Bir hiçti. Müsveddeleri hazır, ibrişimli bir sokakta, kışı bekler gibi dikilmişti. Üstelik incecik bir basmadandı pantolonu. Rüzgâr, elbisesinin gözeneklerinde dans eder gibiydi.  Ya mevsimini bilmeyen bir çiçekti açmıştı, ya da bilerek _solmak için_ ayaklarını bu yere basmıştı. Şeytani pabuçları, ıslanmış bir denizkızı gibi eriyikti. Duygusuzluğu bir kenara bırakılmış, saçma bir duyarsızlıktı bu. Titriyordu. Üşüdüğünü kapatıyordu mavi yağmurluğuyla. Önemsiz bir kedinin kartondan bir eve sığınması gibi sessizdi miyavlayışları. Sığmadığı o ıslak kartona muşamba geçirmiş adama ıstırapla baktı. Bu adam bile kendisini fark etmeden geçmişti yanından. Daha da arttı hiçliği. Susuyordu. Ayakları yoğun bir batağa saplanmış gibiydi. Yürüdü. Büyük bir güçlüktü adımları. Köprüye gelmiş, kenarda otobüs bekleyen insanların karınca gibi bir araca tıkıştıklarını görmüştü. Ellerinde bir kartla serbestçe, biraz da sıkışık, ama en azından turlayabiliyorlardı istedikleri yerleri. Gidecekleri mekânları önceden seçmiş, oraya ulaşmanın kimi heyecanı kimi de sıkıntısındaydı.

 Ayakkabı boyayan biri, “boyalım ağabey!” diye seslendi. Yüzü ona çevrilince, adamın kasılan dudakları “e hadi uzat ayağını” diye üsteledi. Hiç ayakkabı boyayan birini görmemişti. Boş ayakkabıları görünce ayağını keseceğini sandığı bu adama acındı. Gözlerinden cahillik tütüyordu. Mal mal ne bakıyorsun, dedi adam. Bakışlar daha keskin olunca korktu ve tezgâhını topladı. Boş ayakları da yanında götürdü.

  Tünel gibi bir yere gelmiş, merdivenleri tek tek iniyordu. Küçük, iki ve dört tekerlekli, kimi askıda kimi hep aynı yöne dizilmiş, cansız hayvanlar gibi duruyordu bisikletler. Hızlı ve amansız geçen taşıtların ardından bakamıyordu bile. Biri ona doğru bağırdı “canına mı susadın?” o ise kendisine söylendiğinden habersiz, kaybolan bu sesin tekrarlarını işitir gibi oldu. Soğuk ve gerçekten kaskatı bir cellât gibi etrafını kuşatan kalabalığa aldırmadı. Yürüyerek onlardan uzaklaştı. Sonunda sakin bir yol buldu yürüyecek. Çok yorgundu. Açtı. Büfeden sıcak yemek kokuları değiyordu burnuna. Ne olduğunu hatırlar gibi oldu. Dişleri gıcırdıyordu ama tam olarak anımsayamadı bu duyguyu. İçgüdüsünün tersine hareket ediyordu. Ayakta dikeliyordu yine. Onu görenler, niçin bu kılığı yazdan kaçkın adamın köprü girişinde beklediğini anlayamadı. Bir heykel gibi pineklemişti buraya ve bir heykel gibi bembeyazdı suratı. Mezarlığın girişinde başka bir kitabeydi gördükleri. Git gide kararıyordu hava ve git gide siliniyordu dünyadan bu şey. Şimdi hiçbir şeydi.

 Gece ipil ipil yağmalıyordu yeryüzünü. Balıklar oynaşıyordu göklerde. Derin bir ses ona seslenir gibi gürlemişti. Şimdi daha çok ıslaktı ve hissettiklerinin korku olduğundan habersiz, dolu mezarların altına sığınıyordu.

 Yoldan geçen bir arabanın önüne durdu. Namaza durur gibiydi. Bilmediği duyguları bir tek bugün, sıkılmış gömleğinin içinden damlıyordu. Arabadan birkaç adam çıktı, bellerinde tuhaf ve küçük bir oyuncağı çekip ona doğrulttular. Gözleri açıktı. Tasasızdı. Üstelik gülüyordu. “deli mi ne?” deyip isteklerinden vazgeçti adamlar. Başlarında yeterince bela olduğunu tekrarlıyordu içlerinden biri. Ama ne kadar çalışsalar da kımıldamıyordu o. Çareyi hep birlikte onu kucaklayıp fırlatmakta buldular.

 Arkalarında kâğıt parçaları bıraktıklarını görünce yaklaştı. Tuttu. Islak gazetedeki figürü tanıyor gibiydi. Karanlık bir ayna olan kaldırımlarla aynıydı bu resim. İçinden ne olduğunu kestiremediği bir haykırış çıkıyordu dışarıya. Öksürüğünün adını koyamamış, onunla çarpışmaya koyulmuştu. Yığıldığı çamurlar içinden sabaha varmış, etrafındaki insanlara anlam verememişti. Birkaç lacivert elbiseli adam ellerini bağlamak istediler çelik bir bileklikle. Kafasını sallarken, kabul edemeyeceğini ifade eder gibiydi. Koruma amaçlı, hadi dediler. Korumanın ne demek olduğunu hatırlar gibi oldu. Gözlerinde bu adamların benzerleri perde perde yandı. Yangın. Büyük yangındı şimdi kimsenin yetişemeyeceği kadar hızlı koşarken, gözlerinde tüten. Bir çocuk çığlığıydı bunca zaman susuşunda saklı olan. Ayna, köprü, bisiklet, gazete… Şimdi hatırlıyordu isimlerini. Ama birleştiremiyordu ne anlama geldiklerini. Bir çocuktu, futbol oynuyor gibi koşuşturuyordu topun peşinden. Ama top yok. Kovalanıyordu. Ayağı takıldı, sıçradı. İleride bir ev yanıyordu. İçine düşmüş gibi çırpındığı bir ev. Bu sefer ne yaptığını biliyordu. Bu sefer nereye gittiğini de biliyordu. İşte kendisiydi balkondan “anne, anne kurtar beni” diye bağıran. Ve bir kadının çıplak ayaklarıydı bahçede gördüğü. Kül rengi ninesiydi, hala içeride tutuşmakta olan. Yangın evine koştu. Çelik gibi bedeni, etten duvarları ezip geçmişti. “gitme, deli misin?” diyorlardı. İlk defa yanıt verdi. “Sadece bir hiçim.” Kimse duymamıştı onun cevabını. Alevlerle kucakladığı kendiydi dışarıya çıkardığı. Yaşlı kadın kül değildi. Ve çıplak ayaklı kadın henüz hareket ediyordu. Çocuk: “yanıyorsun” dedi: Saçları yanık kokan, mavisi erimiş yağmurluğuyla kendisini söndüren bu adama.  Ve sonra düştü. Düşen kendiymiş gibi bıraktı yere. Kalabalık kaldırdı çocuğu ve diğerlerini. Polisler tanıdı onu, bir yangın neticesinde aklını kaçıran çocuğu. Bu adamı. Şimdi alevlere yönelmiş, onlarla boğuşur gibi soruyordu annesini, kendini ve ninesini…

 

Halime Erva kılıç

10 Aralık 2010

( Hiç başlıklı yazı yagmur-kilic tarafından 19.12.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu