Halk arasında, doksan üç savaşı olarak bilinen Osmanlı-Rus çatışması, sınır bölgelerinde yaşamlarını sürdüren yurttaşların can güvenliklerini tehdit edince, güvenli bölgelere nakletmek üzere göç seferberliği başlatıldı. Kafile arasında Fatma Ebe de vardı. Doğumda annesini, kısa zaman sonra da asrın vebası olarak bilinen sıtma hastalığından babasını kaybedince, sahipsiz kalmıştı. Bakımını üslenecek bir Allah kulu çıkmayınca, yaşamını yalnız sürdüren, üstelik başından hiç evlilik geçmeyen köy ebesi, onu evlatlık edindi. Çünkü doğumunu kendisi geçekleştirmişti.
Bayan Ebe, bütün sevgisini ona vermekle anne sevgisini aratmıyordu. Okul çağına erişince, kendisi gibi cahil yetişmemesi için ev komşusu olan zabit hanımının yanına talebe olarak onu verdi. Yıllar birbirini takip ederken Fatma, buluğ çağında bir kız oldu. Onun serpilip geliştiğini gören oğlan anneleri, dünürcü gönderme yarışına girdiler.
Bayan Ebe, kapısına gelen dünürcüleri, münasip bir üslup kullanarak geriye çeviriyordu. Onca taleplerden sonra, onu yalnız bırakmaktan çekindi. Gittiği doğumlara, onu da beraberinde götürmeye başladı. Boş günlerinde, tezek hazırlamasından nadas deşmesine, ekin biçip harmanlamasına kadar her türden iş gösterip gerçekleri öğrenmesini sağladı. Onlar yetmez gibi yaşlılığını öne sürerek, doğumlara onu gönderiyordu. Gelecekte kendi yerini almasını istiyordu. Kendisinin yarınlardan bir beklentisi yoktu. Bu durumdan dolayı Fatma’nın günleri yoğun geçmeye başladı. Çevre köylerden davet geldiğinde, hafta içi bir ya da iki defa eve uğradığı oluyordu. O gün, gittiği yerden erken döndü. Her dönüşünde yaptığı gibi yemek hazırlama telaşına girdi. Onun gelmesini merakla bekleyen Bayan Ebe, mutfağa girip sandukanın üzerine oturdu. Ona soracağı bir yığın sorular vardı. Ama söze nereden başlayacağını bilmiyordu. Lafı ağzında geveledikten sonra:
-“Kızım, yorgun gözüküyorsun. Üstelik sinirlerin bozulmuşa benziyor. Bir terslik mi oldu?”dedi.
Fatma, soruya yanıt vermeden dışarıya çıktı. Avluda kurutulmaya terk edilen otları toplamaya başladı. Bayan Ebe de onun peşinden dışarıya çıkıp soruyu tekrarladı. Fatma, duymazlıktan gelerek kurumuş otları toplamaya devam etti. İkisi de suskundu, fakat kendi özleri ile konuştukları belli oluyordu. Fatma, kuruyan otları topladı. Rutubetten korumak üzere bir bez parçasına sararak sandukanın içine koydu. O sırada akşam olmak üzereydi. Sofraya suskun oturdular. Oysa birbirlerine anlatacakları bir yığın konu vardı.
Bayan Ebe, onun tepkisini göze alarak, soruyu tekrar ladı. Fatma, anladı ki kaçış yok. Ama nasıl anlatacağını bilmiyordu. Cesaretini topladıktan sonra:
-“Bebek öldü.”dedi, ağlamaya başladı.
-“Ağlama yavrum, daha yolun başındasın. Senin elinden gelen çabayı gösterdiğine eminim. İnancımıza göre, yaratan isteseydi onu yaşatırdı.”
-“Yaratan’dan şüphem yok. Doktor, ya da eğitimli bir ebe olsaydı eğer, çocuk mutlak kurtulurdu. Doktor yok, eğitim görmüş ebe yok, bizim gibi cahillerin ellerinde bebekler, elbette ölecektir.”
