O akşam her günkünden daha yorgun bir halde eve dönen
Hulusi Bey hâlâ işyerinde yaptığı fikri tartışmanın etkisindeydi. Mesai
arkadaşı Okan Beyin sorduğu soruya cevap bulamamış olması adeta onu
boğuyordu. Doğru dürüst yemek bile
yememişti.
Eşi ve
çocukları bile sıkıntısını anlamışlar ama cesaret edip “ne oldu?”
diyememişlerdi. Eşi çok anlayışlı bir kadındı. Çocukları odalarına derslerini
yapmaları için göndermişti. Salonda adeta kitaplığın karşısındaki koltuğuna
çakılmış gibi hareketsiz oturan eşinin yanına çayını bırakmış, sonra o da çocuklara
ders çalıştırmak bahanesi ile yan odaya geçmişti.
Hulusi Bey
çayından henüz bir yudum almıştı ki birden ayağa kalktı ve kitaplıktan kalınca
bir kitabı aldı eline. Kitabın içindekiler kısmını hızlıca süzmeye başladı.
Hala iş yerinde tartıştıkları konu ile ilgili şeyleri arıyordu. Sıkıntısını
inşiraha tebdil edecek izahı bulabilir miydi acaba bu kitapta?
Kitaptaki
“İnsan” maddesi dikkatini çekti. Başladı yavaş yavaş okumaya. Ancak fazla devam
edemedi. Zira bir sürü anlaşılmaz biyolojik terimlerle dolu, sanki etten
yapılmış ruhsuz bir makine tarifi okur gibi hissetti kendini. Buradaki
tariflerle kendi iç dünyasını şöyle bir mukayese etti. İnsanın içinde uçsuz
bucaksız bir dünya vardı. Hiç tatmin olmamıştı bu kuru tariflerden. Onun
aradığı şeyler bunlar değildi. Sayfaları yırtarcasına çevirmeye başladı.
“İnsanın
Yaratılış Gayesi” başlıklı bir yazı gözüne çarptı. Burada belki aradığı izahlar
olabilirdi. Hz. Âdem kıssası ile başlıyordu konu. Yaratıcımız Meleklere: “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım”
diye hitap ediyordu. Halife kelimesi Hülefayi Raşidin’i ve Osmanlı Sultanlarını
çağrıştırmıştı ona. Ama burada sanki farklı bir anlamda kullanılmış gibiydi…
Kitabın dipnotunda küçük
harflerle verilen “Halife” tanımını başladı okumaya…
“Halife; mülkiyeti kendisine emanet edilmiş
olan yeryüzünde, Allah’ın iradesini
temsil etmek, yeryüzünde O’nun buyruklarını dinletecek, O’nun ilahi hükümranlığını gerçekleştirmek
görevini ifa edecek, bir vâris, bir
vekil ve temsilci...”
Tekrar konuyu okumaya devam etti. Aynen şu cümleler yazıyordu: “Ne
kadar da onurlu bir görevdi bu ve ne kadar da zor bir görev… Ne kutsi bir
emanetti ki gerçekten, bu
emanet; göklere, yere ve dağlara sunulmuştu da onlar bunu yüklenmekten kaçınmışlar
ve ondan korkuya kapılmışlardı. Bu emaneti ancak insan yüklenmişti. Çünkü o
insan, zalim ve pek de cahildi”…
“İşte buldum”
dedi yüksek sesle. Diğer odadan sesini duyan eşi “çayın mı bitti Hulusi Bey?”
diye seslendi. O zaman çayının öylece bardakta durduğunu fark etti. Hemen soğuk
çayı bir dikişte bitirdi. “Evet hanım çayım bitti, çay istiyorum” diye seslendi
eşine.
Birazcık
rahatlamış gibiydi. Sanki bu gün tartıştıkları konu hakkında bir şeyler bulacak
ve yarın işin aslı bu diyecekti arkadaşlarına. İnançsızlık girdabına düşmüş
olan Okan Bey, adeta onu sorularla bunaltmıştı. Bazı sorulara cevap veremeyince
diğer arkadaşlarının da kafası karışmıştı. Ama o yine de “Okan Bey bu konu bu
kadar basit değil. Mutlaka bir izahı var ve ben bunu araştırıp yarın size
açıklayacağım” demişti. Bu yüzden mutlaka sabaha kadar da olsa bunun cevabını
bulmalıydı.
