Hasret
Yüzü düştü. Daha dün gelmeme rağmen, onda bir hâller
sezmeye başladım. Onu hiç tanımayan biri de olsa, aynı şeyleri
düşünürdü. Gözlerini sabit bir noktaya dikip kaşlarını çatıyordu.
Eşarbı, yaşlarını saklasa da gözlerinin, yanaklarının sürmesiz allığı
kendini belli ediyordu. Aklından neler geçirdiğini kendi hayâlimde
kurdukça, ona yetişemeyeceğim konusunda karar kıldım. İlkindi vakti,
aynı anda çaydanlığa elimizi attığımızda, ellerindeki soğuk, pamuksu
hâlin farkına vardım. Sanki, sanki o şeker sarısı, şeker pembesi teni,
vücudunun bir parçası değildi: O kadar temiz ve o kadar beyazdı ki,
bazen karşımdaki insanın hâlâ soluyacak bir nefesi olması, şaşırtıyordu
beni. Cildinde daha önce görmediğim yağ lekeleri; hemen de kaşlarının
üzerinde, saçlarının bitişiğine yerleşivermiş. Yine de suratı, kendini
yenileyen deri gibi bebeksi ve oldukça çocuksu gösteriyor onu. Benim
için çok uzun zaman olsa da şu dört ay, onu daha çok yaşlandırmış.
Yüzünde daha önce yer almayan çizgilere rastlamak; gecenin karanlığın
dibini bulup haline şükretmesi gibi birşey. Daha bir kararlı bakıyor
gözleri ama hiç bilmedğim bir konunun yamacında, belki de içinde...
Onu bıraktığımda çehresinde gül tomurcukları açıyordu. Alt tarafı bir
dönemlik fakülteye gitmiştim. Ne değişmişti bu süreçte, anlamaya
çalışıyordum. Her bakışında bir mana, bir önsezi, bir eksiklik
hissediyordum. Gözlerimiz ne zaman kavuşsa, o, kendinden bir pare daha
yitiriyordu. Resmen gözlerimin önünde eriyor, kahroluyordu. Yüzünü gün
ışığına karşı perdelemesinin bir açıklaması olmalıydı. Yanına oturdum.
Bana:"Bak dedi, şu bahçeyi görüyor musun?" Ona, eğer perdeleri çekersem
görebileceğimi söyledim. Bu sırada da olan oldu. Bir elim perdeyi
aralarken gözlerim; beklediği pencere yerini boydan boya kaplayan,
duvara çivilenmiş kereste yığınlarının üzerindeki, asılı bir karpostala
takılıverdi. Ellerimiz bu sefer perde üzerinde birleşmişti. Haykırmaya
başladı. Hıçkırıkları, ahşap zemini dolduruyordu. "Ne kadar ıssız, değil
mi?" dedi titreyen kısık sesiyle.
Karpostalın altında küçük
yazılarla "... mezarlığı" yazıyordu. Elime bir zarf uzattı. İçinde
özenle yazılmış bir mektup duruyordu. Gönderen kısmında "Seni çok seven
ve hep sevecek olandan..." yazıyordu. Başını sallayarak okumama onay
verdi. İçindeki resmi göğsüne bastı sonra da öpüp durdu. Öyle merak
etmiştim ki bu resmi, bakmaya çalıştım. Mektubu bile unutmuştum adeta.
O, resim olduğundan emin olduğum kalın kağıdı öpedursun, bense mektubun
içinde büyük harflerle "1918 Doğumlu..." diye başlayan satırları okumaya
başladım. İlginç gelmişti bu tarih ve bir solukluk yazıda tükendiğim
andı bu. Mektuptaki herşey bana aitti. Benim yazımdı bu. İşin tuhafı, ne
zaman yazdığımı bile hatırlamıyordum... Kendi yazımı tanıyamamıştım.
Elleri hâlâ benim ellerimin üzerindeydi. Beni farketmesini istedim. Ona
sarılmak... Hiçbirşey, öptüğü resim olmak kadar zor olamazdı.
Halime Erva Kılıç
(
Hasret başlıklı yazı
yagmur-kilic tarafından
3.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.