Köstebek Mağarası…
Cenazenin üstünden yaklaşık bir ay geçmişti. Yavaş yavaş yaz tatili de tükeniyordu. İlk bir hafta, taziye için gelenden gidenden acılarını anlayamamışlardı. Gelen gidenin ayağı kesilip de eve karanlık ve yalnızlık çökünce anladılar çınarlarının devrildiğini. Fakat hayat devam ediyordu. Tulumbadan su basılması, koca ineğin yemlenmesi, Saçaklı’nın yalının karılması lazımdı. Anacığı zaten hayata küsmüş gibiydi. Ya her gün mezarlığa gidiyor, ya da sürekli namaz kılıp Kur’an okuyordu ve neredeyse hiç konuşmuyordu. Sümbül’ü de zaten komşuları götürmüştü. Kala kala abisi Selim’le Emir kalmıştı. Selim’e de bir haller olmuştu. Sol ayağını sürüye sürüye avlunun içinde dolaşıyor ve yalnızca Emir’in anlayabileceği şekilde cümleler kuruyordu. Zaman zaman “Hüsnü Gitti” diye bağırıyordu.
Evin sabah işlerini yaptıktan sonra Emir koyunları alıp Kamburtepe’ye gidiyor, akşama kadar ve hatta yatsıya kadar dönmüyordu eve. Ölmüş babasının soğuk ellerini tutma cesareti gösterdikten sonra küçüklüğünden beri gitmeye korktuğu ve zaman zaman rüyalarına giren belki de bu yüzden yatağını ıslattığının da olduğu Köstebek Mağarası’na gitmeye karar verdi.
Aslında korkulacak bir yer değildi bu Köstebek Mağarası, ama gelin görün öyle şeyler anlatılıyordu ki köyün delikanlılarının bile korktuğundan emindi Emir. Çok şeyler duymuştu köy odasındaki sohbetlerde burası hakkında. Kimisi bu mağaranın cinlerin toplantı yeri olduğunu, kimi de “Un Dede”nin mağarada ruhunun gezdiğini ve oraya girip rahatsız edenleri fena korkuttuğunu söylüyordu. Mağaranın tabanında, alışık olunmayacak bir şekilde toprak vardı. Zaman zaman köstebek kümbetleri gibi kabarır ve buhar çıkardı bu kümbetlerin tepesinden. Böyle olunca, mağara çok gizemli ve efsanevî bir yer oluyordu herkesin gözünde. Gerçi vaktiyle bu köyde inceleme yapan bir uzman, mağara hakkında farklı şeyler de söylemiş, altında sıcak suyun olduğunu falan anlatmaya çalışmıştı. Ama ne çare, köylünün gözünde orası çocuklar için “cıs” kendileri içinse oraya girebilene cesaret gösterisi yapılacak bir yer olmuştu.
O gün, koyunları Kamburtepe’ye götürürken, birden karar değiştirip mağaranın olduğu yere doğru yöneldi. Acaba anlatılanlar doğru muydu? Çünkü köpeği Saçaklı mağaraya doğru bakıp bakıp havlıyor, hatta uluyordu. Koyunlar da başlarına öne eğerek oraya buraya dağılmaya başlıyorlardı. Emir vazgeçmeliydi ve hatta neredeyse vazgeçiyordu mağaraya girmekten. O sırada beyaz bir güvercinin mağaraya girdiğini görünce tarifsiz bir heyecan kapladı bütün vücudunu. Hiç dayanamazdı kuşlara, hele de güvercinlere. Cimri dayılarının belki elli çift güvercinleri vardı renk renk ve Emir’in bu merakını bildikleri halde bir çift bile vermeyi teklif etmemişlerdi. Gerçi anasının kabul edeceğine dair derin şüpheleri vardı. Anası, ya hiç sevmediği ağabeyleri beslediği için sevmiyordu güvercinleri, ya da başka bir bildiği vardı. İkide bir “uğursuzluk getirir, hayır etmez” deyip duruyordu. Hâlbuki ne güzel hayvanlardı güvercinler. Hele, takla ata ata süzülmeleri yok mu, onları saatlerce izleyebilirdi. Biti kara, külümsü, top kuyruk, tam paça, limon, mardin, hepsinin hakkında bilgisi vardı Emir’in. Şu an mağaraya giren de bir sütbeyazdı. Hazır anası dünyadan bîhaber iken şunu tutup eve götürse, gizli gizli besleyip anacığını ikna etse ne güzel olurdu. Oradan buradan bulduğu tahta parçalarından geçen yaz üç tane yuva bile yapmıştı. Gerçi derme çatmaydı bu yuvalar ama olsun. Kendi emeğiydi ya…
- Saçaklı, oğlum, benim azcık şu mağarada işim var, koyunlar sana emanet, bana bir şey olursa anamı buraya getirirsin tamam mı?
