“Gözde’ciğim merhaba canım! Ben Esin!”
“Adını söylemesen sanki tanımayacak mıydım? Nerelerdesin güzel arkadaşım! Ne kadar hoş bir sürpriz bu! Anlat bakalım. Nasıl gidiyor hayat!
“Nasıl olsun! Hem iyi hem de kötü. Hayatım hep yanlış limanlara demir atmakla geçti. Bir gün “Yeter artık, yanlışlarının, doğrularını götürmesine göz yumma” dedim kendi kendime.
Biliyorsun, eşimle birbirimize duyduğumuz hisler karşılıklı değildi. İlk kez bir kararımızda ortak duygular içindeydik ve bunu boşanırken açık yüreklilikle dile getirdik. Artık ayrıyız. Neyse… daha fazla içini karartmayım. Beni boşver! Asıl bütün haberler sende. İşe başlamışsın. Hayırlı olsun. Uygun olduğun bir zamanda seni işyerinde ziyaret etmek istiyorum.”
Kısa bir sessizlik oldu aramızda. Esin; sürekli “Alo alo” diyordu. Ona, Serdar’ın daire başkanım olduğunu nasıl söyleyecektim ki. Aklıma geçici bir çözüm geldi.
“Esin’ciğim şu anda aşırı yoğunuz. O yüzden ziyaretçi almamız yasak ama evim müsait. Adresimi vereyim, akşam gel. Uzun uzun da konuşuruz.”
Esin, öne sürdüğüm mazereti anlayışla karşılamış, “Benim için fark etmez. Akşam görüşmek üzere” demişti. Derin bir nefes almıştım. Adresimi vermiş, “Akşama mutlaka bekliyorum” diyerek telefonu kapatmıştım.
Elimi telefonun üzerinden çekip çekmecemi açıyordum ki yeniden telefon çaldı. Arayan Birol Beydi ve bir evrak istiyordu. İstediği evrağı ilgili klasörden çıkarıp hemen odasına götürdüm. Birol Beyin ağzında pek çok dişi olduğunu ilk kez görüyordum. Bir de odasından çıkarken teşekkür etmesi hayret duygumu tavana çıkarmıştı.
Her koridora çıkışımda önce sağa sonra sola bakıyordum. Serdar Bey tehlikesi ufakta görünmüyorsa koşarak işimi halledip odama geri dönüyordum. Polisten kaçan suçlu, ezilmekten korkan yaya gibi hissediyordum kendimi. Neyse ki sabahki fırtınadan sonra mesai bitene kadar bir damla Serdar düşmemişti hayatıma. Bundan sevindirici ne olabilirdi ki!.
Serviste aklımda tek bir düşünce vardı: “Esin’e güzel bir ziyafet vermek için neler yapabilirim?”
Durağımda iner inmez markete girdim ve Esin’in neleri sevip neleri sevmediğini hatırlayabilmek için hafızamı iyice zorladım. Sonuçta hiçbir detayı atlamamıştım. Onu hoşnut etmek için elimden ne gelirse yapmak istiyordum.
Eve adımımı atar atmaz üstümü değiştirip mutfağa geçmiştim. Her şey mükemmel ve arkadaşıma özel olmalıydı. Sonunda hazırdım.
Çalan kapıyı açtığımda Esin’i tanıyamamıştım. Saçları siyah ve kulak hizasındayken şimdi beline kadar uzun ve kızıldı. Biraz da kilo almıştı. Ama gözleri yine cıvıl cıvıl bakıyordu. Birbirimize özlemle sarılmıştık. Onunla geçmişe uzandık; kâh gözlerimiz nemlendi kâh güldük. Sohbetimiz gittikçe koyulaşıyordu. Serdar konusunu ne Esin ne de ben bir türlü gündeme getiremiyorduk. Aslında kendimi suçlu hissediyordum. Neticede, Esin, ansızın işyerime gelip Serdar’la karşılaşırsa dostluğumuz derin bir yara alabilirdi.
Esin, bir ara yanıma sokuldu ve “bak gözlerimin içine” dedi ve sonra “Bana söyleyemediğin bir şey mi var?” diye sordu. Ne de olsa en yakın arkadaşımdı ve bir şeyler sakladığımı sezmişti. İçimdeki ses, Esin’e gerçekleri anlatmamın en uygun hal tarzı olduğunu söylüyordu. Ben de o sese kulak verdim. O dakikadan sonra ilginç rastlantıyı artık Esin’de biliyordu. Oldukça da olgun bir tavır sergilemişti.
İçimde yine de garip bir tedirginlik vardı. Acaba yüreğinin saklı bir köşesinde Esin de 'Keşke Serdar’ın kaçamağını bana söylemeseydi” deyip beni suçluyor muydu acaba? Sanki duymuş gibi Esin konuşmaya başladı.
“Gözde’ciğim hani adını bile anmak istemediğim zat-ı muhterem vardı ya. Serdar’la aramıza giren kız! Ben onunla görüşmüştüm. Durum öyle Serdar’ın söylediği gibi değilmiş bazen ikimizle aynı gün buluştuğu bile olurmuş. Anlayacağın o zamanlar sana söylediği gibi gelip geçici değil bayağı yerleşikmiş Gülay’a olan sevdası. Gerçi Serdar’a kızıp başka biriyle evlenmem de hataydı. Levent de Serdar’da bir klavyedeki yanlış bastığım harflerdi. İkisi de hayatımda anlam karmaşası yarattı. Neyse ki hata yaptığımı geç de olsa anladım. Elime kızıp parmaklarımı kırmak yerine elime doğru hükmetmeyi geç de olsa öğrendim.”
