İçi içine sığmıyordu
Sulhaddin’in. Nihayet beklediği gün gelmişti. Yarın Ankara’da bir özel
hastanede mülakata girecekti. İşi kesin gibi bir şeydi. Gece geç vakte kadar
arkadaşlarıyla dolaşmış, yattığında ise heyecandan sabaha kadar uyuyamamıştı.
Askerlik dönüşü kaç aydır işsiz, başıboş gezmek ona çok ağır geliyordu artık.
Babasının yanında çalışmak da işine gelmiyordu hani.
Kahvaltıdan sonra valizini
eline alıp Ankara’ya girmek üzere evden ayrıldı. Annesi hayır duaları ediyordu
ardından…
Dün gece sözleştikleri gibi Erzincankapı’daki
her zaman takıldıkları Kara Kemal’in kahvehanede, iki candan arkadaşı Ahmet ve
Hüseyin ile buluştu. Onlarla koyu bir sohbete dalmıştı. Kendinden anlatıyordu…
Söz babasına gelmişti.
- Yahu adam sabah namazı bir
ayağa kalkıyor, Lala Paşa Camiinde namazı kılıyor, namazdan sonra gelip
Taşmağaza’ya dükkânı açıyor. Sanki sabahın köründe müşteriler kuyruğa girdi. Bu
adamın da, işinin de hiç kahrı çekilmiyor.
Hele sabahları tüm esnafla
Kel Hasan’ın kahveye tıkılıp lavaşlı, lorlu kahvaltı partilerine ne demeli? O
zift gibi çayı nasıl içerler hala anlamış değilim.
Neme lazım şimdi hastaneye
başlarsam, sabah sekiz akşam beş. Tıkır tıkır maaşım da gelir. Yok müşteri
taksit ödemedi, yok mal teslim edilmedi, yok sipariş gelmedi, yok çek yazıldı…
Aman sende ne uğraşacaksın bunlarla.
Adam tutturmuş “oğlum son
güne işi bırakma, önceden yer ayırt asker sevkiyatı var yer bulamazsın, bir gün
önce git” diye. Otobüslerde yer yok ama tren var. Tren yolculuğunu da ben seviyorum.
1 gün sürse de rahat oluyor hiç olmazsa. Önce gidip de ne yapacaksam sanki?
Arkadaşları da onu tasdik
ediyor, o da gaza geldikçe coşuyordu.
Trenin kalkmasına bir saat
kala hep beraber gara gittiler. Tren kalkana kadar gardaki çay ocağında Ahmet
ve Hüseyin ile çay içip yine ilerisi için kurduğu hayallerini, planlarını
anlattı durdu Sulhaddin. Hayal kurmayı çok seviyordu. Hayal kurmak onu bayağı
rahatlıyordu. Trenin hareket vakti gelince arkadaşları ile vedalaşıp trene
bindi. Onların peşinden bakarken kendi kendine yine hayallere dalmıştı.
- Bu Ahmet ve Hüseyin iyi
çocuklar, can ciğer insanlar. Sağ olsunlar beni yolcu ettiler. Ankara’da işim
olunca bunları unutmamam lazım. Bana da bu düşer, ne de olsa biz arkadaşız.
Ankara gibi büyük bir şehirde böyle sağlam arkadaşlarla örülü bir çevren olursa
ayakta kalırsın. Zaten hastanede işe başlayınca çok sürmez beni önemli bir yere
getirirler. Ben de Ahmet’i şoför olarak, Hüseyin’i de güvenlikçi olarak
yerleştiririm oraya.
Önce Ankara’da bizim
dadaşların çok olduğu Erzurum mahallesinden bir ev tutmalıyım. Zaten oradaki
birkaç akraba eşya işini ayarlayacaklar. Daha sonra yakacak meselesini
halletmem gerekiyor acilen.”