-“Sakın ha, Yaratan’ı yarattığından dolayı yargılama, çok günahtır. O ne isterse o olur.”
-“Yaratan, bu insanlara akıl vermiş ki kullansınlar diye. Niçin akıllarını kullanarak doktora gitmiyorlar da bizim gibi cahillerden şifa bekliyorlar?”
-“Kızım, buraya doktor gelmez. Buraların kaderi bizim gibi cahiller ile üfürükçü şıhların ellerine bırakılmıştır. Biz olmasak eğer, kadınlar kendi başlarına nasıl doğum yapacaklar? Cahil olsak da doğumlarına biz yardımcı oluyoruz.”
-“Haklısın ama bu zihniyet nereye kadar sürecek.? Bir tarafta ağalık, diğer tarafta cahillik hüküm sürdürdükçe, nice bebekler, anneler ölecek desene.”dedi.
O gece, geç saatlere kadar tartıştılar. Şafak sökmeden ayaklandılar. Fatma, yolluk çıkını hazırlarken, Bayan Ebe kısrağı eyerledi. Yükleme işi bitince, ana kız patika yolları arşınlayarak tarlaya ulaştılar. Geçen süreç içinde tan yeri ağardı. Uzun süredir nadasa terk edilen arazinin bakımsızlıktan mera haline dönüştüğünü gördüler. Bayan Ebe, yaban otları temizlemeye başladı. Fatma, onun temizlediği alanı belliyordu. Bu uğraş günlerce sürdü. Tohumlar toprağa karışınca eve döndüler.
Onlar, güncel işler ile uğraşırlarken, hasat günü geldi. Başlarında er kişi olmadığından dolayı iş onlara düşmüştü. Ana kız, gerekli malzemeleri yedeklerine alarak tarlaya gittiler. Var güçleri ile hasat toplamaya başladılar. İşlerini erken bitirenler, öbek öbek şenlik düzenliyorlardı. Oysa onların şenlik düzenleyecek kadar, ne arazileri, ne de başlarında bir er kişi vardı. Baba yadigarı, avuç içi kadar toprak ile uğraşıp durdular. Topladıkları ürünleri; dostları vasıtası ile eve taşıdılar.
Yöre Ağası, umulanın üzerinde hasat toplatmıştı. Ürün bahanesiyle şenlik düzenlemeye karar verdi. Onun amacı, üründen ziyade çevre kızlarını bir araya toplayarak, oğluna kız beğendirmekti. Her şey onun direktifi üzerene düzenlendi. Şenliğe herkes davet edildi. Kadınlar, konağın avlusunda, erkekler, köy meydanında eğleniyorlardı. Ağa’nın niyeti çabuk duyuldu. Söylentilerden habersiz Bayan Ebe, kızıyla geç olsa da davete katıldılar.
Her şey mükemmeldi. Ağa’nın hanımları, onlara baş köşede yer vererek çevrelerinde pervane oldular. İstekleri anında yerine geliyordu. Onların bu denli ilgi görmeleri, genç kızların annelerini kızdırdı. Kızlar, onlara nispet Ağa’nın hanımlarının gönlüne girebilmek için birbirleri ile yarışıyorlardı. Fatma’nın fesat düşüncelerden uzak, üstelik hasat yorgunluğunu henüz üzerinden atmadığı belli oluyordu. Akranlarının onca ısrarlarına rağmen onlara katılmadı. Eğlencenin hareketli anında yorgunluğa yenik düşüp, annesine gitmek istediğini söyledi. İki yorgun gönül, ev sahiplerinin müsaadelerini isteyerek oradan ayrıldılar. Bayan Ebe, fısıltılardan olanları sezmişti. Lakin kızından gizledi. Şenlik, bütün ihtişamıyla sabaha dek devam etti.
Ağa, konukları gönderdikten sonra hanımları ile bir araya gelerek, gelin adayının kim olduğunu sordu.
Hanımlar, söz birliği yapmışçasına Fatma’yı kendilerine münasip gördüklerini söylediler.
