordu. Belli ki canı çok yanıyordu. Üstünde yırtık rengi solmuş tişört ile pantolon diyebileceğimiz dizleri yırtık ve bedenine göre büyük olduğu için sürekli düşen bir giysisi vardı. Kim bilir ne zamandır su yüzü görmemiş olan bu giysinin bazı yerleri de elle zorla yırtıldığı için yırtık parçaları sarkıyordu. Ülkü teyzenin içi buruldu. Yavrunun her yanından yokluk ve acı dökülüyordu.
Birden çocuğun incecik bileğindeki mührü görünce iyice üzüldü.
‘ Aman tanrım bu mührü neden vurdular bu çocuğa’ diye kendince söylenirken, yan taraftaki kolona dayanmış olan ve ağır geçen nöbetinden sonra yorgun bedenini dinlendiren sivil polis olduğu sonradan anlaşılan biri devreye girdi.
‘Adli bir vaka ve kontrol için hastaneye getirildi.’derken çocuğa sahiplenmek için çocuğun elini sıkıca tuttu. Oysa o güçlü parmakların tuttuğu el kim bilir nasıl örseleniyordu. Kısa sohbetten sonra:
‘Gece ekiple dolaşırken, çocuğu şehrin dışındaki çöplükte tesadüfen baygın bulduk. Çırıl çıplak yatarken nerdeyse soğuktan ölecekti. Yanındaki giysileri giyindirip getirdik’ dedi.
Koca adam polis çocuğa olan merhametini ve sevgisi göstermek için elini daha da sıkarken neredeyse ağlayacaktı.
Çok geçmeden acil doktoru geldi ve çocuğun muayenesi için soyundurdular. Her dokunuşta ve bir parça giysisi çıkarılınca, yaşadığı vahşi saldırıyı hatırlamış olacak ki, korkan çocuk avazı çıktığı kadar bağırıyordu. O küçük çelimsiz, zayıf bedeni özel işlenmiş işkence tablosu gibiydi. Sigara söndürülmedik boş yer kalmamıştı. Üstelikte tecavüze uğramıştı. Kim bilir gecenin o ayazında hoyrat ellerce yavrucak nasıl örselenmişti. Nasıl kıymışlardı bu yavrucağa. Kimi kimsesi yok muydu acaba?
Çok duygusal olan Ülkü teyze o kadar çok etkilenmiş ki çocuğun muayenesi bitip eski püskü giysileri giydirilmeden, bir anaç tavuğun kanat çırpıp yavrusunu kediden kaçırması gibi , sırtındaki pelerinin acele açıp içine o çıplak bedeni bir buket çiçek gibi sarıp bağrına bastı. Tüy kadar hafifti yavrucak. Ummadığı anda kendine sarılan bir beden ve iki kol arasında kalan çocuk ağlıyordu, ülkü teyze ağlıyordu. Çocuğun ve onun gözyaşları birbirine karıştı ve sicim gibi çıplak korunmasız hırpalanmış bedene aktı. Öyle sıcaktı ki damlalar soğuk bedeni yakıyordu. O yavruya b eklide hayatında ilk defa sevgi ile sarılan biri olmuştu. Çocuk artık korkmuyordu ve yavru kuş gibi Ülkü teyzenin kollarının arasına sığınmıştı ve meraklı bakışlarla aşağıdan yukarıya doğru gözyaşları hala akarken seyrediyordu. Ülkü teyze o minnacık parmakları avuçlamıştı ve iğrenmeden kutsal bir el gibi öperken gül bahçesinin en güzel mis kokulu gülü gibi kokluyordu yavrucağızı. İnceliğinden kırılacak kadar narin parmaklar ve körpe beden sele kapılan dal gibi kendini bırakmıştı Ülkü’nün ellerine ve kollarına.
Çok geçmeden hastanenin dik yokuşunu aceleyle tırmanan grup belirdi. Çoğu nefes nefeseydi. Erkeklerin elleri soğuktan ceplerindeydi. Kadınların ise koltuklarının altındaydı. Çocuklar ise yorgun minicik adımlarla büyükleri takip ediyorlardı.Görünüşlerine bakılırsa hepsi yok yoksul insanlardı.Çoğunun solgun benzine rağmen ağızlarında ışıl ışıl yanan altın mı desem, yoksa mis kaplama mı dişleri vardı. Hışımla gelip çocuğu aramaya başladılar.
‘Nerede çocuk, kim sakladı bizim oğlanı’ .
Diye her yere saldırmaya başladılar. Biraz sonra durum anlaşıldı. Gelenler tecavüze uğrayan çocuğun ailesiydi. Polis bölgeyi araştırıp kayıp çocuk kimin olabilir diye bölgenin dışında konaklayan göçerleri de sorgulayınca ancak fark etmişlerdi oğullarının kim bilir en zamandır kayıp olduğunu. Çocuğu çöpe atılmış değerli bir eşya bulmuş bir gibi pelerinin içinden çıkarıp giyindirdiler. Öfke selinden herkes boğulacak gibiydi.
