İNCİR SÜTÜ
 
- Hayır olsun Mehmet ağam, gelecek birilerini bekliyor muydun?
- Beklerdim Gökçen ağam. Bilirsin ki Fatma Hatun, doğum hazırlığı içinde. Gelen, bir müjdeci olabilir.
İki ağanın konuşmaları devam ederken, yıldırım gibi gelen atlı, önlerinde durarak attan indi.
- Muştuluk Mehmet ağam, bir kızınız oldu! dedi.
Sevinç içinde yerinden kalkan Mehmet Ağa, belindeki sarılı kuşağın içinden çıkardığı altınlarla, haberciyi mükafatlandırarak yolcu etti. Çiftlikte bulunan seyis ve işçilere de talimatlar verdikten sonra, atlarına binip, köye doğru at sürdüler. Nedense her gün gidip geldiği yol, bu sefer bitmek bilmiyordu. Yıldırım gibi koşan atlar, sonunda ağaları eve ulaştırdılar. Evde bulunan gençler tarafından atlar alındı, yürüyüşe çıkarıldı. Mehmet Ağa da, hanımının yanına vardı, iyi dileklerini sundu.
Gökçen Ağa, kendisine ait hazırlanmış ocak başı yer minderine oturdu. Türkmen oba başkanlığını idare ederek, gelen misafirlerle ilgileniyordu.
Ertesi sabah, Türkmen obalarına ulak salarak, davet ettiler. Mehmet Ağa’nın yeni doğan kızı şerefine, çengiler kuruldu, ciritler atıldı, halaylar çekildi, yarışlar yapıldı.
Doğum, hasat sonuna denk düştüğü için, her şey bolluk içindeydi. Yenilip içildikten sonra, uzak obalardan gelen misafirler küme küme ayrılıp, yurtlarına gittiler. Köy ve çevreden yakın olanlar kaldılar, eğlenceye devam ettiler. Türkmen arasındaki dayanışma, diğer obalar arasında yoktu. Doğumlardaki buluşma, kötü günlerde de oluyordu. Bu geleneğin de Oğuz Türklerinden miras kaldığı, Türkmenler arasında söylentiden ziyade, kanıtlanmış bir gerçektir.
Mehmet Ağa da, soylu atalarından öğrendiği örf-âdetlerin, gelenek ve göreneklerin günümüze kadar taşınmasında köprü vazifesini yaparak dikta ağalığından, bölüşen ağalığa, kopmanın yerine, birleştiren ağalığa önem vererek, baba yadigârı Gökçen Ağa’yı yanından ayırmayıp, kendisine bilgi ve görgü hocalığı yaptırıyordu.
Günler peş peşe geçti. Mehmet Ağa’nın beklediği beyler geldiler. Gelen misafirleri çiftlikte ağırlamak için, hazırlıklar yapıldı. Hayli kalabalık olan alıcılar, çiftlik evine yerleştirilip, atlara görücülüğe çıktılar. Çiftlikte bulunan işçi ve seyislerin çalışmalarıyla, satılacak olan atların tımarı yapılıp, açık alanda-ki çevrili meydanda alıcılara gösterildi. Birbirinden güzel ve bakımlı olan atları almak için, alıcılar arasında, zaman zaman münakaşalar yaşanıyordu.
Mehmet Ağa, çevreden gelen beyler arasında yaşanan rakiplik karşısında nasıl davranılacağını bilemezken, Gökçen Ağa söze karıştı:
- Beyler! Bilirim ki hepiniz, atlara sahip olmak istiyorsunuz. Biz de sizlere vermek isteriz ama görüyorum ki işin sonunda cenk olacağa benzemektedir. Öte yandan da bizim iste-diğimiz fiyatların çok üstüne çıktınız. Bu durumun haksızlık olacağına inanarak, atları aranızda bölüştürmek isteriz. Sizler bizim dostlarımızsınız. Burada galeyana gelip birbirinizi kırmanın anlamı yok. Eğer itirazınız olacaksa, satmaktan vazgeçeceğiz. Haberiniz olsun!
Mehmet Ağa da Gökçen Ağa’nın sözlerini tasdik ederek yanıt verince, alıcı beyler arasında bir sessizlik meydana geldi. Bu sırada yemeğe buyur edildiler, sofraya oturdular. Yemek arasında yapılan sohbetler, ortalığın yatışmasına yetti. Alıcı olan beyler, Gökçen Ağa’nın istediği gibi davrandılar. Hem fi-yatlar düştü, hem de herkes at sahibi oldu. Bu pazarlıktan alan da, satan da memnun olarak ayrıldı. Misafirler gittikten sonra Gökçen Ağa çiftlikte kalırken, Mehmet Ağa köye gitti.
Günler ayları, aylar yılları bırakıp giderken, zaman su gibi akıp gitmişti. Mehmet Ağa’nın oğlu yedisine girerken, kızı da beş yaşına bastı. Ağa, oğlunu yanına alarak ilk defa çiftliğe götürüp, yeni doğmuş tayları oğluna gösterdi. Oğuz birbirinden güzel tayları görünce, babasının gözlerinin içine bakarak;
- Babacığım, burada bulunan atların hepsi de senin midir? dedi.
- Hayır oğul, bu atların hepsi bizimdir.
- Bizim ise, benimki hangisidir?
- Hangisini beğenirsen, o tay senin olacaktır oğul.
- Şu al tayı istiyorum babacığım.
- Sen bilirsin oğul. Madem onu seçtin, istediğin gibi olsun.
Mehmet Ağa, yanında bulunan baş seyise döndü.
- Oğuz’un tayı sana teslimdir. Bundan böyle önce al taya rahvan yürüyüşü öğret, sonra da yarışlara hazırla, dedi.
- Ağam, bana kızacaksın ama bu taydan yarış atı olmaz. Çünkü bu tayın döşü kapalıdır. Bana kalırsa şu kara tayı yetiştirirsek, daha iyi olacaktır.
Mehmet Ağa da al tayın geleceğini görüp, ondan yarış atı olmayacağını bilmesine rağmen, Oğuz’a döndü, sordu:
- Sen ne dersin oğul? Al tayı beğendin emme, o taydan iyi yarış atı olmazmış! Seyis amcanın göstermiş olduğu kara tayı ister misin?
- Ama baba...
- Tamam tamam! Al tayı yetiştireceğiz.
Mehmet Ağa ile seyis, göz göze gelip omuzlarını silktiler. İsteği yerine getirildiği için sevinen Oğuz, bir çırpıda gözden kaybolup yeygi getirdi. Getirdiği yeygiyi tayına yedirmeye uğraşırken, seyisin sözlerini hatırlayarak, iki tayın arasındaki farkı da yeniden gözden geçirdi. Verdiği kararın etkisiyle ahırdan hızla çıktı.
- Baba, baba! Neredesiniz?
- Buradayız oğul! Bir şey mi oldu?
- Baba, ben kararımı değiştirdim. Seyis amcanın göstermiş olduğu kara tayı aldım. Bundan böyle kara tay benimdir artık.
- Sonunda doğru kararı vermene sevindim. Seyis amcana da söyleyelim ki, bundan böyle kara tayla ilgilensin.