O an aklına Hülya gelmişti. Annesi
askerden döndüğünde:
- Oğlum Hayriye Hanım Hatice
yengenle haber göndermiş, Ankara’da hemşire olan kızları Hülya’yı sizin oğlana
isteyin, hısım olalım diyormuş. Hülya da iyi kız, benim hoşuma gidiyor. Onların
eli kolu uzun... Sana da bir iş bulurlar” demişti.
Hülya güzel olmasına güzeldi
ama ona biraz kızıyordu. Çok havalıydı bir kere… Askerden geldiğinde tesadüf
Hülya da izne gelmişti. Bir fırsatını bulup görüşmüşler ve ona evlenme teklifi
etmişti. Lakin Hülya ona alaylı bir şekilde “ben işsiz güçsüz bir adama sırf
Üniversite mezunu diye niye varayım ki? Kendi dükkânınızda bile
çalışmıyormuşsun. Git bir iş bul önce. Sonra gel beni iste. Tabi bu arada bana
başka uygun bir talipli çıkıp da ben gitmezsem” demişti.
“Demek ki duydular işe
gireceğimi hemen haber saldılar” diye iç geçirdi.
Kendi kendisi ile konuşuyordu
adeta.
- Yok canım, bu Hülya da tam
ana kuzusu. Öyle anlaşılıyor ki anasına benim ona evlenme teklifi ettiğimi
söylemiş ki o da işe gireceğimi duyunca haber saldı. Bu sır olarak kalmalıydı
ikimizin arasında, dadaş dediğin mert olmalı. Ama nerede? Yarın evlensen çıt
olsa gider anasına yazar. Zaten bir kere benim kadar uzun boylu. Erkek gibi,
çok tatsız birisi… Hele tok sözleri… Hem de beni “ben olarak kabul etmeyen”
birisini ben de kabul etmemeliyim.
Yarın işe başladığımda
çalışacağım hastanede kendime göre bir laborant falan bulurum. Bence insanın
çalıştığı ortamda evleneceği kişi; onu en iyi anlayan olur. Ben evliliğe pek
acele etmemeliyim. Yok yok hastanede gözümü kestirdiğim birisi olursa hemen işi
bağlamam lazım. Yoksa elin gurbetinde halim nice olur? İnsana bir hayat
arkadaşı şart… Yalnızlık Allah’a mahsus diye boşa mı söylemişler atalar?
Evlenince de hemen bir araba
alırız hanımla. Ne de olsa iki maaşla bu işi kolayca hallederiz. Belki önce
sıfır araba alamasak da yine modelli bir şey olur herhalde…
Hayallerini trenin düdük sesi
bozmuştu. Tren Aşkale istasyonunda durmuştu. Sulhaddin aşağıya indi ve beş
dakika kadar istasyonda dolaştı. Trene tekrar bindi ancak aradan yarım saat
geçmesine rağmen tren hareket etmemişti. O arada gördüğü bir görevliye:
“Kondüktör Bey neden
kalkmıyor tren? Bir problemi var?”
“Sanırım ilerde heyelan
olmuş. O yüzden bekliyoruz. Çabuk açılır diyorlar”
Neyse ki çabuk
halledeceklermiş bari diye sevindi. Akşam olmak üzereydi. Kış günü olduğundan
günler çok kısaydı ve hemen de hava kararıveriyordu. Acıkmıştı iyice. Annesinin
hazırladığı kumanyadan bir şeyler atıştırmaya başladı. Karnını tıka bas
doyurmuştu. Keteleri, çörekleri, börekleri bir anda mideye indirmişti.
Yemek sonrası çok yediğinden
midir bir uyku bastırmıştı… Zaten dün gece geç yattığından uykusuz ve yorgundu.
Koltuğunu geriye yasladı ve kısa zamanda uykuya daldı.
Epeyce uyumuştu. Uyandığında
saatine baktı. Saat sabahın 9’u olmuştu. İnsan uyuyunca bayağı kendine geliyor
diye söylendi. Ankara’ya çok az bir yol kalmıştır diye düşündü. Trene binerken
Ankara’da 14:30 da olacaklarını söylemişlerdi. Tren bir saat rötarda yapsa yine
de yetişirdi hastanedeki randevusuna…
Tren hareket etmiyordu.
