Yeni doğan gün, imza karşılığı elime tutuşturulan kapalı, sarı bir zarf ile başlamıştı. İçimdeki hislerin yüreğimde yarattığı baskı ve sıkıntı; zarfın içindekileri okuduktan sonra daha da çoğalmıştı. Mesleki hayatım ne yazık ki hayal ettiğim gibi başlamamıştı.
Gerçi, amirimden izin almadan görev yerimi terk etmemin karşılığında ödül alacak değildim ya bunun bilincindeydim. Öfkeyle kalkan zararla oturup bir de bacak bacak üstüne atıp keyif kahvesi içemezdi . İyi veya kötü yaptıklarımızın faturası önümüze gerçekler olarak çıkıveriyordu. Hesap; bazen beklediğimiz gibi bazen de yürek kabartan cinsten olabiliyordu. Tıpkı şu andaki gibi.
Neden yüzüm bu kadar transparandı. İçimi olduğu gibi göstermek zorunda mıydı! Kızgın, nefret yüklü ve mutsuzdum.
Her çeşit duygumun pazar yeri gibi sergilendiği ifadelerimle yüz üstü yakalanıyordum herkese. “Gözde'ciğim günaydın canım. Ne bu yüzünün hali, Hayırdır bir şey mi oldu? Yüzünden düşen bin parça, Karadenizde gemilerin mi battı? Ne o sirke satıyorsun yine! “ Yeter artık çekin üzerimden şu meraklı bakışlarınızı” diye haykırmak istiyordum. Ama içimdeki çığlık sadece ve sadece kendi volkanımı patlatmaya yetiyordu.
Zarfı tam ortadan tutup ikiye ayırmak üzereyken Seyfettin Ağabeyin “Hey ne yapıyorsun sen?” diyen gür sesiyle irkildim. Zarf parmaklarımın arasından kurtulup yere düşmüştü. Üzerinde “kişiye özel” yazan zarfım, bir anda “topluma özel” oluvermişti. Hemen eğilip yerden aldım ve ellerim titreye titreye çekmeceme fırlatıverdim.
“Onu öyle cart diye yırtıp atamazsın Gözde! Biraz sakinleş ve odama gel. Ne yapacağını birlikte düşünelim oldu mu? "
Olaydan demek ki onun da haberi vardı. Başımı sallladım ve hiçbir şey olmamış gibi evrak dolabımı açtım. Raf raf dizilmiş dosyalar bana, ben onlara bilinçsizce bakıyordum. Canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Bir an düşündüm. Taşıdığım canı, sonuna iyelik eki ekleyebilecek kadar sahiplenebiliyor muydum? Aslında çevremdeki pek çok insan gibi ben de kendime yalan söylüyordum. Canım sıkılıyor derken bile farkında olmadan canımızı seviyor ve şımartıyorduk. Oysa şu andaki ruh halim; canımı kök halinde bırakmak istiyordu. Sadece ve sadece “can”.
Bana verilen iş ile mesleğim birbirine tamamen zıttı. Bu durumdan duyduğum sıkıntıyı şefim Birol Beye ilettiğimde “ iyi bir memurun verilen her işi layıkıyla yapıp teslim etmesi gerektiği, her şeye itiraz etmemin antipati uyandırmaktan başka bir şeye yaramayacağı, yükselmek istiyorsam az konuşup çok iş yapmak gerektiği” gibi nasihatlerle karşılaşmıştım. Peki onca yıl akıttığım ter, kitaplarımın arasında uykusuz geçirdiğim geceler, üniversite sonrası yaptığım doktora eğitimi cam ve çerçeve içinde mi kalacaktı. Bilgilerimin tozlanıp, şimdiden küflendiğini hissediyordum. Oysa ben, bildiklerimi, gördüklerimi, beynime kazıdığım bilgileri hayata geçirmek ve doyum sağlamak için buradaydım. Eğitim almayan bir kişi de bana verilen işi dört dörtlük yapabilirdi. Maksadına uygun kullanılmayan bir eşya gibi hissediyordum kendimi. Oysa burada beni soğutucu iken elbise dolabı, ampul iken mum gibi kullanmaya çalışıyorlardı.
Kiminle paylaşacaktım ki hissettiklerimi. Şimdi annemle babamı arasam onlarla sıkıntımı paylaşsam neye yarayacaktı ki. “Kızım ses etme, salla başı al maaşı, bu kadar işsiz varken bulmuşsun bir iş atılmak mı istiyorsun, memleketi kurtarmak sana mı kalmış, işin basiti zoru mu olurmuş, daha iyi ya az yorulmuş olursun. Hem daha yeni ev aldık. Bir sürü borç var yavrum. İşten çıkarırlarsa halimiz ne olur bir düşün!” gibi sözler sarf edeceklerine emindim. Bunlar yetmezmiş gibi bir de başımda Serdar faktörü vardı. Ay pardon Serdar Bey! diyecektim. Nasıl da unutmuşum. En iyisi vakti zamanında ilkokul öğretmenimin verdiği ceza gibi bir deftere parmak uçlarım kızarana kadar Serdar Bey diye yazayım. Belki pekişir. Bunu neden daha önce düşünmemiştim ki!.
“Gözde ne o? Kendi kendine gülümsüyorsun. Düşündüklerini söyle de beraber gülelim!” diyen Zeliha Hanım’ın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
“Gerçekten mi? Vallahi farkında değilim”dedim gözlerimi açarak.
“Evet hem de bayağı gülüyordun. Komik bir şey mi oldu?
“Yok canım burada komik ne olabilir ki?” dedim alaycı bir üslupla.
Zeliha ‘nın çıkarken “Hadi kolay gelsin benim öğlene yetiştirmek gereken bir proje var” deyişi içime cuk gibi oturmuştu. Bana verilense hep günlük işlerdi. Oysa ben memleketime faydası olacak projelere imza atmak için okumuştum. Rutin işler bana göre değildi. İçim daralıyordu.
Önüme açtığım dosya bana, ben dosyaya bakıp duruyordum. Böyle olmayacak en iyisi Seyfettin Bey’e gitmek dedim içimden ve dosyayı kendi haline yani dolaptaki yanaşık düzenine terk ettim. Çünkü rafta, diğer hemcinsleriyle daha mutlu bir görüntü oluşturuyordu. Masa üstündeki yalnızlık, dosyaya bile yakışmıyordu.
DEVAM EDECEK
Aysel AKSÜMER
(
Hayallerim Ve Gerçeklerim - 3 başlıklı yazı
AyselAKSÜMER tarafından
25.10.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.