- Öyle olsun baba! Kara tay, iyi yarışçı olacak mı?
- Elbette iyi yarışçı olacak oğul.
- Binmesini iyice öğrendikten sonra, herkesle yarışacağım.
Oğuz’un fikrini değiştirmesine en çok sevinen de seyis oldu. Al tayın geleceğini çok iyi bildiğinden, alacağı bir mağlubiyet sonucu, işinden de olabilirdi. Değiştirilen fikir de, seyisin geleceğini kurtardı.
Oğuz, taylarla uğraşırken, Mehmet Ağa da çiftlikteki seyis ve işçilerle konuşmaya daldı.
Vakit hayli geç olmuştu. Mehmet Ağa atını hazırlatıp, oğlunu da yanına alıp, konuşa konuşa eve vardılar.
Mehmet Ağa atıyla uğraşırken, Oğuz da koşarak anasına, kara tayından söz etti.
- Ana, bugün benim de bir kara tayım oldu. Önce al tayı beğenmiştim ama, seyis amca kara tay daha güzel yarışçı olur deyince, fikrimi değiştirip kara tayı aldım.
- İyi etmişsin oğul! Atların sevimliliği, kişiliğini belirlemez. Sen bunları anlayacak yaşta olmadığın için, seyis amcanın gösterdiği tayı almakla isabetli karar vermişsin.
Bu sırada kendilerini dikkatlice dinleyen birisi daha vardı. Bu, kızı Nuray’dı. Nuray, ana oğlun konuşmalarının arasına girerek sitem etti:
- Sizler, beni sevmiyorsunuz. Eğer sevmiş olaydınız, bana da bir tay verirdiniz.
Fatma Hatun, kızına vereceği cevabı hazırlamaya çalışırken, Oğuz’un sert sözleri, kardeşinin ağlamasına sebep oldu.
Mehmet Ağa, yanında bulunan işçilere talimat verdikten sonra evine girmeye hazırlanırken, ağlayarak kapıdan çıkan kızıyla karşı karşıya geldi. Eğildi, kızını kucağına aldı. Nuray’ın gözlerinden akan yaşları, parmak uçlarıyla sildikten sonra;
- Niçin ağlıyorsun kızım? Seni kim dövdü? dedi.
Sesini çıkarmayan Nuray’ın imdadına, Fatma Hatun yetişti:
- Hoş geldin ağam! Günün nasıl geçti?
- Sağ ol hatun! Bugün Oğuz’a bir tay seçtik.
- Oğuz, bana anlattı. Nuray’ın ağlamasının sebebi de bu. Oğuz’a tay verilmiş de, ona neden verilmemiş. Sataşma yaptılar. Kavgalarının sebebi budur.
- Öyle mi kızım? Sen, Oğuz ağabeyin kadar büyüyünce, sana da bir tay vereceğim. Anlaştık mı?
- Anlaştık babacığım!
- Anlaştıksa, önce elini yüzünü yıka, sonra bana bir bardak su getir.
- Tamam babacığım!
Mehmet Ağa su bahanesiyle kızını yanından uzaklaştırdıktan sonra, Oğuz’u çağırdı.
- Dinle oğul! Yapmış olduğun kabalığı sana yakıştıramadım. Sen, benim yerimi alacak tek kişisin. Şerlik yapacağına, daha ılımlı ve akılcı davranmalısın. Kardeşin ya da başka birileriyle konuşurken, olumlu, ciddi, dürüst, yardımsever ve yapıcı olmanı istiyorum. Anladın mı?
- Anladım babacığım! Bundan sonra senin istediğin gibi davranacağım.
Mehmet Ağa, kızını bahane ederek, oğluna ilk dersini ver-miş oldu. Oğuz, babasının öğütlerinden pek anlamışa benzemiyordu ama her kelime ileriye dönük ve oldukça ağırdı. Bu esnada avlu dışından gürültüler gelmeye başladı. Ağa, kuşkulu davranışıyla yanında çalışan işçilerden birisine seslendi:
- Neyiniz var? Ne oluyor orada?
Kapıyı açıp avluya giren bekçi, cevapladı:
- Ağam, üstü başı perişan bir atlı sizi görmek istermiş!
- Buyurup gelsin, derdini anlatsın.
İçeriye giren atlı, Mehmet Ağa’ya, koynundan çıkardığı bez içinde sarılı bir paketi verdi. Ağa, kendisine verilen paketi dikkatlice açtı, inceledi. Gelen paket, aralarında kan bağı bulunan Ödemişli Türkmen beyi Osman Ağa’dan gelmişti. Paket aynı zamanda bir düğün davetiyesiydi. Gözleri parlayan Mehmet Ağa, günlerce at üstünde perişan düşen ulağın misafir e-dilmesini buyurdu. Geriye dönüş hazırlığının da kendi arzusuna göre olacağını söyledi. Misafir, ağırlandı.
Aradan günler geçti. Yolculuk hazırlıkları yavaş yavaş tamamlanmak üzereydi. Gökçen Ağa, düğüne gitmek istemedi. Mehmet Ağa, ona oldukça kızgındı.
- Gökçen ağam! Gitmemekteki sebebin nedir?
- Mehmet ağam! Bana çıkışmakta haklısın. Emme yaşımı düşünüyorum. Ben senin gibi genç değilim. Düğün bensiz de olur. Onca dağ yolunu da at sırtında geçecek kudretim yoktur. Var git, benim selâmımı söylersin. Eski günlerdeki gibi değilim.
- Ne varmış yaşında? Sen benim gibilerini daha çok belindeki sarılı kuşağının içinden çıkarırsın.
Son sözler, Gökçen Ağa’nın hoşuna gittiğinden, kırlaşmış bıyıklarının altından seyrelmiş dişlerini gösterircesine güldü.
- Peki deli oğlan, istediğin gibi olsun! dedi.
Gönlü hoşnut olan Mehmet Ağa, hediyelerin atlara yükletilmesi emrini verdi. Aradan hayli zaman geçtikten sonra, yüklerin hazır olduğu söylendi. Atları tek tek gözden geçirdiler, helâlleşip köyden ayrıldılar.
Ağalar, yük katarından on adım önden gidiyor, bir taraftan da çeşitli dallarda sohbet ediyorlardı. Gün batımı olmak üzereydi. Ilbıra ile Beşparmak dağlarının arasındaki patika yollar bitmiş, geçit vermeyen Beşparmak dağının eteklerine ulaşılmıştı. Hiç ara vermeden gün boyu yürüyen atlar, oldukça yorgun düştüklerinden, gitmemekte direnmeye başladılar. Atların durumunu çok iyi anlayan Gökçen Ağa, el kaldırarak, kervanın durmasını sağladı.
- Mehmet ağa! Atlar çok yoruldu. Önümüzdeki düz arazide konaklayalım derim.
- Sen öyle münasip gördüysen, benim için de münasiptir ağam.