Pencereden dışarı baktığında yolcuların çoğu aşağıdaydı. “Acaba nereye geldik,
dışarı çıkıp bir bakayım” dedi kendi kendine.
Trenden indiğinde istasyon
tabelasını okuyunca dondu kaldı. “Allah Allah… Hala rüya mı görüyorum yoksa”
diye söylendi. Yanlış görmüyordu. Hala Aşkale’deydiler. “Allah’ım bu şaka mı?
Nasıl olur?” diye sordu kendi kendine…
İlk karşısına çıkan adama
kolundan tutup sordu.
“Şey hemşerim burası Aşkale
mi?”
“He gardaş burası Aşkale”
“Bu tren?”
“Bu tren dün gelmiş ama
heyelan olmuş ilerde. Şimdi açılmış ancak birazdan hareket izni gelince yola
çıkacakmış. Ben de onu bekliyorum. Aslına bakarsan Ankara treni akşama… Ben de
senin gibi şaşırdım. Bu rötar benim bayağı işime yaradı ha. En azından 6-7 saat
önce varırız Ankara’ya. Ne güzel değil mi? İnsana böyle şans ömründe bir kere
vurur. Değil mi gardaş?
? ? ?
“Gardaş bir şeyin mi var?
Betin benzin attı? Hele şuraya otur. Su getireyim, yüzünü yıka, birazcık iç.”
Adam gardaki banklardan
birsine oturttu. Su getirdi içmesi için. Başına gelenleri anlattı. Adam da çok
üzülmüştü durumuna…
“Vay anasını be, demek öyle…
Çok üzüldüm be. Desene mülakat saatine yetişemeyeceksin. Senin iş yattı o
zaman…”
“Benim iş yatmasına yattı da
geri dönmek lazım Erzurum’a.
“Hemşerim şuradan anayola
çık. Minibüsler hemen gelir. Çok beklemezsin.”
Dediği gibi az sonra
minibüsteydi… Yine hayal âlemine dalmıştı. Kendi kendisi ile konuşuyordu:
“Erzurum’a varınca ilk iş
olarak babamın dükkânında işe başlamalıyım. Böyle boş gezmekle olmaz. Ne işin
var elin gurbetinde? Yol bilmezsin, iz bilmezsin. Hele hele Ankara çok büyük
bir şehir… Trafik sorunu var. Zaten ev kiraları da çok pahalıdır.
Babamın işlerini artık
devralmalıyım. Adamcağız bu yaşta koşturup duruyor. Ben de sabah erkenden
kalkar, babamla beraber gider namazımı Lala Paşa Camiinde kılarım.
Hele sabah Cennet Çeşmesinin
yanındaki fırından sıcak lavaşı alıp, içine loru döşeyip esnaflarla beraber Kel
Hasan’ın kahvede o mis gibi çay ile kahvaltı yapmak yok mu? Değme gitsin. Kel
Hasan da çayı sanki iksir gibi yapıyor ha…
Zaten esnaf dediğin dükkânı
erken açacak ki sabah melekler nasip dağıtırken nasibini alacak. Bak babama
yıllardır öyle. Dedem de öyleymiş rahmetli. Hani o saatte müşteri olmasa da
insan işlerini planlar, dükkânı temizler.
Aslında babam prensipli
birisi… Onunla geçinmeyenin yüzde yüz kendinde bir problemi vardır. Melek
gibidir benim babam. Çok ta ileri görüşlüdür ha…
Adam ne kadar haklıymış
“oğlum şu işi son güne bırakma. Ne olur ne olmaz. Önceden yer ayırt, iki gün
önce çık yola” demişti. Ben de ne adamım kalktım adama “Otobüs yoksa tren var,
önce gidip de ne yapacağım. Günü belli, saati belli… Ben trenle giderim. Bir
şey olmaz. Tren de yolda kalacak değil ya” dedim. Demek ki trende yolda kalıyormuş.