Neden bu kadar
cahil ve zalim olan insana bu emanet verilmişti? İşte Okan Beyin sorduğu soru
da buydu. Bir yanda “emaneti ehline veriniz” diye insanlara emir verilirken
diğer yandan zalim ve cahil olan insana böylesine ağır bir emanet nasıl
verilirdi? O bir çelişki diyordu bu husus için.
Kitaptaki yazı
burada bitmiş, başka bir konuya geçilmişti. Canı çok sıkılmıştı Hulusi Bey’in.
Nasıl olurdu da bu kadar önemli bir konunun hikâye kısmı uzun uzun anlatıldığı
halde sonucu bağlanmadan bırakılabilirdi?
Ellerini yüzüne
kapatıp oturduğu koltukta iyice geriye doğru yaslandı. Bir an öyle kaldı.
Emanet ehline verilmeli değil miydi? Neydi bu çelişki? Hafakanlar basmıştı
adeta… Tekrar elindeki kitaba döndü.
O esnada eşi
çayını getirdi. Yanına bıraktı ve yine bir şey söylemeden dışarı çıktı. Hulusi
Bey tekrar kitaplığına daldı. Bir bir kitapları indiriyor, konuyla ilgili
kısımları okuyor ama tatmin olmuyordu. Merakı azaba dönüşmüştü adeta… Bunun bir
açıklaması olmalıydı mutlaka…
Tam ümidini
kaybettiği bir anda son aldığı kitapta ilgili ayetin açıklamasında şunlar
yazıyordu:
“Çünkü insan;
insanı kâmil mertebesinde nefsinin kuvvetli zalimi, hak ve hakikatin gayrisinin
de cahili idi.”
Evet, işte işin
sırrı burada dedi. Aradığını bulmuş olmanın sevinci tüm yorgunluğunu ve
uykusuzluğunu bir anda unutturmuştu.
Artık aradığı
cevabı bulmuştu. Bu ilahi emanet yaratılmışların içersinde; nefsinin
isteklerini ayakları altına alabilecek istidada sahip, hakkı bilen ve haktan
gayrisinde cahil olan insana daha çok yakışırdı. İnsan bu emaneti nazargâhı
ilahi olan kalbinde taşırdı. Zira emanet sahibi olan yaratıcısı “ben ancak kulumun
gönlüne sığarım” demiyor muydu? Emanet olarak verilen ise yine Onun adını nizamını
yaşatmak, O’na hakkıyla kulluk etmek değil miydi?
Belki insan
cahildi, zalimdi ama böyle bir görevi yüklenmek de ancak insana yakışırdı. Zira
o “Ahsen-i Takvim” yani en güzel
yaratılışla yaratılmamış mıydı? Zira insan; Allah’a kulluk etmek ve yeryüzünde
onun halifesi olmak görevini, misyonunu yüklenince Hz. Âdem’in şahsında
Melekler ona secde etmişlerdi. Ancak ezeli rakibi olan İblis müstesna… Onun
kibri; ateşin toprağa üstünlüğü üzerinde kenetlenince makamların en ulvisinden tepe
taklak olarak kovulmuş bir şekilde derecelerin en süflisine doğru yuvarlanıp
gitmişti.
Ah o Şeytan’ın insanları yoldan
çıkarmak için kıyamete kadar mühlet istemesi yok muydu? O iblis kendinin
düştüğü lâinlik ve racimlik çukurlarında, “Ahsen-i Takvim” olarak yaratılan
ezeli rakibi olan insanı, yanına yoldaş edecek bir imtihanla baş başa
bırakacaktı. Ne çetin imtihandı bu.