Kendilerine eşlik eden adamlar, yükleri indirip, atları birbirine bağlayarak, yatacak yer hazırlamaya başladılar. Herkes, yorgundu. İhtiyaçlarını gördükten sonra, birisi nöbetçi bırakılıp diğerleri uykuya daldılar. Aralarındaki sıralamaya göre, nöbette kalarak sabahı ettiler.
Son sabah nöbetçisi, ateş yaktı. Yüz bir otun karışımından un çorbası hazırladı. Sonra kendi arkadaşlarını kaldırıp sefere hazır etti. Elbirliğiyle yol katıkları yer sofrasının üzerine yayıldıktan sonra, Mehmet ve Gökçen ağaların kalkmalarını sağladılar.
İki ağanın giyinme hazırlıkları bitti. Otlardan hazırlanmış un çorbasının kokusu, sabah şafağında etrafa yayılıp, hem ken-dilerinin, hem de çevrelerinde bulanan mahlukatın da sofra kenarına gelmesine yetti. Bir anda hepsinin gözleri, mahlukatlara ilişince, şaşkınlığını gizleyemeyen Gökçen Ağa sordu:
- Kızanlar, bu çorbayı hanginiz yaptı?
Birbirlerinin yüzüne bakan adamların içinden birisi;
- Ben pişirdim, ağam! dedi.
- Oğul, senin pişirdiğini anladım. Aslını kim yaptı?
- Benim karı yaptı ağam.
- Kimden öğrenmiş?
- O tarafını bilmiyorum ağam!
- Öğretenin de, yapanın da, pişirenin de, cümle ölenlerine rahmet olsun! Sağ olanlara da Allah sıhhat versin!
Yemeklerini yiyen kervan, etrafı topladıktan sonra, atlara hediye yüklerini sarıp, gün doğmadan yola çıktılar. Geçit vermeyen Beşparmak dağını zor zahmet geçerek, Ödemiş’e vardılar. Kendilerini karşılayan düğün sahibi, Cerit Yörüklerinden Türkmen Osman Ağa idi.
- Hoş gelmişsiniz, ağalar! Obamıza şeref getirmişmişsiniz.
- Hoş gördük Osman Ağa! İyi dileklerimizi getirdik.
Mehmet Ağa ve Gökçen Ağa, misafirhaneye alındı. Öte yandan yük atlarını ve adamları da başka bir yere götürüp is-tirahat ettirdiler. Misafirler, yol yorgunluğunu giderirken, yakın çevrede oturan Türkmen obaları, ulam ulam düğün evine geliyorlardı.
Düğün bütün haşmetiyle devam ediyordu. Gelen misafirler et tırnak gibi birbirlerini kucaklayıp, görüşemedikleri zamanları anlatıp, dertleşiyorlardı.
Mehmet Ağa ve Gökçen Ağa, düğün şenliğine hazırlandılar. Kendileri için önceden hazırlanan terastaki yerlerine oturdular. Şenlikleri, kuşbakışı seyrediyorlardı. Son güne gelin-mişti. Düğün, Türkmen örf ve âdetlerine uygun yapıldığından, uzak ve yakından gelen obalar arasında, her türlü yarışmalardan sonra sıra, at yarışlarına gelmişti.
Yarışacak atlar, yerlerini aldı. Yarışlarda Mehmet Ağa’-nın atı da vardı. Oba ağalarının atlarının üstüne ödüller koymaları, yarışlara bir daha ahenk ve heyecan kattı. Mehmet ve Gökçen Ağalar yan yana oturduklarından, olanı biteni gözleyip, kendi aralarında yorum yaparlarken, düğün sahibi Osman Ağa’nın yanlarına gelişini fark etmediler.
Osman Ağa, öksürdü, selâm verdi.
- Mehmet ağam, sen de atının üstüne ödül koymuyor musun?
- Hayır, Osman ağam! İddiayı sevmem.
- Öyleyse ben, senin atının üzerine ödül koyabilir miyim?
- Kaybedersen, üzülürsün!
- Üzülmem Mehmet ağam, üzülmem!
Osman Ağa’nın ısrarcı tutumu, Gökçen Ağa’nın canını sıkmış olacak ki, ayağa kalktı, meydan okudu.
- Ağalar! Mehmet ağanın atına, yüz altın ödül koydum. Atına güvenen varsa, koyduğum ödülü ben ödeyeceğim.
Gökçen Ağa’nın bu resti, bir anda ortalığı allak bullak etti. Kısa sessizlikten sonra, Aydın yöresinden misafir gelen Yörük ağası, Gökçen Ağa’nın restini görerek, kendi atı için yüz altın ödül koydu.
İki at, iki ağa. Birbirlerine karşı koydukları ödüller, diğer yarışmacıların koydukları ödülleri gölgeleyince, onca seyircinin gözleri, bu iki atın yarış mücadelesine döndü.
Yarış başladı.
Yarışın başladığı yer, düğün evine hayli uzak olup, oraya ilk gelen at, birinci gelen sayılacaktı. Onca seyircinin gözleri, yarış alanında koşan atlardaydı. Atlar uçarcasına koşuyor, zaman da geçmek bilmiyordu. Nihayet beklenen an gelmişti. Atlar uzaktan gözükmeye başladı.
Heyecan doruktaydı. Terasta oturan at sahipleri, birer birer ayağa kalkıp, kendi atlarını seçmeye çalışırken, Mehmet Ağa da diğer ağalar gibi ayağa kalkmaya davrandı. Gökçen Ağa, atik davranarak kaftanından tuttu, kalkmasını engelledi.
- Ne yapıyorsun ağam? Onlar gibi ayağa kalkarsan, küçülürsün!
Gökçen Ağa’nın bu sözüne karşı bir kelam etmeyen Mehmet Ağa, bıyıklarını okşamakla yetindi, yaptığı cahilliği anladı. Bu sırada uzaktan toplu halde gözüken atlar, sahiplerini galeyana getirip, sesli naralar atmalarını sağladı. Her ağızdan yaşa sesleri yükselirken, ön saflarda burun buruna koşan iki at bellendi.
Bu atlar, Mehmet Ağa ile Aydınlı Yörük ağasının atlarıydı. Mesafe daraldıkça atlar, birbirlerinden kopmaya niyetli görünmüyorlardı. Yarış halindeki onca at sahibi de kendi atlarını bırakıp, önde koşan iki ata “Maşallah!” çekerek nara atıyorlardı. Yarış ipini göğüsleyen atı belirlemek için, yolun sağında ve solunda tecrübeli seyisler görevlendirilmişti. Nihayet toplu koşudan kopan iki at, şakşaklar ve nara sesleri arasında, ipi göğüsleyip geçtiler. Herkes, iki at da birinci geldi diyordu. Ama gerçeği belirleyecek olanlar, görevli seyislerdi.
Böylece düğün şenliğinin son yarışı da bitmiş olup, herkes açıklanacak sonucu bekliyordu. Her kafadan sesler yükselirken, tellalcı, halkın duyabileceği yüksekçe bir yere çıkarak, sonucu vermeye başladı.
- Hey ahali! Yarışın sonucunu sizlere açıklıyorum. Yarışın birincisi Milas yöresinden Türkmen oba ağası Mehmet Ağa’-nın atıdır. Bir topuk farkıyla birinci gelmiştir.