Bazen, “Acaba köpek şekline girmiş insan mı” dediği ve çok akıllı olduğunu diğer çocuklara hava atarak anlattığı Saçaklı, Emir’i anlamış gibi kuyruğunu hızlı hızlı iki yana salladı, sonra ön ayakları üzerine eğilip gerildi ve esnedikten sonra kısa kısa havladı. Bu, “Tamam” demekti. Emir de Saçaklı’nın mesajını alıp mağaraya doğru yürümeye başladı.
Alnından terler boşalıyordu ama Emir bunun korkudan olduğunu asla kabul etmezdi. Hava zaten çok sıcaktı ve mağaraya gelmek için de bir hayli yürümüştü. Biraz da yamaç tırmandığı için terliyordu. Bu kesindi. Ayaklarının titremesine gelince; yorgunluktan ve açlıktandı. Bir de giydiği lastik ayakkabı büyüktü ve ayağından çıkmasın diye ayaklarını, lastik ayakkabının ucuna doğru ittiriyordu sürekli. Tabi bütün bunlar birleşince de dizlerinin titremesi doğaldı. Zaten mağara da sıcaktı ve hamama girmiş gibi hararet yüzüne çarptı. Hâlbuki mağara dediğin buz gibi olurdu. Hadi burası da olsundu da serin olsundu. Ama ne mümkün! Bu kuş burada nasıl yaşıyor acaba diye düşüne düşüne mağaranın içine biraz ilerledi. Giriş aydınlıktı ama ilerisini göremiyordu. Cebinden, dedesinin babasına küçükken verdiği, babası ölünce de büyük bir miras gibi alıp sakladığı muhtar çakmağını çıkardı. Eline keskin bir gazyağı kokusu bulaştı ve öksürdü. Öksürdükten sonra irkildi ve hemen çıkışa doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. Çünkü başka biri daha öksürmüş gibi geldi kulağına. Birden öğretmeninin anlattığı sesin yankılanması konusunu hatırlayıp güldü kendi kendine ve çakmağı yakıp tekrar karanlığa doğru ilerledi. Mağarayı uçsuz bucaksız bir yer hayal etmişti hep. Ama on beş yirmi adım ilerleyince sonuna geldiğini fark etti. Duvarlarına dokundu, nemliydi, hatta ıslaktı. Islanan elini önce çilli burnuna götürüp derince kokladı, sonra dilledi. Basbayağı su tadı vardı. Ama biraz küflü kokuyordu. Yerde, gerçekten de köstebek kümbetlerine benzeyen kabarıklıklar vardı. Ama buhar falan göremedi. Büyük bir savaş kazanmış komutan ya da ejderhayı bi vuruşta yere sermiş bir kahraman edasıyla dışarı çıktı.
- Saçaklı! Koyunlara göz kulak oluyon değil mi? Korkmayacağını bilsem seni de mağaraya sokardım ama öyle her babayiğidin harcı değil buraya girmek. Zaten senin görevinde dışarıda durup malları ve beni kollamak. Otur oturduğun yerde. Ben çalı çırpı toplayıp bi ateş yakayım şu mağarada.
Saçaklı yine anladı Emir’in dediklerini ve kuyruğunu hızlı hızlı sallayıp başını ön ayaklarının üzerine koydu, hafifçe inledi.
Kurumuş otları ve bir iki parça dalı kucağına basıp tekrar mağaraya girdi Emir. Mağaranın ortasına attı kucağındakileri ve muhtar çakmağıyla ateşledi. Tam o sırada bir gürültü bir kanat çırpması duydu. Peşinden geldiği güvercinle beraber birkaç güvercin telaşla ve hızlıca mağaradan dışarı uçup gittiler.