Büyük söylememek lazım… Adamın zoruna gitmiş anlaşılan. Allah da adamı böyle
yapar işte.
Ya sabaha kadar duran trende
uyumaya ne demeli. Eee bir gece orda burada gezer uymazsan olacağı bu. Ben bunu
hak ettim.
İnsanın kendi işi gibisi de
yok hani. Patron sensin. Geldin diyen olmaz, gittin diyen olmaz. Ben işleri
biraz büyütünce bir tane Mumcuya, bir tane de Erzincan Kapıya şube açarım.
Birinin başına Ahmet’i bırakırım, diğerinin başına da Hüseyin’i. Taş gibi
sağlam adamlar, onlara güvenmeyeceğim de kime güveneceğim. Dadaşın hasıdır
onlar. El kapısında şoförlük, korumalık etmekten iyidir. Kendi memleketin
şurası… Burada alacağı üç kuruş dışarıda alacağı beş kuruştan daha bereketlidir
aslında…”
Bir anda aklına Hülya
gelmişti. Yüreği cız etti. Ya şimdi annesi ona Hülya’yı vermezse ne yapardı?
Babasının yanında çalışmaya
başlarsa belki sorun etmezlerdi. Hülya zaten dememiş miydi “kendi dükkânınızda
bile çalışmıyorsun” diye.
“Aslında kız beni ben olarak
kabul etmiş ama ben anlamamışım. Teklifimi ret ederken bana mesaj vermiş ama
nerde ben de o kafa. Hülya iyi kız aslında. Yahu alacağın kız senin örfünü,
âdetini bilmeli. Senin canın tarhana çorbası çekse Hülya yapar becerir ama
Ankara’daki laborant kız ne bilsin tarhana çorbasını. Değil mi ya?
Bir kere dalyan gibi kız. Ne
demiş atalar: “öküzün yiğit olsun da çekmezse çekmesin” erkek gibi vallahi. Tam
dadaş, lafı adama yumruk gibi oturtur, kimseden sözünü çekmez. Eee ne demiş
Akif: “lafın odun gibi olsun, doğru olsun tek”. O kadar akıllı ki cesur da. Benim
ona evlilik teklif ettiğimi annesine söylemese belki annesi bize haber
göndermeyecekti. Aslında annesine söylemesi de iyi. Yarın bir sorun olsa
annesinin haberi olur. Yardımcı olurlar en azından. Bu kız benim için tayinini
hemen Erzurum’a çıkarır. Yok yok ben ne yapıp edip Hülya’yı almalıyım.
Evet, evet almalıyım
Hülya’yı…”
Ani bir gürültü ve sarsıntı
ile yine daldığı hülyalardan silkindi. Bir de baktı hala trendeydi ve kondüktör
avaz avaz bağırıyordu.
“Haydi Ankara yolcuları insin
trenden… Tren İstanbul’a hareket edecek. Ankara yolcuları hemen insin…”
Bir an şaşırdı. Çok şükür
dedi. Saatine baktı. Saat 15:00 olmuştu. Yarım saat rötar yapmışlardı. Sevinçle
aşağı indi. Gelen yolcu kapısından çıkıyordu ki gördüğüne inanamadı. Karşı
banklarda Hülya oturmuş onu bekliyordu. Hemen ona doğru koşar adımlarla yürüdü.
Hülya:
“Hoş geldin Sulhaddin. Biraz
geç kaldınız. Hemen gidelim başhekim seni bekliyor”
Sulhaddin hastane işini
Hülya’nın ayarladığını anlamıştı. Ama hala korkuyordu. Ya bu gördüğü de rüya
ise?
Hülya’nın kolundan tuttu ve
şaşkın bir halde dudaklarından tek bir cümle döküldü.
“Hülya beni çimdiklesene…”