Ağa, hanımlarının istekleri doğrultusunda, aşiret reis-lerini konağa davet etti. Kızın evlatlık konusunu onlara açtı. Konuyu enine boyuna tartışarak bir noktaya geldiler. Ama yine de son kararı oğlunun vermesini önerdiler.
Ağa, öneriye tepki göstererek, töreyi hatırlattı. Aşiret liderleri, kerhen de olsa töreyi boyun eğmek zorunda kaldılar. Töre kanunlarına göre, adayların cevap hakları yoktu. Ebeveyn lerin aldıkları kararlar geçerliydi.
Ağa, talimat vererek, aşiret reislerinin içinden dünürcü gidecek kişilerin tespit edilmesini istedi. O esnada tan yeri ağarmıştı. Konakta varılan sonuç, bir çırpıda kulaktan kulağa yayıldı. Komşulardan bir bayan, sonucu öğrenmiş olacak ki Bayan Ebe’nin kapısını kırarcasına vuruyordu. Onlar, bu vuruşlara alışıktılar. Bayan Ebe, normal süreç içinde kapıyı açtı. Komşusu ile göz göze geldiler.
-“Hayırdır komşu? Sabahın bu vaktinde bir doğum mu? Var, kapıyı kırarcasına vuruyorsun?”
-“Ne doğumu Ebe Hanım, Ocağınıza büyük bir kısmet
Kondu.”
-“Nedir büyük kısmet?”
-“Konakta oturanlar, onca kız arasından senin kızını beğenmişler. Birkaç güne kadar dünürcü gönderecekmiş.“dedi.
Bayan Ebe, onu dinlerken şoka girip dili tutuldu. Ona, ne olumlu, ne de olumsuz bir cevap veremedi. Fatma, annesinin bir heykel gibi donup kaldığını görünce, koluna girerek yer döşeğine iliştirdi.
-“Hayırdır anne, komşu sana ne söyledi ki nutkun tutuldu? Üstelik yüzün sapsarı?”
-“Kızım otur yanıma, sana söyleyeceklerim var. Akşam şenlikte, Ağa, oğluna kız beğenmiş.”
-“Ağa’nın beğendiği kızın seninle ne ilgisi var ki sapsarı soldun?”
-“Var yavrum var. Onun beğendiği kız sensin.”
-“Ben miyim? Hayır, bin kere hayır. Ben asla konağa gelin gitmem. Beni onlara verecek olursan eğer, kendimi telef ederim haberin olsun.”
-“Güzel kızım, nazlı kızım. Töreler elimizi kolumuzu bağlamış. Komşunun söylediğine göre birkaç güne kadar dünürcüler gelecekmiş. Ben onlara ne cevap vereceğim?”
-“Çok basit. Kız evlenmek istemiyor, nasibinizi başka kapıda arayın.” dediğinde konu kapanır.
-“Töreyi bilmez gibi konuşma. Bu yörelerde, Ağa’nın sözü, Tanrıdan sonra gelir. Bu yörelerde yaşamak istiyorsak eğer, konağa gelin gideceksin!”dedi.
Fatma, benliği ile baş başa kalmak üzere çareyi odaya çekilmekte buldu. Oysa bu kısmet bazılarına göre Tanrı’nın altın sini içinde sunduğu bir lütuf gibiydi. Ama onun için dayatmacılıktan başka hiçbir değeri yoktu.
Ağa, dünürcü göndermeden önce, gelinin duygularını öğrenmek üzere bayanlardan oluşan bir heyet gönderdi. Konuk lar, Fatma’yı kendilerine muhatap saymadan, Bayan Ebe ile birleşmenin bütün çıplaklığıyla görüşüp hemfikir olarak ayrıldılar. Fatma, konuklar gittikten sonra annesini verdiği karardan dolayı sert dille eleştirdi. Şimdi önünde iki seçenek vardı. Ya, konağa gelin gidecek, ya da ölümü tercih edecekti. Yaşamak güzel olsa gerek, Evliliği tercih ederek, hem annesini, hem de töreyi kurtardı.