Kafası bozuldu Emir’in kuşların kaçmasına ama duyduğu yavru sesleri yeniden iştahını kabarttı. Şimdi seslerin geldiği yeri bulmaya çalışıyordu. Yavruların yerini bulmak uzun sürmedi. Mağaranın girişinin sağ üst tarafında bir insan başının girebileceği kadar oyuklar kovuklar vardı ve sesler buradan geliyordu. Hazine bulmuş gibi sevindi Emir. Ellerini birleştirip ağzına götürerek güvercin sesini taklit etmeye çalıştı ama başaramadı. Güvercin yavrusunun sesini iyi tanırdı. Dayılarının ahırında az mı merdivene çıkıp, lokum sandığından yapılmış yuvalara gizli gizli davetsiz misafir olmuştu. Güvercin yavruları başta çirkin oluyorlardı. Onları hep yolunmuş tavuk gibi görürdü Emir. Ama büyüyüp gökyüzünde taklaları saydıracaklarını hayal edince katlanırdı bu çirkinliklerine.
Apik dayısı bir keresinde Emir’i merdiven başında yakalamış fakat kızmamıştı. Emir’i uzunca bir süzmüş ve “Bak Emir, bu hayvanlar yavrularına insan eli değdiğini anlarlarsa onlara bir daha bakmaz, yuvadan atarlar.” demişti. Şimdi bunları hatırlayınca daha dikkatli olması gerektiğini anladı. Zaten oraya nasıl ulaşacaktı ki. Mağarada merdiven mi vardı sanki…
Yaktığı ateşin üzerine mağaradan aldığı toprağı atıp söndürdü. Topraktan kalkan tozla ateşin dumanı birleşince arka arkaya öksürmeye başladı. Bu sefer gülüyordu kendi kendine. Çünkü öksürük sesi yine mağaranın duvarlarından yankılanıyordu. “Anlaşıldı, yalnız kalamayacağım bu mağarada. Belki de un dedenin boğazına kaçmıştır duman” diye söylene söylene ve yavruların sesinin geldiği tarafa hınzır bir bakış atarak çıktı mağaradan.
Emir, bu ilk ziyaretinin ardından daha çok kereler geldi gitti bu gizemli mağaraya. Her gelişinde bir tahta parçası ya da eğri-büğrü küflü çivilerle gelip yığınak yapıyordu bu mahrem mekânına. Arada bir ahırlarındaki çuvallardan arpa yürütüp cebine dolduruyor ve süt beyazı yemlensin diye zıplayarak kovuğun olduğu yere doğru saçıyordu. İyi bakmalıydı onlara, çünkü bu güvercinler Emir’in ilk güvercinleri olacaktı.
Getirdiği derme-çatma malzemelerden bir merdiven yapmaya başladı. Önce, hepsini yere uzatıp kafasından hayali bir merdiven yaptı. Sonra uzunlamasına olan parçaları birbirine küçük tahtalarla birleştirerek iki uzun kolonu tamamladı. Bu arada eğri çivileri düzeltirken, sol elinin ya başparmağına ya da işaret parmağına sürekli, elindeki çekiç görevi yapan kara taşın imzasını atıyordu. Her defasında önce “yandım” diye bağırıyor, sonra da parmağını emerek güya acısını hafifletiyordu. Pek düzgün olmasa da merdivenin ayaklarını çakmayı başardı. Fakat üçüncü basamak ile dördüncü basamağın arasını biraz uzun tutmuştu galiba. Hatasını fark edip merdivene şöyle bir baktı “ Olsun, bu kadarcık kusur kadı kızında da bulunur” deyip gülümsedi. Bu sözü de rahmetli babasından duymuştu. Kendi kendine de olsa, bir cümlede ve doğru bir olayda kullandığını fark ederek keyiflendi. Her şey tamamdı da Emir farkında olmadan boyunun neredeyse üç katı bir merdiven yapmıştı. Gerçi bu onun ilk eseri değildi. Daha önceden de bazı şaheserler inşa etmişti. Mesela rahmetli babası sap arabasını ters çevirip tavuk kümesi yapınca, kapı yapmak için menteşe bulamamıştı ve kestiği parçayı tekrar yerine kapayıp arkasına koca bir taş yaslamıştı. Ama sansar, tilki girer kaygısıyla da gece boyu kalkıp kalkıp kontrol etmiş, uyuyamamıştı. Ertesi gün Emir, eski traktör lastiğinin içinin kenarlarından üç parmak eninde ve iki karış uzunluğunda üç tane lastik menteşe kesmişti. Bunları, kapı ile kapının kenarlarına bir güzel çivilemişti. Hatta çivilerin başı lastikten çıkmasın diye tam çakmayıp, birer vuruşluk kalınca yanlara büktürüvermişti. Kendince bir de mandal sistemi geliştirmiş ve babasını çağırarak eserini gururla teşhir etmişti de babasından kocaman bir aferin almıştı. Ardından da, hiç unutamayacağı şu sözleri söylemişti babası:
- Bana bir şey olursa gözüm arkada kalmayacak. Benim oğlum kocaman adam olmuş da evin eksiğini gediğini yapıyor. Bundan sonra bu evde üçüncü adam sensin oğlum. Biliyorsun annen birinci, ben ikinciyim ve sen de artık üçüncüsün.
Hüsnü, böyle deyip bir de oğluna el ense çekmişti. Babasının güçten kuvvetten kesildiği ta o zamandan belliydi. Emir istese şu yaşında babasıyla güreşe tutuşabilirdi. Zavallı adamın mukavemet gösterecek hâli bile yoktu aslında. O kapı işinden sonra ikinci eserini de bitirmişti Emir. Ama bu işi artık ikinci adam olarak yapmıştı. Keşke babası olsaydı da bir aferin daha alsaydı. Gerçi babası olsaydı ne bu mağaraya gelebilir ne de bu merdiveni yapabilirdi.
Artık sıra bu şaheseri kovuğun altına kadar taşıyıp ayağa kaldırmaya gelmişti. Aslında hem bu kadar büyük olacağını kestirememiş hem de yavruları rahatsız edip tiksindirmemek için mağaranın diğer ucunda icrâ etmişti sanatını. Ne yapması gerektiğini düşünürken birden aklına komşusunun, öküzleri sabana koşarken neler yaptığı geliverdi. Şöyle etrafına bir bakınıp kimsenin olmadığından emin olduktan sonra merdivenin ilk basamağıyla ikinci basamağı arasına girdi. Eğilip merdivenin iki kanadını tutup kaldırdı ve koltuğunun altına sıkıştırarak sürümeye başladı. Dilini, ağzının yanından dışarı çıkarıp ısırarak kovuğun altına kadar getirdi. Merdivenin ucunu mağaranın duvarına dayadı ve azar azar yükseltmeye başladı. Yeterli seviyeye kaldırdığını görünce, durup dinlendi. Merdiven yerde iz yapmıştı. O zaman anladı nasıl zorlandığını. Çünkü yerde “S” çizmişti. Basamakları yavaş yavaş tırmanmaya başladı. İyi ki kilolu bir çocuk değildi. Yoksa çoktan tepetaklak düşmüştü aşağıya. Çünkü her çıktığı basamaktan çıtırtılar geliyordu. Son basamağa yükseldiğinde yaklaşık üç haftadır çektiği emeğin karşılığını aldı. İşte karşısında çirkin iki güvercin yavrusu duruyordu. Biraz tüylenmişlerdi ama hala yolunmuş tavuk gibi görünüyorlardı. Dokunmadı onlara. Hatta fazla rahatsız da etmedi. Bir-iki dakika seyrettikten sonra onları ürkütmemeye dikkat ederek indi aşağıya. Aslında niyeti kuşları alıp evine götürmekti ama içindeki ses Emir’i iyi etkilemişe benziyordu. İnmeden önce ceplerine doldurduğu arpanın hepsini kovuğun önündeki düzlüğe bıraktı. Zaten indikten hemen sonra biri sütbeyaz diğeri külümsü iki güvercin kanatlarını şaklata şaklata kovuğa girdiler.
Emir, bu olaydan sonra eskisi kadar sık
olmasa da mağaraya gelip-gitmeye devam etti. Her geldiğinde arpa getirmeyi de
ihmal etmiyordu. Artık haftalar sonra merdiveni duvardan indirmeye karar
verdiğinde ise çirkin yavrular büyümüş, tüylenmiş ve kovuğun önünde gezinmeye
başlamışlardı bile.( DEVAMI VAR)