Tellalın açıklamasıyla, yüzlerce kişi ayaklanıp naralar attılar. Olan biteni oturduğu yerden sessizce takip eden Gökçen Ağa, ağır ağır yerinden kalkarak, gür ses tonuyla konuştu:
- Ağalar! Sizlere diyeceğim bir çift sözüm vardır. Benim ömrüm at üzerinde geçti. Eğer atlardan biraz anlıyorsam ki anlarım; yarışın birincisi Aydınlı Yörük ağasının atıdır. Onun için ödülün Aydınlı Yörük ağasına verilmesini istiyorum.
Gökçen Ağa’nın bu sözleri, herkesin üzerinde şok etkisi yarattı. Kendisini dikkatlice dinleyen Mehmet Ağa da, olgunluk gösterip, Gökçen Ağa’nın fikrini destekleyerek, yüz altınlık ödülü, Aydınlı Yörük ağasına verdi.
Aydınlı Yörük ağası, Türkmen ağasının göstermiş olduğu iyi niyetin altında kalmadı. Kendisine verilen ödülü almayarak, berabere kalındığını söyleterek, dostluklarını ilan ettirdi. O gece geç vakte kadar oturdular, sohbet ettiler. Daha sonra istirahata çekilip uyudular.
Sabah erkenden Mehmet ve Gökçen Ağa ile adamları, yol hazırlıklarını tamamlayıp, Osman Ağa ile helâlleştikten sonra yola çıktılar. Saatlerce yol yürümelerine rağmen, ağalarının aralarında konuşmayı bırakıp, dargın gibi gözükmeleri, adamlarının dikkatini çekmişti. Mehmet ve Gökçen Ağa, içlerinden konuşup, demek istediklerini dışa vurmuyorlardı. Nihayetinde Mehmet Ağa, daha fazla dayanamadı:
- Gökçen ağam, dünkü yarış esnasındaki tutumuna bir an-lam veremedim. Bu konuda bana söylemek istediğin bir sözün var mı?
- Dinle evlat! Ne demek istediğini anlıyorum. Sana sormadan hoyratça davrandım. Bu durum seni üzmüş olabilir. Ne var ki ödül yerine, bir arkadaş, bir dost kazandık.
Tekrar, saatlerce süren sessiz anlar başladı. Bu geçen zaman içinde, Beşparmak dağını aşarak, Milas tarafına geçtiler. Güneş, dağları aşıp yerini karanlığa terk etmek üzereyken, yorulan Gökçen Ağa, konaklamak için Mehmet Ağa’nın rızasını aldı.
Gökçen Ağa’nın solgun yüzünü gören Mehmet Ağa;
- Baba yorgun musun? Yoksa hasta mısın? dedi.
- Bilmiyorum evlat. Sırtımın sol tarafına bir ağrı girdi. Nefes almakta zorlanıyorum.
- Sen merak etme baba, sabaha kadar bir şeyin kalmaz.
- Mehmet, oğlum! Kendimi pek beğenmiyorum.
- O, nasıl söz baba? Senin bir ruhun kurt, bir ruhun da şahindir. Böyle ufak ağrılara metelik vermezsin.
- Bir zamanlar öyleydim ama, şahin oldu karga, kurt da oldu ihtiyar. Yani, bende hayat bitmek üzeredir, oğul!
- Hayır baba, böyle konuşmanı istemiyorum. Bu gece iyice dinlen, sabaha bir şeyin kalmaz.
Gökçen Ağa, hemen uyuya kaldı. Mehmet Ağa, ağasının uyuduğunu görünce, adamlarının içinden yolları iyi bilen, karanlıktan korkmayan yiğit birini seçti.
- Tez var git! Hekim getir.
- Peki ağam, hekimi buraya mı getireceğim?
- Gökçen ağam kendisine geldiğinde biz yola çıkarız. Siz de önümüzden gelirsiniz. Buluştuğumuz yerde, onu da hekime baktırırız.
Korkusuz yiğit, talimatı alır almaz atına binip, karanlıkta kaybolup gitti.
O gece dolunay vardı. Mehmet Ağa ve adamları, Gökçen Ağa’nın hastalığı nedeniyle, hiç uyumadan üzüntülü vaziyette etrafında bekleşiyorlardı. Uzunca bir zaman sonra dolunay da, dağ üzerinden bir urgan boyu yükselip, etrafı gündüz gibi aydınlatmaya başladı. Aradan saatler geçti. Ay, başlarının üzerine gelince, Gökçen Ağa da kendisine geldi, yattığı yerden doğrularak etrafına bakındı. Mehmet Ağa ve adamlarının uyanık olduklarını gördü.
- Mehmet, davran! Benim ağrım dinmiş. Etraf, gündüz gibi. Yolcu yolunda gerek, gidiyoruz.
- Ama baba, sabah gitsek olmaz mıydı?
- Hayır evlat. Öleceksem, evimde ölmek isterim.
Buna bir anlam veremeyen Mehmet Ağa, adamlarına emir verip hazırlanmalarını söyledi. Yükler sarıldı. Yolculuğa hazır duruma gelindikten sonra, Gökçen Ağa’yı atının üzerine bindirdiler. Mehmet Ağa’nın nezaretinde yola çıktılar. Beşparmak dağının geçit vermeyen, dar ve patika yollarından geçerek, Beşparmak ile Ilbıra dağının arasındaki düz ovaya indiler.
Mehmet Ağa önde yürüdüğü için, gözleriyle istirahat edebilecekleri bir sığınak arıyordu. Sonunda gönlüne göre düzlük bir yer buldu.
- Burada dinleneceğiz!
Emri duyan adamları atlarından inip, Gökçen Ağa’ya yardım ederek atından inmesini sağladılar. Bir yandan da adamlarından birkaçı, Gökçen Ağa’nın yatması için kilimlerden yer yatağı hazırladılar, ağayı yatırdılar. Mehmet Ağa, Gökçen Ağa’nın yanına vardı, sordu:
- Baba, durumun nasıldır?
- İyiyim evlat! Kurt kocadıktan sonra, yol maskarası olurmuş derlerdi de inanmazdım. Sonunda kendi başıma geldi.
Ona cevap vermeyen Mehmet Ağa, atının kendisine doğru geldiğini görünce, çıkınını açarak, ballı çöreklerden verip yedirdi. Ortalık sessiz ve sakindi. Mehmet Ağa, atının yularıyla meşgul oluyordu. Bir anda onca atlar şaha kalkıp acı acı kişnemeye başlayınca, Gökçen Ağa’dan gayrı herkes, yıldırım hızıyla ayağa kalkarak, etrafı da dikkatlice dinleyip, bakınmaya başladılar.
Ortalıkta görünen hiçbir kimse yoktu. Aradan hayli zaman geçmesine rağmen, hayvanların huysuzluğu devam etti. Kuşkusunu yenemeyen Mehmet Ağa, etrafa kolaçan atmak için atları bir yerde tutmalarını da söyleyerek, yakınlarında bulunan kayalık ve çalılıkların arkasına bakmaya gitti. Uzunca bir geziden sonra, birçok yeni doğmuş kurt yavrularını görünce, şaşkın şaşkın bakakaldı. İyiyi kötüyü bilemeyen kurt yavruları, önceleri ürktüler ama, sonradan da ana sevgisiyle, Mehmet Ağa’nın bacaklarına dolanmaya başladılar.