Ağa’nın ilk mürüvveti olduğundan dolayı, yapılan hazırlıklarla bilakis kendisi ilgileniyordu. Davete katılacak konuklar için kuş sütünden gayrı her türlü yiyecek içecek hazırlattı. Akla gelebilen ne kadar eş dost akraba var ise ulak göndererek düğününe davet etti. Düğün, şanına yakışır biçimde başladı. Her şey mükemmel seyrediyordu. Semaya sıkılan mermiler, kayan yıldızları anımsatırken, konuklar keyifleniyorlardı. Düğün bahane-siyle bir araya gelen seçkin konuklar ise ciddiyetini koruyan Osmanlı- Rus gerginliğinin yanı sıra, kendi gelecekleri hakkında fikir alışverişinde bulunuyorlardı. O esnada, karanlığın derinliklerinde nal sesleri duyuldu. Bunun üzerine davullar zurnalar sustu, yürekler daralmaya başladı. Orada bulunan misafirler, dikkatlerini bir noktaya çevirdiler. Nal sesleri yaklaştıkça, taşlardan çıkan kıvılcımlar, ateş böceklerini anımsatıyordu. Seslerin sahipleri nihayet belirdi. Gelenler, devriye gezen atlı süvari birliği idi. Askerler, kısa ikmalden sonra yollarına devam ettiler. Ağa’nın emriyle düğün tekrar başladı. Her şey töre geleneklerine göre uygulanıyordu. Düğün, günlerce sürdü. Sıra gelin alma törenine geldi. Ağa, gözü gibi itina gösterdiği kendi atını, gelini getirmek üzere görevlilere teslim etti. At, hırçın oluşundan, iki kişi tarafından zor kontrol altında tutuluyordu. Gün batımına yakın yola çıktılar. Mezra, konağa yakın olduğundan geç olsa da önemi yoktu. Kısa yürüyüşlerden sonra gelinin evine ulaştılar.
Bayan Ebe’nin de ilk mürüvveti idi. Gelen konuklara bir er kişi gibi karşılayıp, ballı şerbet ikramında bulundu. Misafirler, şerbetlerini yudumlarken gelin, arkadaşlarının refakatinde merdiven başına çıktı.
Konuklar onu hayranlıkla seyrederken, o yaşadığı evi ilk kez görüyormuş gibi inceliyordu. Oysa haklı sebepleri vardı. İlk kez o evde emekleyip adımlarını atmıştı. Annesine yardım maksadıyla parmağını kesip damarındaki kanının rengini o evde öğrenmişti. Sevinçlerini, üzüntülerini, evinin kerpiç duvarları ile paylaşmıştı. Kolay mı ki her şeyi bir çırpıda unutmak? O, anılarını tekrar yaşarken, konuklar onu bekliyorlardı.
Fatma, anılarından soyutlanıp gerçeğe dönünce, onca kişinin kendisini seyrettiklerini gördü. Onu götürecek at ise atlas örtüler içinde bir arşın ötesinde duruyordu. Görevli kişiler, onu annesinden teslim alıp ata bindirdiler. Birlikte oradan ayrılmak üzereyken, kimliği belirsiz silahlı kişiler baskın yaptılar. Her şey biranda olupbitti. Yaralılar ile cesetler, birbirine karıştılar. Ölenler arasında Bayan Ebe de vardı. Fatma ise yara almadan kurtulmuştu. Baskının etkisinde olmasına rağmen, annesinin cansız bedenini görünce, ona sarılıp gözyaşlarını dökmeye başladı. Süreç işledikçe yüz hatları gerildi, gözlerinde kin, yüreğinde intikam fırtınaları esmeye başladı. Ani refleks içinde eve girdi. Üzerindeki gelinliğini çıkartarak günlük giysilerini giydi. Yüzünü kaplayan allıkları temizledikten sonra er kişi gibi silahlandı. Elinde martini, belinde tabanca ile dışarıya çıktı. Onu görenler, önce şaşırdılar, sonra gitmesini engellemeye çalıştılar. Ama onca çabalar nafile idi. Ona göre her şey bitmişti. Silahı onlara doğrultunca, yol vermek zorunda kaldılar. Az önce yerinde duramayan hırçın at, kedi uysallığında binicisini bekliyordu. Fatma’nın ona binmesiyle karanlığın içinde kaybolması bir oldu.