Annesi olacak olan bayan dizlerini dövmekten, yerlere düşüp kalkmaktan çocuğuna bile sarılamadı.
‘ Kim yaptı bunu benim bebeme’ diye avazı çıktığı kadar bağırdı durdu.
Babası olan kişi hala başına gelen onca şeyi çözememiş olan çocuğun suratına öyle bir tokat savurdu ki, çocuk yüz üstü düştü.Bir tek ağzından kan akmamışken,kan da akıyordu şimdi. Açık renkte kan mı, yoksa sulandırılmış kızılcık şerbetimiydi besinsizlik yüzünden… Yerden kaldıranda olmadı Ülkü teyzeden başka.
‘ Kaç gündür evde yoktun. Sana çöplüğe git diyen mi oldu’ derken aslında hepsinin ortak kaderlerine sitem ediyordu. Babanın yaşadığı o eziklik tanımlanamayacak kadar hüzün doluydu. Kısa süre sonra her yaş grubundan 8-9 çocuk tüm hastane koridorunu da doldurduğu için ortalık iyice karıştı.O çocukların çöplükte bulunan çocuklardan pek farkı yoktu darp izlerinden başka.
Hastaneye kayıt için nüfus bilgileri sorulduğunda, ne çocuğun, nede ailenin nüfuz kayıt bilgilerine ulaşılamadı.
‘Hadi çocuğun adını soyadını söyleyin ki kayı da geçelim’ olay resmileşsin’ diye defalarca ısrar edilmesine rağmen:
‘Biz Romanız, ne yerimiz, ne yurdumuz belli. Nüfuz kaydımız hiç yok. Arabanın üstünde nereyi bulursak orada konaklarız. Bize yer yurt verende yok, bizi insan yerine koyanda yok ’derken başka bir yaraya parmak bastı. Çocuğun adını da söylemediler. Ne fark ederdi ki…
Gelişen olayları takip eden Ülkü teyze:
‘Size yardım edip bu çocuğa kimlik çıkarıp ona yapılan haksızlığı telafi etmeliyiz ‘ deyip bir taksiye atlayıp onların yaşadığı, başka tanımlamayla çöplük benzeri terk edilmiş başka bir yere gitti.
‘Bir adres bulmalıyım‘ derken heyecandan ölecekti. Adını dahi söylemedikleri çocuğun kimliği olacaktı. Aileden herhangi bir yerde tek bir nüfuz cüzdanı kaydı yeterliydi. Çocuğun babası;
‘Benim küçük kardeşim Kayseri’de kayıt oldu. Düzenli ve okumuş vatandaştır. Tüm aşirette sadece onun kaydı var’ derken söylediğine de pişman oldu.
‘Tamam, işlemleri ben hallederim ’.
Diyen Ülkü teyze kendi gayreti ve yardımlarla işlemleri kısa sürede tamamladı. Çocuğun yaşadığı yere gidip aileyi son imza için götürmeye gitti.
‘Gözümüz aydın, hadi gidelim ve atın şu imzayı. Hem sizin kaydınız, hem de çocuğun kimliği olacak. Adli vaka kayda geçsin ki, adını koyacağımız çocuğa yaşatılan acıların hesabını sordurtalım.’derken pekiyi dolu karnesini sevinçle havaya savuran öğrenci gibi evrakları havada sallıyordu.
‘Ben imza atamam. Yaşım otuz sekiz. Yedi tane bebem var. Beni askere götürürler. Çocuklarıma kim bakar. Vergi isterlerse ben ne ile öderim. Kaderimiz bu bizim. Çocuğun adı olmuş, olmamış fark etmez ‘ .Derken yüreği kanayan çaresiz babanın gözleri dalıp gitti.
Aradan bir hayli zaman geçti. Ülkü teyze çocuğu ziyarete gitti. Geçen zamanda yaşadığı travmayı hala unutmamış olmalı ki, yaşıtlarıyla çamurlar içinde yürürken, ürkek bakışlarıyla Ülkü teyzesine soru sorar gibi üzüm karası gözleriyle bakıp durdu. Ülkü teyzesinin ruhunun derinliklerinde kara gözleriyle bir onulmaz çukur açarken, adı saklı kaldı yazılmayan dosyalar arasında.
Ne kayıt oldular, ne yerleri yurtları oldu, nede o yavrunun hesabı kimseye sorulabildi. Şimdi kim bilir hangi bilinmezlerde mevsime göre göçmen kuşlar gibi konaklamaktadırlar.