Mehmet Ağa, bir anda çocukluğunu hatırladı. Kendisi de birçok kurt yavrusu büyütmüştü. Ortalıkta dokuz kurt yavrusu vardı. Mehmet Ağa, yavruları tek tek kucaklayıp sevdi. İçlerinden birisi, süt beyazdı. Mehmet Ağa, dokuz kardeşin içinden süt beyazını alarak, diğer yavru kurtları orada bırakarak kamp yerine döndü.
Gökçen Ağa ve yanındakiler, ağalarından haber alamdık-ları için huzursuz olurlarken, Mehmet Ağa, kucağında süt beyazı bir kurt yavrusuyla ormanın içinden çıkıverdi. Bir anda ağalarını karşılarında görünce, kuşkulu bakışlar da sevince dönüşüverdi.
Yorgunluğu geçen ve kendine gelen Gökçen Ağa;
- Oğul, kucağındaki nedir? dedi.
- Buyur baba! Atlarımızı ürküten, yeni doğmuş kurt yavrularıymış. Dokuz kardeşin içinde sadece bir tanesi süt beyazdı. Çok hoşuma gittiği için aldım. Bunu, eve götürmek istiyorum.
- Oğul Mehmet! Beyaz kurda milyonda bir rastlanır. Beyaz kurt, besleyene de her zaman uğursuzluk getirmiştir. Beni dinlersen, şu kurt yavrusunu aldığın yere bırak. Eğer çok istiyorsan, başka bir kurt yavrusunu alabilirsin.
- Baba, ben uğursuzluğa inanmam. Beyaz yavruyu da çok sevdim. Bu yavruyu evime götürüp, kızıma hediye edeceğim.
Gökçen Ağa, Mehmet Ağa’nın kararlı tutumu karşısında, ses vermeyip, sadece başını sallamakla yetindi
Güneşin yerini alan ay, ferini kaybedip Ilbıra dağının ardına gizlenmeye çalışırken, yeni bir günün başlangıcını haber veren şafak da Beşparmak dağının zirvesini aydınlatmaya başladı. Gökçen Ağa’nın isteğiyle hazırlandılar, obaya doğru yola koyuldular.
Ne gönderdikleri adamdan, ne de hekimden hiçbir haber yoktu. Güneşin ışıkları Beşparmak dağının üstünden, karşısında bulunan Ilbıra dağının zirvesine vararak, ortalığı aydınlatmaya başladı. Kamptan ayrılalı hayli zaman olmuştu. Obaya varmalarına az bir zaman kala adamı ve hekimi gördüler.
Mehmet Ağa ile hekim, selâmlaştıktan sonra atlarından indiler. Hekimin, rahatsızlığından dolayı Gökçen Ağa’yı kontrolden geçireceğini söylemesi, ağayı kızdırmış olacak ki;
- Hekim ağa, bu nefes beni buraya kadar getirdiyse, bundan sonrasına da götürür. Beni tedavi edemezsin, dedi.
Hekim, ağanın cevabına karşılık vermeden önüne bakmakla yetindi. Sonra da atını kamçılayıp, köye doğru gözden kayboldu. Gökçen Ağa’nın bu davranışına bir anlam veremeyen onca atlı, Mehmet Ağa’nın emri üzerine köye doğru atlarını olanca hızlarıyla sürdüler. Mehmet Ağa’nın gelişini duyan köylüler, köy çıkışına kadar varıp, sevgi gösterileri içinde gelenlere evlerine kadar eşlik ettiler.
Mehmet Ağa, Gökçen Ağa’yı evine götürdü, hekimin ellerine teslim etti. Gönül rahatlığı içinde, kendi ailesinin yanına, evine döndü. Karısı Fatma Hatun ile oğlu Oğuz, kızı Nuray, onu avlu kapısında karşılayarak, hep birlikte sevinç içinde eve girdiler. Yorgun olan Mehmet Ağa, hanımının hazırlamış olduğu yemeği yedikten sonra, aile efradı tarafından soru yağmuruna tutulduysa da, her sorunun cevabını verdi.
Mehmet Ağa, yol yorgunluğuna daha fazla dayanamayıp, yatmak istedi. Fatma Hatun döşekleri hazır ederken, ağa dışarı çıktı. Kızına hediye olarak getirdiği süt beyaz kurdu vermek için, atların bağlı olduğu ahıra vardı, kurdu yanına alarak eve döndü. Babalarının ortadan kaybolduğunu anlayan çocuklar, analarının yanına giderek, onun nerede olduğunu sorarlarken, babaları, kurt yavrusunu odanın içine salıverdi. Küçük kurdu gören çocuklar, gecenin geç vaktine kadar sevinç çığlıkları atarak, evi bayram yerine çevirdiler. Ağa, çocuklarını ahenk içinde bırakarak, derin uykuya daldı. Fakat bir anda evin maskotu hâline gelen kurt yavrusu, kendisi uyumadığı gibi, evdekileri de uyutmadı.
Sabah erkenden kalkan Mehmet Ağa, günlerce köyden ırak kalmanın verdiği hasretlik içinde, denetimle güne başladı.
Mehmet Ağa evden ayrılınca, Oğuz ile Nuray, kurt yavrusunun başında; senin olacak, benim olacak kavgasına tutuştular. Fatma Hatun, kurt yavrusu yüzünden çocuklarının birbirlerine düşman kesileceğini anlayınca, ellerindeki kurt yavrusunu alarak, bir sepetin içine koyup Gökçen Ağa’nın evine bırakıp geldi. Feryat figanda olan Nuray, evlerinden kaçarak, gitti, Gökçen Ağa’nın evine sığındı.
Hekimin tedavisiyle sağlığına kavuşan Gökçen Ağa, -çok istemelerine rağmen, Allah onlara bir evlat vermedi- Nuray’ın kurt yavrusunu görebilmek için kendisine sığınmış olmasına sevinip, onu kendi himayesine aldı.
Bir anda boşlukta kalan Oğuz, kendisini toparlayarak çiftliğe gitti. Kara tayını sevip okşadıktan sonra, atlarla meşgul o-lan seyisin yanına vardı.
- Seyis amca! Atıma binmek istiyorum. Eğerini bağlayıverir misin?
- Benim kontrolümde bineceksen, olur!
- Sen nasıl istersen, öyle olsun seyis amca.
- Sen terasta otur. Ben atları hazır edince, seni alırım.
Oğuz terasta otururken, aklındaki tek düşünce; süt beyaz kurt yavrusuna takılıp kalmıştı. Ne vardı ki kız kardeşi, anasının onca yapıvermiş olduğu bebeklerle oynasaydı? Kedi köpek, kurt at gibilerini yetiştirip büyütenlerin de er kişi olduğunu öğrenebilseydi? Oğuz aklından bunları geçirirken, seyis de atları hazır edip terasın önüne getirdi.