Acı haber, konağa çabuk ulaştı. Ağa, silahlı adamlarını yanına alarak kız evine geldi. Görülen manzara içler acısıydı. Birkaç ceset hariç diğerleri muhtelif yerlerinden yaralanmışlardı. Ağa ile oğlu, beraber gelini aradılar. Bulamayınca, kaçırıldığına kanaat getirip soruşturma başlattılar. Görgü şahitlerinin verdikleri cevaplardan, gerçeği öğrenip ikna oldular. Gece karanlığında, bilinmeyen hedefe iz sürmek mantıksız olacağından konağa dönmeye karar verdiler.
Ağa, cesetlerin başında silahlı birkaç kişi bıraktı. Diğerlerini konağa götürdü. Yaralar, bilenlerce sarıldı. O gece, sabaha dek Fatma’ya ulaşmanın planları yapıldı. Araştırma, iki koldan gerçekleştirilecekti. Ağa ovalarda, oğlu ise dağlarda iz sürecekti. O sabah konak erken ayaklandı. Cenaze yakınları, görevlerini yerine getirmek üzere Bayan Ebe’nin evine gittiler. Ağa ile oğlu ise yoldaşlarını yanlarına alarak, iki koldan iz sürmeye başladılar. Günlerce, durmadan dağ bayır aradılar, fakat bulamadılar. Umutlar tükenince, buluşma noktasına doğru yola çıktılar. İlk gelen, Ağa ile yoldaşları oldu. Oğlu, günbatımına yakın geldi. Konağa eli boş dönecekleri için üzüntülüydüler. Ama yapılacak bir şey yoktu. Olanları içlerine sindiremedikleri halde aramayı erteleyip konağa döndüler. Aylarca olayın şokunu yaşadıktan sonra her şeyi sineye çekip, hayata yeniden başladılar. Ne var ki yüreklerdeki buruk acı dinmemişti. Dış güçlerin Anadolu topraklarında yaşayan Ermeni yurttaşlarını kışkırtarak, Türklere karşı baskınlar düzenlettikleri duyuldu. Rus hududuna yakın köylerde ölüm kol geziyordu. Ermeni çeteleri her gün ayrı bir mezraya basarak ölüm kusturuyorlardı. Bu esnada, hiç yokken Peçeli bir yiğit peydahlandı. Varlığını kimse bilmiyordu. Geceleri dolaşan, gündüzleri buhar olup uçan bir yiğit. Yurttaşlar, onu anlatırlarken, adeta yarı Tanrı bir insandan söz ediyorlardı. Çok geçmeden Ermeni çetelerini büyük kayıplar verdirdiği duyuldu. Bunun üzerine birçok Türk, onun saflarına katılmak istiyorlardı. Ama onunla görüşmek olanaksızdı. Şimdiye dek kendisini ne bilen, ne de gören olmamıştı. Sadece efsaneleşen ismi ortalarda dolaşıyordu. Ermeniler, yedikleri darbeden dolayı baskınlara ara vermek zorunda kaldılar. Geçen süreç içinde Peçeli yiğit de izini kaybettirdi. Çeteler gibi o da içine kapandı. Türkler, onun isminden faydalanarak, korkularından soyutlanıp günlük işlerine döndüler.