Ama Cenabı Hakk, böyle bir görevi insana
verdiyse elbette bir bildiği vardı. Zira meleklerin: “Biz seni şükrünle yüceltip
ve sürekli takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak
birini mi var edeceksin?" sızlanmalarına karşılık yaratıcımızdan:
“Şüphesiz ben sizin bilmediğinizi
bilirim” ikazı gelmemiş miydi? Evet, O bilmediklerimizi hakkıyla bilendi…
Ama Hulusi Beyin içinde bir
fırtına kopmuştu artık, sorular yağmur gibi peş peşe yağıyordu adeta. Neden bu
görev, bu misyon hakkıyla yerine getirilmiyordu da “Ahsen-i Takvim” olan insan
önce “Kel en’am” yani hayvanlar gibi bir duruma düşerek, birbirini anlamsız
savaşlarla yok etmeye çalışıp, ezeli düşmanının oyununa geliyor, tuzağına
düşüyor ve “Bel Hüm Edal” yani “hayvanda da aşağı” bir duruma, belki de ondan daha
aşağı olan “Esfel-i Safilin”e yani “aşağıların daha aşağısı” bir makama
indiriyordu kendini?
Artık Hulusi Bey öyle bir hal
almıştı ki yarın Okan Beyin soracağı sorulara vereceği cevaplardan daha çok,
huzuru ilahide kendine sorulacak sorular karşısında ne yapacağını düşünüyordu…
Okan Beyin soracağı soruların yanında, öbür tarafta yaşadığı hayatla ilgili an
be an, iğneden ipliğe sorulacak sorular mukayese edilemeyecek derecede ağırdı.
Tam bir tefekkür hali ile müthiş
bir ıstırap hissetti yüreğinde. Hayvandan daha aşağı olan mertebe ne
olabilirdi, nasıl olabilirdi acaba? Yüzünün kızardığını, insanlığından
utandığını hissetti. Kalbi küt küt atıyordu. Parmaklarıyla hafif kırlaşan saçlarını
yolarcasına tarar gibi başı üzerinde gezdiriyor, sonra elleri ile yüzünü
kapatıyordu.
Bu emanete sahip çıkamayanlar,
görevlerini yerine getiremeyenler, bunun hesabını nasıl vereceklerdi? “Esfeli
safilin” yani “aşağıların en aşağısı” derecesine inenlerin hesabı ne kadar da
çetin olacaktı.
Zira hesap günü hiçbir kayda
değer bulunulmayan hayvanlar “kün (turaben) toprak olun” emri ile “Fe Yekün”
sırrı ilahisi mucibince toprak oluvereceklerdi de bu “Esfeli Safilin” olanlar,
İblise yoldaşlık edenler derin bir iç geçirişle “Ya Leyteni Küntü Turaba” yani
“keşke ben de toprak olsaydım” diyeceklerdi. Ne acı, ne kötü bir durumdu bu…
“KEŞKE…” Bu kelimin taşıdığı anlam, ne kadarda
derindi öyle… Bir ucu şuursuz bir maziye, bir ucu kimsenin “
Hulusi Bey
artık yorgunluktan ağırlaşan gözlerini hafifçe yumarak kendi kendine bir
düşünceye daldı. Hayatını çocukluğundan itibaren bir film şeridi gibi
gözlerinin önüne getirdi. Bir sürü hatıra kısa bir anda tek tek canlanıverir
adeta. 45 yaşındaydı, o koskoca 45 yıl neredeyse 45 saniyeye sığıvermişti.
Ancak bu kadar olay, bu kadar kısa bir ana nasıl sığdı diye ürktü adeta. Zaman
ve mekân kavramları aslında ne kadar da izafiydi…
Birden gök gürültüsüyle irkildi.
Yağmur camları hazin hazin döverken saatin bir hayli geçtiğini gördü. Uyumak
için odasına çekildi. Yastığa başını koyduğu andan itibaren bu kez “keşke”ler
sıralandı beyninde bir bir. Ne çok keşke’si vardı. Artık zihni yorgun düşmüş,
adeta sızarcasına uykuya dalmıştı.
Kim bilir hangi keşkeyi görüyordu
düşünde?
Kim bilir?
23.02.2007
/ Samsun