- Haydi delikanlı, tayına bin. Ben ne yaparsam, sen de öyle yapacaksın!
Oğuz yanıt vermeden tayına bindi. Seyis, yapacağı her hareketi Oğuz’a anlatarak, yavaş yavaş ilerlediler. Ona, ata binmenin bütün inceliklerini anlatıyordu. Oğuz, seyisin dediklerini dinler gibi gözükse de, aklı başka yerlerde, başka mevzularda takılıydı.
Bu durumu anlayan seyis;
- Hayırdır Oğuz? Atlarımıza bindiğimizden bu yana, devamlı ben konuştum. Anlattığım konularla ilgili olarak sordumsa da, bana cevap vermedin. Aklını bunca meşgul eden nedir? Bana anlatabilir misin?
- Hayır!
- Geriye dönmek ister misin?
- Hayır.
- Derdin nedir evlat? Derdini söylemeyen derman bulamazmış derler. Hoş, bu yaşta senin ne derdin olabilir ki?
Oğuz, seyisin sorularından sıkıldı. Kara tayına sert kamçı vurarak şaha kaldırdı, koşturdu. Seyis, Oğuz’un bu ani çıkışına bir anlam veremedi ama o da ardından atını sürdü. Koşuya yeni alışan kara tay, yıldırım gibi giderken, seyis de arkasından yetişmek için zorlanıyordu. Koşuyu yeni öğrenen kara tay, binicisinin ve kendisinin şuursuz ve hedefsiz oluşlarından, birdenbire yavaşladı. Onları birkaç at boyu arkadan takip eden seyis, kara tayın yanına vardı, geminden tuttu. Oğuz’a sordu;
- Sen mi koşturttun? Yoksa kara tay mı koştu?
- Ben koşturttum. Koşumu iyi mi diye öğrenmek istemiştim.
Oğuz ile seyis, çiftliğe döndüler. Yol boyunca için için ağlayan Oğuz, gözyaşlarını seyisten saklamak gayesiyle, gözüne toz girdi bahanesini uydurarak, yüzünü yıkayıp terasa o-turdu. Seyis de atların bakımıyla uğraşmaya döndü. Bu esnada evine gelen Mehmet Ağa, Fatma Hatun’dan olup bitenleri öğrenince, durmadı, Gökçen Ağa’ya gitti.
- Baba, nasıl oldun? Ağrıların geçti mi?
- Geçti evlat! Hekimi pek gözüm tutmamıştı ama, verdiği ilâçların çok faydasını gördüm. Allah, ondan razı olsun.
Mehmet Ağa, Gökçen Ağa ile konuşsa da, gözleriyle kızı Nuray’ı arıyordu. Tam da kızının nerede olduğunu soracakken, kızı, kucağında yavru kurtla odaya girdi. Babasıyla göz göze gelince, hemen Gökçen Ağa’nın arkasına gizlendi.
Kızının varlığından habersiz gibi davranan Mehmet Ağa, Gökçen Ağa ile başka konulardan söz ederlerken, Nuray gizlendiği yerden çıkarak, babasına yaklaştı, sonunda da kucağına oturdu. Onun sarı saçlarını okşayan Mehmet Ağa, sordu:
- Kızım, duyduğuma göre, bundan sonra Gökçen dedenin kızı olacakmışsın, öyle mi?
- Evet baba! Gökçen dedemin kızı yok. Ben hem senin, hem de onun kızı oldum. Birazcık dedemle ninemin yanlarında kalmak istiyorum.
Kızının kararlı tutumu karşısında bocalayan Mehmet Ağa;
- Sen bilirsin kızım, dedi.
Durmadı, Gökçen Ağa’nın evinden ayrıldı. Bu sırada çiftlikte seyislerle yemek yiyip, taylarla vakit geçiren Oğuz, seyisiyle birlikte eve geldi. Kızgın ve tedirgin olarak odasına girdi. Erkenden yatmak istedi. Babasının ve anasının ısrarlarına rağmen konuşmak istemedi.
Daha iki hafta öncesine kadar, kız kardeşiyle gülüp oynar, sevişip dövüşürlerdi. Ne olduysa, yavrukurdun eve gelişiyle oldu. Bir türlü öfkesini yenemeyen Oğuz, babasına verdiği sözlere sadık kalmak istemesine rağmen, yine de bir pundunu getirip yavrukurda sahip olmanın yollarını arıyordu. Aradan hayli zaman geçmişti. Babasının çiftliğe, anasının da komşu evine gidişini fırsat bilen Oğuz, sessizce Gökçen Ağa’nın evine gidip kurt yavrusunu görmek istedi. Kendisini karşılayan kız kardeşi, ağabeyinin ne amaçla geldiğini anlayınca, ağlamaya başladı. Oğuz, telaşlandı ve evden kaçtı.
Öfkesinden çılgına dönen Oğuz, bir tek düşüncenin esiriydi: Yavrukurdu öldürmek! Ama nasıl yapacaktı bunu? Yaz mevsimindeydiler. Ağustos ayının ortası, incirlerin tam erme zamanı. Oğuz, bir taraftan formül üretirken, diğer taraftan da kendi akranı olan birkaç gençle, incir bahçelerine gidiyor, hem incir topluyor, hem de sohbet ediyorlardı. Arkadaşlarıyla topladıkları incirleri bir araya koyup, yemeye başladılar.
Herkes erginlerinden seçiyordu. Oğuz ise önünde bulunan incirlerin hamına erginine bakmaksızın yiyordu. Arkadaşlarından birisi;
- Oğuz, hamlarını yeme! Sütlüyse zehirler. Sonra ölürsün, dedi.
Oğuz, ağzındaki incirleri yutmadan çıkartıp tükürdü. Bir süre sessizce olduğu yerde kalan Oğuz, sordu:
- İncir sütü zehirli midir?
- Tabi zehirlidir. İstersen ham incir kozalarını ye ya da sütünü iç. Ölür müsün, ölmez misin? Öğrenirsin.
Oğuz’un gözlerinin içi güldü. Çünkü istediği zehri arkadaşları sayesinde bulmuştu. Geç oldu bahanesiyle arkadaşlarını da köye getirdi. O akşam, sevecen ve neşeli olmaya çalışırken bile, aklı sıra tuzak hazırlıyordu. Yorgunluk bahanesiyle odasına çekildi. Yattığı yerde formül üreterek, topladığı incir sütünün içerisine, diğer sütten koyarak, böylece kurdun ölümüne sebep olabileceğini düşündü. Bütün formüller de hazırdı. Buluşunun sevinciyle erkenden yatıp uyudu.
Sabah erkenden kalkan Oğuz, babasının evden çıkışını fırsat bilip, yanına bir de sepet alarak anasına, incir toplamaya gideceğini söyleyerek bahçeye vardı. Topladığı incir kozası ve yapraklarının sütünü, şişenin içine koymaya başladı. Aradan yarım gün geçmişti. Yavrukurdu öldürecek kadar incir sütünü topladıktan sonra, bir sepet de ergin incir toplayıp eve döndü. Günlerden beri Oğuz, ilk defa mutlu olmuştu. Her şey tamamdı. Akşam yemeğini yedikten sonra, topladığı incir sütünün içine, evdeki normal sütten koyarak, iyice çalkaladı. Doğruca Gökçen Ağa’nın evine vardı. Evin kapısını, her zaman ki gibi kız kardeşi açmıştı. Bu sefer kardeşine sevecen yaklaşıp, kolayca içeri girdi.
- Nuray, senin kurduna süt getirdim. Benim kara taya dün binip onu bir güzel koşturttum. Bir gün seni de götürüp tayımı göstereceğim. Şimdi sen kurdunu getir de biraz seveyim.
Ne de olsa gelen, kurdu görmek isteyen ağabey idi.
- Getiririm ama, kaçırmak yok!
- Ben kurdu ne yapacağım ki, kurt senin. Kara tay da benimdir.
Nuray, sakladığı yerden kurdu getirdi, ağabeyinin kucağına verdi. Oğuz, sevimli süt beyazı kurdu severken, yanındaki süt şişesini de kardeşine verdi.
- Karnı açsa verdiğim sütü yalağının içine koy da yesin!
- Hayır, karnı tok! Sonra yediririm.
Oğuz, mutluluktan uçuyordu. Kardeşini ve kurdu tekrar sevip evden ayrılırken, bu davranış karşısında Nuray da içindeki korkuyu atarak, kurdu sevmesi için her zaman ziyarete gelebileceğini ağabeyine söyledi.
Eve dönen Oğuz, odasına çekildi. Acaba kurt, nasıl ölecekti? Ne zaman ölür? Nuray fark etti mi? Şüphelendi mi kaygısına düşerek, sabaha kadar uyuyamadı.
Sabahı, yaptığından pişmanlık duyan Oğuz, babasının odasına vardı.
- Baba, baba, babaaa!
Ne olduğunu anlayamayan Mehmet Ağa, odasının kapısını açtı, oğlunu içeri aldı.
- Ne var Oğuz? Ne oldu?
Durmadan ağlayan Oğuz, babasına yaptıklarını bir bir anlattı. Şok olmuşa benzeyen Mehmet Ağa, Gökçen Ağa’nın evine gitti, ona da olan biteni anlattı. Kimseye fark ettirmeden yavru kurdun yanına giderek, sağ olup olmadığına baktılar.
Yavru kurt, ölmüştü!
Mehmet Ağa ve Gökçen Ağa, Nuray’a yavru kurdun öldüğünü nasıl açıklayacaklardı? Üstelik bu görevi kim yapacaktı? Mehmet Ağa, Gökçen Ağa’ya baktı.
- Baba, ben bu olayın içinden çıkamam, ona sen anlat!
- Peki Mehmet ağa, ama sen de, kimseye fark ettirmeden kurdu alıp, gizli bir yere göm. Kıza kurdun kaçtığını söylerim. Böylece olay kapanır gider.
Mehmet Ağa, Gökçen Ağa’nın söylediği gibi yaptı. İşini bitirdikten sonra, Oğuz’un odasına girdi.
- Kurt kaçmış, dedi.
- Hani ölecekti? Hani incir sütü zehirliydi? Demek hepsi de yalanmış!
- Hayır oğul! İncir sütü zehirlidir. Söylenenlerin de hepsi doğrudur. Ama kurt, kaçıp gitmiş. Kurtlar biraz büyüdükleri zaman dağlara kaçarlar. Onların dünyası ev değildir. Onlar da dağ hayvanı olduklarından, vatanları olan dağa dönerler.
Bu sözler karşısında Oğuz, şaşırdı.
- İyi ki benim verdiğim sütten ölmemiş. Kaçtığı, daha iyi olmuş.
Sesini çıkarmayan Mehmet Ağa, Gökçen Ağa’nın yolda daha önceden söylediği beyaz kurdun uğursuzluğunu hatırladı. Bu sırada Fatma Hatun da, kurdun kaçtığını öğrenince, haylice üzüldü. Öte de, Gökçen Ağa’nın evinde de tufan yaşanıyordu. Küçük Nuray, kurdun kaçmasını bir türlü hazmedemiyordu. Köye sembol olan beyaz kurt yavrusunun kayboluşunu, köyün her ferdi duymuştu. Köyün gençleri, kendi aralarında kararlaştırıp, onu aramak için dağa çıktılar. Dağa çıkan gençler, tüm aramalarına rağmen, kurdu bulamadan köye döndüler. Kurt yavrusundan umudunu kesen köylü, günlük işlerine devam etti fakat geride sevimli kurdun ismi kaldı.
Acı gerçeği bilenler, sadece iki ağaydı. Bu gerçek de, iki ağa arasında mezara kadar gidecekti. Bunca olayın tek sebebi Oğuz olmasına rağmen, kurdun dağa kaçtığına kendisini de inandırmıştı. Aradan haftalar geçti. Kurdun varlığı efsaneleşip masallaştı. Ancak onu unutamayan tek kişi kaldı; ağanın kızı Nuray. Küçük kız, gün geçtikçe yemeden içmeden kesildi. Bir deri, bir kemik kaldı. Mehmet Ağa, onun gün geçtikçe gözünün önünde eriyip tükenmesini istemediğinden, çevrede bulunan bütün hekim ve hekim başlarını bir bir topladı, kızının tedavisi için seferber ettirdi. Derman hekimlerden, şifa Allah’tan olacaktı.
Mehmet Ağa, Gökçen Ağa’nın yanına vardı, içini döktü.
- Ağam, kızım günden güne tükenip erimektedir. Sence bunun bir çıkar yolu bulunmaz mı?
- Var olmasına var ama, bilmem ki nereden buluruz?
- Çabuk söyle Gökçen ağam, bulacağımız nedir?
- Kurt yavrusu, evlat! Eğer Nuray’a yeni bir kurt yavrusu bulup verirsek, öncekini unutup yenisiyle meşgul olur.
- Baba, bunu daha önceden niye söylemedin ki?
Hışımla Gökçen Ağa’nın evinden dışarı çıkan Mehmet Ağa, doğruca kendi evine vardı. Karısına seslendi:
- Fatma! Evde ne kadar et varsa, bir torbaya koy!
- Hayırdır bey, bu acelen nedir? Bir yere mi gidiyorsun?
Hiç ses vermeyen Mehmet Ağa, et torbasını alarak evden ayrılıp, çiftliğe vardı. Kendisini karşılayan adamlarını bir araya toplayıp, içlerinden kendisine sadık birkaç yiğit alarak, beyaz kurdun kardeşlerini aramaya çıktı.
O gece, dolunay yoktu. Etraf zifiri karanlıktı. Kurdukları kampın ortasına irice bir ateş yakarak, köyden getirilen etlerin bir kısmını pişirmeye başladılar. Közdeki etin kokusu, kısa zamanda etrafa yayılmıştı. Etleri çevirmeye bile fırsat kalmadan, yanlarında bulunan atları, kendi aralarında burunlarından çıkardıkları ıslığa benzer havayla, ön ayaklarını da yeri deşer gibi davranmalarıyla, yakınlarında tehlike olduğunun işaretini vermeye çalıştılar.
Mehmet Ağa, ortalarında yanan ateşin ışığıyla, adamlarının görebilecekleri ve anlayabilecekleri şekilde işaret ederek, tetikte olmalarını onlardan istedi. Ağa ve adamları bir heykel gibi, her an saldırıya hazır bir vaziyette duruyorlardı. Ateşin etrafında halkalanmaları, birbirlerinin yüzüne baksalar da, karşılarındaki kişilerin arkasında olan biteni görebiliyorlardı.
Atların huysuzluğu devam ediyordu.
Belli ki etraflarında bir şeylerin olduğunu ilk anlayanlar atlar olmuştu. Mehmet Ağa içinden, bildiği bütün duaları okuyordu. Tek dileği, kızına götürebilecek bir kurt yavrusuyla geri dönmekti. Hayli geç olmuştu. Ortalarında yanan ateşin odun ilave edilmediğinden feri bitmiş, sadece yanan korların ışığı az da ortalığı aydınlatıyordu.
Ağa, oturduğu yerde kendisini ve adamlarını, bu tehlike çemberinin içinden nasıl kurtarırım diye düşünürken, bir mucize gerçekleşti... İki yeni doğmuş kurt yavrusu, birbirleriyle koşturmaca oynarken, hızlarını alamayarak, tehlike çemberinin içine daldı. Mehmet Ağa hem şaşırdı, hem de sevindi. Kurt yavrularından birini kaptığı gibi torbaya koydu. Adamlarına da söylendi;
- Torbadaki etleri etrafınıza fırlatın. Bir taraftan da atlarınıza binip köye doğru at sürün. Düzlükte birbirimizle buluşuruz.
Talimatı alan adamlar, torbalarındaki etleri uzak mesafelere fırlattılar. Kurtlar kendi aralarında post kavgası yaparken, atına binenler köyün yolunu tuttu. Sevinç içinde köye dönen ağa ve adamları, müjdeyi vererek merak içinde bekleyen köyün halkını da sevindirdiler.
Kucağındaki kurt yavrusuyla Mehmet Ağa, kızının odasına girdi. İçi içine sığmıyordu. Kızı, baygın hâlde yatağında yatıyordu. Ağa, kızının başucuna oturdu, yastığın üzerine dökülen sarı saçları okşadı. Seslendi:
- Kızım! Bak sana başka kurt yavrusu getirdim.
Nuray, derin bir uykudan uyanır gibi göz kapaklarını araladı, sordu.
- Baba, sen misin?
- Sana bir kurt getirdim. Bunun tüyleri beyaz değil ama yine de onun gibi sevimli.
Nuray, kurt adını duyunca yattığı yerden doğrulmak istedi fakat hâlsizlikten kıpırdayamadı. Fatma Hatun, kızının başını kaldırıp bir yastık daha koydu. Biraz doğrulduğunu gören ağa, getirdiği kurt yavrusunu kızının kucağına bırakarak, sevincini paylaştı.
Haftalar geldi geçti. Ölümle pençeleşen Nuray, kurt yavrusunun gelişiyle tekrar hayata dönüp, eski sağlığına kavuşarak, önceki yıllarda olduğu gibi gülüp oynamaya başladı. Bu arada Oğuz, işlerin altında ezilirken, ailesine karşı yaptığı haksızlıkları düşündükçe, kendisini toplumdan soyutladı. Kolay kolay toplum içine karışmıyor, kendisine sorulmadıkça da cevap vermiyordu. Bu durumu gören Mehmet Ağa, üstüne varmayıp onu kendi hâline bıraktı.
Oğuz sık sık çiftliğe gidip, kara taya biniyordu. Saatlerce dağlarda ve ovalarda at koşturuyordu. Oğlunun bu durumundan hoşnut kalan Mehmet Ağa, köyün ileri gelenlerinin yanında, ondan övgüyle söz ediyordu.
Günlerden bir gün, dalgın vaziyette evden çıkan Oğuz, hiç kimseye gözükmeden çiftliğe gitti. Kapalı ahırda bağlı olan kara tayının yanına varıp, cebinden çıkardığı kuru incirden yedirdi. Bir anda çılgınlaşıp kara tayını eyerlediği gibi yıldırım hızıyla Ilbıra dağına doğru sürdü. Ardından seyisler bağırdıysa da Oğuz, onların bağırmalarını duymazdan geldi, yoluna devam etti. Seyis başı, Oğuz’un her günkü hâlidir deyince, hepsi de günlük işlerine döndüler.
Akşam olmuştu. Oğuz şimdiye kadar böyle geç kalmamıştı. Çiftlikte bulunan onca insan bir araya gelip, durumu ağalarına anlattılar. Haberi duyan Mehmet Ağa, atını hazır edip çiftliğe gelerek konuyu bilenlerinden defalarca anlattırıp tekrar dinledi. Oğlunun nerede olduğunu bilen yoktu ama, gittiği yer belliydi. Tek çare, onu aramaya kalmıştı.
Oğuz’un kayboluşunu bütün çevre duydu, kısa zamanda atına binen çiftliğe geldi, aramaya katılmak istediğini bildirdi. Köy gençlerinin hepsi çiftlikte hazır beklerken, Mehmet Ağa yanlarına geldi, birlikte Ilbıra dağına Oğuz’u aramaya çıktılar. Göl kuyu mevkisine ulaşınca, üçer kola ayrılıp aramaya başladılar. Ulu çam ağaçlarının geçit vermeyen sıklığından, bir de gecenin karanlığından olacak, Oğuz’u aramaktan ziyade, bağırmakla yetiniyorlardı. Her yer ormanlık olduğundan yangın çıkabilir düşüncesiyle, herhangi bir çıra veya bez parçası bile yakılmadı. Sık ağaçlar ve sarp kayalar, aramayı güçleştiriyordu. Onca insan, ne Oğuz’un, ne de atının sesini duymadıkları gibi, kendi seslerini de duyuramadılar.
Sabah olmuştu. Aramalara katılan onca insan, ıslık çalarak birbirinden haberdar oluyordu. Mehmet Ağa, ormanın derinliklerinde bulduğu düzlük arazide adamlarını toplayıp, tek tek sağlık durumlarını sordu, hâl hatır etti. Güneş, Beşparmak dağının zirvesinden Ilbıra dağına selâm veriyordu.
Mehmet Ağa, köylünün merak içinde bulunduğunu bildiği için, genç delikanlılardan birini görevlendirerek köye gönderdi. Kalanlar, aramaya tekrar başladılar. İkişer ikişer herkes, Oğuz’u arıyordu. Seyis başı ile yardımcısı, sarp kayaların olduğu yerden geçerlerken, Oğuz’un kırbacını gördüler...







İNCİRSÜTÜ başlıklı yazıya henüz eleştiri yazılmamış.



Sizin Eleştiriniz

"İNCİRSÜTÜ" başlıklı yazı ile ilgili
düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile
( İncir Sütü başlıklı yazı zykbk tarafından 12.06.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu