Kara Kâzım Usta
Emir’in okuduğu ilçe çok büyük olmasa da yirmi bine yakın nüfusu vardı. Sevimli bir yerdi burası. Yeşildi üstelik. Kışın çok kar yağıyordu. Ama yurt sıcacık oluyordu. Okula başladığının üçüncü ayıydı galiba. Halil Abi’siyle çarşıya çıkmış ve dolaşıyorlardı. Emir, oyalanacak bir uğraş olmadığı için ufak tefek malzeme alıp hafta sonları yeni şaheserler vücuda getirmeyi planlıyordu. Çarşının biraz ötesinde bir marangoz atölyesine girdiler. Emir, yaşlı ustadan tahta kırıkları falan almayı planlıyordu. Yaşlı adam “ Kimsiniz, necisiniz?” diye sorunca Emir, kısaca merâmını ve nereden geldiğini anlattı. Yaşlı usta Emir’i şöyle bir süzdü. Emir’in ellerini kocaman avucuna koyup inceledi.
- Sen pek köy çocuğuna benzemiyorsun oğul, ellerinde nasır yok senin.
- Buraya gelince oldu ustacığım. Köydeyken hep nasırlı olurdu ellerim. Biraz şehirli oldum galiba.
- Bak oğul! Ben yaşlı bir adamım. Ne gözlerim ne de ellerim artık eski hizmetini vermez oldu bu yaşlı adama. Bana, adıyla sanıyla Kara Kâzım derler. Ahşap ev ustasıyım aslında ama eskisi gibi rağbet yok şimdi ahşap evlere. Ben de kendimi kandırıp oyalanmak için şu köhne dükkânı açtım. Ufak tefek tamirat veya çerçeve kapı işleri falan olursa, bin bereket versin, uğraşıyoruz işte. Nicedir yanıma bir adam arıyorum. Hak vâki olur da emâneti sahibine teslim edecek olursak, Mevlâ sormasın niye ilmini kendine sakladın diye. Gerçi sen talebeymişsin ama boş vakitlerinde uğrarsan belki sana devredebilirim bildiklerimi.
Bu iş, Emir’in aklına yatmıştı yatmasına ama nasıl vakit bulacaktı onca dersin arasından. Hem yurttan izin verirler miydi? Emir ihtiyardan alacağı malzemeleri de almadan elini öpüp ayrıldı oradan. Yurda geldiğinde, sorumlu müdür yardımcısına durumu anlattı. Beklemediği bir şekilde olumlu karşılandı İsmet Hoca tarafından. Ancak kendisini ara sıra kontrol etmek şartıyla izin verebileceğini söyledi. Yalnızca hafta sonları burada çalışmak Emir’e ne kadar faydalı olurdu, bunu zaman gösterecekti.
Emir, hafta sonunu sabırsızlıkla bekledi. Bu arada yazılı sınavları oldukça yoğundu. Herkesin çalıştığının yarısı kadar çalışmasına rağmen sınıftaki en iyi notlar onundu. Bazen kendi kendine “Ya anamın rızasından, ya mağaradaki güvercinlerin duasından, ya da artık evliya mı diye düşünüp durduğu Sezgin Öğretmen’in himmetinden biri, ya da hepsi.” diye düşünüyordu. Evet, bunların hepsi de Emir’e duacıydı. Hatta bu ara Uzun Ömer’le Kınalı Uğur da ilişmiyorlardı.
Cumartesi sabahı erkenden kalkıp kahvaltısını yaptıktan sonra, soluğu doğruca Kara Kâzım Usta’nın dükkânında aldı. Olanı biteni anlatıp izin alabildiğini ve hizmetine hazır olduğunu söyledi. Kâzım Usta, Emir’in eline bir testere verdi ve uzun bir dalı başından başlayıp teker şeklinde, bitirene kadar kesmesini istedi. “Bismillah” diye başladı Emir. Böyle başlaması Kara Kâzım Usta’nın oldukça hoşuna gitti. Akşama kadar işi buydu Emir’in. Arada bir ustasına su veriyor ya da az ötedeki kahvehaneden çay getiriyordu.
Akşam yaklaştığında, Emir yurda gitmesi gerektiğini söyleyerek ustasından izin alıp hızlı adımlarla yurdun yolunu tuttu. Yurda vardığında akşam yemeğine zor yetişmişti. Yemekten sonra biraz ders çalışıp yatakhaneye gitti ve o gece yorgunluktan yattığı yeri beğendi. Özellikle kolları ve omuzları çok ağrıyordu. Kendi kendine “Bir iki ay işten uzak kalınca hemen hamlık çöktü ama kolay kolay pes etmek yok Emir Efendi. Bir meslek öğrenmek üzeresin. Sezgin Hoca’n hep demez miydi meslek öğrenmek altın bilezik takmaktır diye. Ha gayret!” deyip sağ tarafına döndü, duasını okuyup uyuyuverdi.
Dönem sonu gelmişti. Emir, öğrencilikte de çıraklıkta da başarılı bir dönem geçirmiş, bunu aldığı karneyle tescillemişti. Ustası karne vermedi ama kullanmaya kıyamadığı kendisine ait çok güzel bir çekiç hediye etti. Çekicin burnu çatallıydı. Çok kolay çivi söküyordu. Arkası da genişti. Yani en huysuz çivinin bile şansı yoktu artık. Kâzım Usta, biraz da harçlık vermek için elini cebine attı. Ama, Emir’in yaşından büyük konuşmasına hem şaşırdı hem de takdir etti.
- Ustam, işe başlayalı daha iki ay olmadı. Hem daha ne iş görüyorum ki? Ben, gerçek ilk işimi yaptığımda bu parayı hak etmiş sayılacağım. Bağışla beni.
Kâzım Usta tekrar cebine soktu parayı. Aslında Emir’e para verecek durumda bile değildi. Ama Âhilikten gelme terbiyesiyle, çalışanının hakkını vermek istiyordu. Emir ise ustasının zor durumda olduğunu gayet iyi biliyordu. Üstelik kendinin paraya ihtiyacı da yoktu. Hatta fazla paralarını gizli gizli çeyrek altına çevirip biriktiriyordu.
Ara tatil iyi gelmişti Emir’e. Annesi, en sevdiği yemekleri hazırlamıştı. Bunların hepsi bir yana, tatili fırsat bilip Reşat Amca’sı, Sümbül’ü getirmişti köye. Sümbül de bayağı bir şehirli kız oluvermişti. Süslü yengesi kendine benzetmişti ne de olsa. Uzun uzun hasret giderdiler. Reşat, şehirden bir de tekerlekli sandalye getirmişti Selim’e. Evin içinde yavaş yavaş alıştırma yapıyorlardı. Selim çok sevinmişe benziyordu. Artık ayağını sürüyerek yürümeyecekti. Ancak Selim yine ağzıyla araba sesleri çıkarıyor, âdeta evin içinde araba sürüyordu. Artık evin içi düğün dernekti. Emir, birinci dönemin kısaca bir özetini yaşattı evdekilere. Kâzım Usta’nın verdiği çekici gösterdi. Çekicin hünerlerini minik bir gösteri ile sergiledi. Karnesini de annesine imzalatmayı unutmadı ve çantasına yerleştirdi. İki hafta çok çabuk geçti. Reşat, Sümbül’ü almaya geldiğinde Emir’i de ilçeye kadar getiriverdi. Her yer bembeyaz kardı. Emir, yurda gitmek yerine önce Kâzım Usta’sına uğradı ve Reşat Amca’sıyla tanıştırdı. Reşat, Kazım Usta’yı zaten tanıyormuş eskiden, ama alışverişleri olmamış. Bu kısa ziyaretin ardından Reşat, Emir’i yurda bırakıp yoluna devam etti. Emir, Halil Abi’sini buldu ve oturup beraberce, anasının hazırladığı yollukları afiyetle yediler. Abisi Selim’e gelen hediyelerden yeşil parkeyi annesinden izin alarak Halil Abi’sine getirmişti. Selim nedense hiç giymemişti o parkeyi. Emir de Halil’e tam olur düşüncesiyle konuyu annesine açmış, o da “Al götür oğlum, zaten giyemiyor Selim’im. Hiç değilse bir işe yarasın” demişti.
Halil, parkeye çok sevindi ama fazla belli etmedi. Getiren Emir değil de bir başkası olsaydı almazdı zaten. “Mâdem getirmişsin, hadi giyelim” deyip geçiriverdi sırtına. Gerçekten çok yakışmıştı Halil’e. Onun gözündeki parıltı, en parlak yıldızdan daha güzel görünüyordu Emir’e.