Çevre, sakinliğini koruyordu. Ama Ermeniler arasındaki kümeleşmeler, Türklerin dikkatini çekti. Onların davranışları, her an birşeylerin olabileceğinin göstergesiydi. Sonunda korkulan gerçekleşti. Ermeni çeteler, bir mezrayı bastı. Genç ihtiyar çoluk çocuk demeksizin paladan geçirdiler. Bu vahim sonuç, Türkler arasında panikleşmeye yol açtı. Birçoğu yakınlarına sığındılar. Olmayanlar ise bulundukları yerlerde ölüm korkusuyla yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldılar.
Bu esnada konak da sığıntılardan nasibini aldı. Her oda hıncahınç dolu. Kalabalıktan sıkılan Ağa’nın oğlu, çevreyi kontrol için konaktan ayrıldı. Nedense içgüdüsü onu Fatma’nın evine çekti. Kısa yürüyüş sonucu oraya ulaştı. Avluda taze beygir dışkıları görünce, kanının çekildiğini hissetti. Sessizce atından inip evin çevresinde iz sürdü. Görmek istediği kişi yoktu. İçeriye girip odalara baktı. Ama nafile idi. Bir müddet geçen günleri düşündü. Ne var ki, o günleri geriye döndürmenin çaresi henüz keşfedilmemişti. Yüreğinde buruk bir sızı ile konağa döndü. Lakin dışkılar aklından çıkmıyordu. Diğer yandan Ermeni çeteler, sinsi baskınlar düzenleyerek masum insanların kanlarını dökmeye devam ediyorlar. Onların peşlerinden bir gölge gibi iz süren Peçeli yiğit, gündüz yerlerin belleyip, geceleri inlerine misillemede bulunarak kayıp verdiriyordu. Ermeni çeteler, onun tekrar ortaya çıkmasıyla ne yapacaklarını şaşırdılar. Plan üstüne planlar üretiyorlardı. Yandaşlarına son durumu bilgilendirmek üzere bir mektup hazırlayarak ulak ile gönderdiler. Bir nefes gibi enselerinde olan Peçeli yiğit, mektubu taşıyan kişiyi pusuya düşürerek ele geçirdi. Zarfı açınca, içinden mektup yerine Türk obalarının yerini götseren bir harita çıktı. Ağa’nın konağı da harita içinde yer alıyordu. Haritayı incelerken, annesinin ne kadar haklı olduğunu anladı. Onun ısrarları üzerine okuyup yazmasını öğrenmişti. Tez davranarak Türk obalarına uyardı. O saatten sonra onun yapabileceği bir etkinlik yoktu. Eve dönüp avluya herkesin görebileceği devasa bir ateş yaktı. Ateşi görenler, birbirleri ile haberleşerek eve doğru yürümeye başladılar. Ateşin devasalığını Ağa da görmüştü. Ateşin iyiye işaret olmadığını bildiği için yürüyebilen herkesi peşini takarak eve geldiler. Karşılarında tam teşekküllü silahlanmış kara peçeli bir kişi duruyordu. Başta Ağa olmak üzere, onca kişi şaşkınlık içinde onu seyrediyorlardı. Ağa, bir görüşte atı tanıdı. Yanına yaklaşarak, “Atı kimden aldın? Sahibi şimdi nerde?”dedi. Yiğit, ses vermeden yüzünün yarısından fazlasını örten peçeyi çözerek, “O senin atın, sahibi ise gelinin Fatma!” deyince, bir uğultu koptu. Böylece Peçeli yiğidin kimliğini öğrenmiş oldular.
Fatma, annesi ile diğer Türklerin intikamlarını elinden geldiğince almıştır. O günden sonra mutlu bir evlilik sürdürürlerken, bir türlü çözüme ulaşmayan Osmanlı Rus savaşı başladı. Fırsatçı Ermeniler, yandaşlarının desteği ile sınır boylarında yaşayan sivil Türklere dönük katliamlar düzenliyorlardı.
Bunun üzerine Osmanlı Devleti, yurttaşlarının can güvenliklerini korumak üzere güvenli bölgelere göç başlattı. Kafileler arasında onun da ailesi vardı…

( Fatma Ebe başlıklı yazı zykbk tarafından 30.07.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.