Esin, oldukça olgun bir tavır sergilemişti. Hatta “Arkadaşım, özelinle işini ayırt etmeyi bilmelisin. İşinle ilgili bir sorun yaşamanı asla istemem. Sakın Serdar’la polemiğe girme ve işini tehlikeye sokma” diye de tavsiyelerde bulunmuştu.
Esin’in düşünceleri yüreğime su serpmişti. “Gerçek dostumdun ve hâlâ da öylesin” dedim elimi dizlerinin üstüne koyarak. Böyle bir dostum olduğu için şanslıydım hem de çok .
Yemekten sonra yatağımın hemen karşısındaki annemlerden kalma eski üçlü kanepeyi Esin için hazırladım. Fakat bir türlü gözlerimiz kapanmıyordu. Bugüne kadar içimizde ne çok biriktirdiklerimiz varmış. Günün ilk ışıklarına kadar sohbet ettik. Uykusuz bir gece geçirmemize rağmen ikimizin de gözleri ışıldıyordu. Sabah beraber çıktık evden. Ben servise o da dolmuşa yöneldi. Son sözümüz; “daha sık görüşelim, arayı açmayalım” olmuştu.
Günler evden işe, işten eve akıp gidiyordu. Seyfettin Bey’in emeklilik öncesi kullandığı yirmi günlük izin bitmiş, ilişik kesme ile ilgili bütün işlemleri tamamlamış, şimdi de herkesle tek tek vedalaşıyordu. İçimdeki hüzün gözlerime yansıyor o da gözpınarlarımı doldurmakta gecikmiyordu. İnce ince süzülen gözyaşlarım mutsuzluğumu ıslatıyordu. Bana sıra gelmişti. Yine üzerinde ona çok yakışan babacan tavrı vardı. Hiçbir giysi bu kadar ağır ve ısıtan bir kumaştan olamazdı herhalde. Elini uzattı ve “Seni tanımak güzeldi Gözde! Hep mutlu olmanı dilerim” dedi ve göğüs cebinden usul usul çıkardığı kalemini bana uzattı. Şefkatle omzuma dokundu.
“Bu kalem; düşüncelerim, sırdaşım, gülüşüm, gözyaşlarım oldu ama hiç yanlış yapmadı. Hep hür irademe hizmet etti. Gerçeklerin üstünden harf harf geçti, sesli sessiz bütün harflerle bazen avaz avaz bağırdı bazen de sustu ama sözcüklerim, düşüncelerimin gerisinde hiç kalmadı. Hep doğruları yazdı. Sana da şans getirsin.”
Kulaklarıma inanamıyordum. Bu ne güzel bir hediyeydi. Burada onu göremeyecektim ama kalemiyle hep yanımda olduğunu hissedecektim. Elini öpmek istedim ama başını iki yana salladı. Sadece tokalaştık. “Sil gözyaşı bakalım. Ne zaman istersen beni arayabilirsin.
Vedam sadece çalışma hayatıma. Allah ne kadar izin verir bilemem ama hayatımın ucu şimdilik kalemim kadar açık. Sana başarılar dilerim”.
“Teşekkür ederim Seyfettin Bey. Hakkınızı helal edin”
“Varsa eğer helal olsun. Sen de helal et kızım.”
“Helali hoş olsun!”
Seyfettin Bey’in de gözleri dolmuştu. İzninizle deyip lavaboya koşmuştum. Onu, gözyaşlarımla uğurlamak istememiştim. Vedalar ne kadar da zordu.
Bir hafta kadar masası boş kalmıştı. Yerine atanan personel, ona ait bütün izleri gün gün yok ediyordu. İlk işi, odadaki saksı bitkilerini kat görevlilerine koridora çıkarttırmak olmuştu. Duvardaki saati ve takvimi de söküp atmıştı. Seyfettin Beyin yeri maalesef sadece fiziken dolmuştu.
İple çektiğim hafta sonu tatili nihayet gelmişti. Cumartesi günlerini temizlik yaparak geçiriyor, pazar günleri ise yürüyüşe çıkıyor, kitap okuyor, akşam haberlerini dinliyordum. Arada bir de fotoğraf albümlerime bakıp geçmişe yolculuk yapıyordum. Hayatım hep annem ve babamdan uzak geçmişti. Hâlâ da öyleydi. Bir süre sonra gözkapaklarıma ağırlık çöktü. Kendimi güçlükle yatağa attım. Nasıl yattıysam o biçimde gözlerimi açmıştım. Uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar derin uyuyordum.
İşe gitmek için hazırlanırken içimden “Allah’ım ne olur bugün kötü bir şey olmasın” diye dualar ediyordum. Stres istemiyordum artık. Çünkü yaşadığım her olayda sinir sistemim irili ufaklı hasar görüyordu. Bu da sabrımın önündeki koruma duvarını çatlatıyordu.
Evden çıkışım, yol yürüyüşüm, servisteki kırk beş dakikalık yolculuğum derken yine işyerimdeydim. Asansörün kapısını açtığımda Nilgün’le göz göze geldik. Yüzü, yağmur öncesi tüm kara bulutları toplamış gibiydi.
“Seni bekliyordum Gözde! Annem tül takarken merdivenden düşmüş. Ayağını alçıya almışlar. Bakacak da kimsesi yok. Serdar Bey’den izin istedim o da “sen yokken yerine bakacak birini bulman şartıyla” dedi. Fakat işin kötü tarafı herkesin mazereti var. Bir tek sen kaldın! Yalvarırım beni kırma!”
DEVAM EDECEK
Aysel AKSÜMER