Merhaba!
Mevlâna, insanoğlunun dünyaya gelişini en anlamlı kılan şu cümlesiyle bize müthiş bir ufuk açmaktadır: “Hayat, haberdar olmaktan ibarettir.”
Haberdar olmak yani eşyanın künhüne varmak. “Oku!” emrini en iyi algılamak, değerlendirmek ve tatbik etmek...
Medyanın hayatımızı bu kadar belirlemesi, bu kadar ona nüfuz etmesi karşısında haberdar gibi olduğumuzu zannederken, gerçekte gözümüzden, aklımızdan, gönlümüzden ve ruhumuzdan bazı şeylerin kaçırıldığını; Arthur Clarke’ın dediği gibi; yeni tanrıların medya araçları ile giderek köleleştirildiğimizi hiç hatıra getiriyor muyuz?
Ön kabul herhalde şudur: dünya giderek gelişmekte, ilerlemekte, her şey eskisinden daha güzel olmaktadır. Bu genel kanaat insanlığın köleleştirilmesindeki süreci hızlandıran basit vasatı hazırlamaktadır. Rönesans, reform, aydınlanma çağı, ardından sanayi devrimi ve sanayi toplumuna geçiş, daha sonra atom çağı, uzay çağı ve en sonunda bilgi çağı, bilgi toplumu, hep bizi sürekli en müsbete yol aldığımız konformizmine kaptırır. Gerçekte öyle midir; insanlık, sürekli gelişmekte midir, yaşananlar hep sürekli ilerlediğimiz zehabını bize niye kazandırmaktadır da, geriye doğru gittiğimiz yolunda herhangi bir şüpheye izin vermemektedir.
Çağdaş köle eski kölelerden daha köle
Acaba biz, eskisinden çok daha iyi haberdar olabiliyor muyuz? Bütün bilgi toplumu, iletişim, medya, bilgisayar teknolojisi lakırdılarına rağmen, insanlık gerçekten kendinden ve değerlerinden haberdar mıdır? Veya kendisini bekleyen tehlikeleri algılama seviyesini bırakın geliştirmeyi, muhafaza edebilmiş midir? Dünya eskisinden çok daha kendisini güvende hissedebilmekte midir? Bilgi bakımından da, bu kadar bilgiye erişim bakımından mevcut teknolojik gelişmeler yeni fırsatlar sunarken ya da vaadederken eskisine kıyasla çok daha ilerlemeci olduğumuz düşünülebilir mi? İnsanın kendini tanıma fiili acaba açılım mı kazanmıştır, yoksa sekteye mi uğramıştır?
Bugün dünya tuhaf bir savaş ortamındadır ve dünyayı paylaşım, eskisinden çok daha seviyesiz, düşük kalitede ve bence de çok aptalca sahneye konmaktadır. ABD başkanından başlamak üzere Batı, eskisinden çok daha “çirkin” ve “aptal”dır. Menfaatperestlik, hiçbir kamuflaja ihtiyaç duymadan en düşük zekâ seviyesiyle hırslarına gem vuramayan “Haçlı”nın iğrenç taraflarını önümüze koymaktadır. Kölelik eskisinden çok daha alçakça yaşatılmaktadır. Zenciler eskisinden çok daha fazla köle tabiatındadırlar. Belfast’ta iki aptal ve çirkin beyaz “medeniyet” dedikleri o soysuz tatbikat için buluştuklarında, Çörçil’den, Ayzınhavır’dan ve Stalin’den daha salak ve fakat daha hırslı olduklarını gösterdiler. Arkalarından onları, efendilerine sadakatle hizmet eden ataları gibi Pavıl takip ediyordu. Pavıl’ın yüzündeki ifade ile, ikiyüz yıl önceki beyaz efendisine isyanı başlatmak isteyen diğer zencilere engel olan çiftlik kahyası zencinin yüz ifadesi, efendilerinin ardından bakışları aynı idi.
Saddam çeyrek asır önce ABD’nin adamı olarak bölgede yeni senaryo için devreye sokulduğunda, bütün Irak’ta batılı uzmanlar ve silahlar konuşlandırılmıştı. Irak’ın bütün gedikleri, münhanileri zaten ABD’li ve İngilizlerce biliniyordu. O zaman hedef ülke: İran’dı. Irak ise “Pivot ülke” idi. Şimdi Irak hedef ülke ilan edildi ve ABD’nin tek dünya projesi orada yaratılan korku ile birlikte inşa edilmeğe, bütün etraftaki pivot ülkeler yakında hedef ülke olma ihtimaline karşı sindiriliyordu. Ama akıbet kaçınılmazdır ve yirmi yıl sonrasına bakmak lazımdır.
Türkiye hedef ülkedir.
İkibuçuk savaş stratejisi unutuldu mu?
Irak’tan sonra Suriye’nin, İran’ın ve diğer Ortadoğu ülkelerinin yapılandırılacağı ve buralara demokrasi getirileceği şeklindeki “haber” bizim “haberdar” olma ameliyemizin donanımsız olduğuna işarettir.
Gerçi Samuel Huntigton’un, Brzezinski’nin zoraki demokratlaştırma programına paralel düşüldüğü, senaryonun böylesi bir ideolojik çerçevesi olduğu söylenebilir; ama bütün bunlar Türkiye’ye dokunulmayacağı manasına gelmemektedir. Zira Türkiye’nin demokrasisini istedikleri zaman faşist olarak damgalama becerisi gösterebilecekleri aşikardır.
1995’lerde Türkiye hedef ülke olarak bir ara işaret edilip sonra bundan vazgeçilmişti. Erken öten horozun başını kestiler. İkibuçuk savaş stratejisine göre; Suriye ve Irak su mevzu etrafında Türkiye’yi sıkıştıracak, içerden de PKK terörü ile Türkiye bu ikibuçuk savaş stratejisinin alanı olacaktı. Bu yirmi yıl sonrasının hedefiydi ve erken uygulamaya konmanın riski anlaşıldı. Şimdi Irak ve Suriye yapılandırıldıktan, bu ülkeler imar edildikten tam manasıyla teslim alınıp ABD-İngiliz ve Yahudi stratejisinin payandası kılındıktan sonra Türkiye’den bazı haklar talep edilmeye başlanacak ve sonunda Türkiye ister rıza ile, isterse ekonomik, askerî ve siyasî programlarla küçülmeğe, bir bölümüyle AB’ye girmeye, diğer bölümleriyle federatif bir yapılanmağa zorlanacaktır. Bu programı görmeyen körlerin, böylesi bir niyeti hissetmeyen ruhsuzların Türkiye’nin idarî kademelerinde bulunmaları da tesadüfî değildir. Bu üç alanda televole uzmanlarının son Irak’a saldırı komedisinde de nasıl bir işlev yürüttüklerini görüp sağır, dilsiz ve kör rolü oynayanların bu ülkenin geleceği bakımından “ümidvar” olup olmamak hakkında işaret taşı mahiyetinde değerlendirildikleri açıktır.
Bazı ağızlara acı biber sürülmeli
Artık doğrudan ABD tellallığı, Fox News ve CNN televizyonlarını bile bu ülkede solladığı halde; böylesi bezirgânların ekranlardan evlerimizin içine kadar girmelerine rağmen bizden dayak yememesi de yine global hayvanın iştihasını artıran, üzerimize kurduğu planı hızlandıran bir fonksiyon ifa etmektedir.
Televelo ekonomistleri, televole diplomatları, televole stratejistleri, televole savaş uzmanları mimlenmeli ve her görüldüğü yerde domates yağmuruna tutulmalıdır. Ancak o zaman bazı gelişmelerden gerçekten “haberdar” olduğumuz ve bu binyıllık vatan toprağında yeni “Haçlı güruhuna” pabuç bırakmayacağımız anlaşılabilir. Aksi takdirde 6 milyar dolar yardım yerine 60 milyon doları bu televole uzmanlarına dağıtarak ülkemiz üzerinde psikolojik harp uygulayanlar bizi kolay lokma zannedebilirler.
Yarını bugünden kurtarmak için, yarın çok daha masraflı müdafaaya yol açmamak ve çok daha fazla acılı kayıplar vermemek için şimdiden bazılarının ağzına acı biber sürülmelidir.
ÖZÜR DİLİYORUM ABD’DEN
Ben bilmiyor muyum, dünyayı tek bir gücün idare etmesi kadim bir mesele?…
Ben bilmiyor muyum, aslı dururken kölesiyle muhatap olmak her zaman daha fazla zayiata sebep olur?.
Ben bilmiyor muyum, Wells’ten beridir dünya “Tek Dünya”ya ulaşmanın yollarını arıyor ve bunun çok daha “rantabl” olduğunu biliyor?.
Her ne kadar anti-emperyalist isem de, her ne kadar anti-amerikancı isem de yerli işbirlikçilerine kalacağına ülkemin de doğrudan asıl güç sahiplerince idaresi –madem ki bütün dünya öyle olacak- benim kanaatime göre de daha bilimsel gibi geliyor bana!...
Kapital harflerin üstündeki yazıya benzer bir yazıyı Muhsin Başkan hayattayken yeni bir hamle peşinde olduğumuz ikinci gençlik yıllarıma uygun düşen bir devrede yazmıştım. Yeniden altına imzamı atıyorum. Fakat o devirlerde dinlerarası diyalog üç beş kokona madamın –hakaret etmek kastıyla değil, tarif kısa sürsün kastıyla söylüyorum- inisiyatifindeydi. Onlar beş yıldızlı otellerde otururlar papazlarla diyalog yaparlardı. Bugün farklı…
O günlerde “düşman kavi tali zebun” idi lakin bizde de –biz kim? Hani canım şu Türk milliyetçileri, şu İslamcılar, şu muhafazakarlar filan- millî direnç için enerji mevcut idi.
Şimdi at izi it izine karıştı. İslamcı liberal oldu. Nasıl mümkünse?...
Ülkücü cemaate girdi… Cemaat dışarı kaçtı. Cemiyet cemaat oldu. Köylü şehre indi. Beyaz Türk cılk çıktı. Kara Türk imansız…
Sosyalist sosyalist değil, ülkücü ülkücü değil, İslamcı Müslüman değil. Liberal faşist…
O yüzden ABD’den özür diliyorum.
İşbirlikçilerine domates fırlatalım derken domates yağmuruna tutulacağız bizzat kardeşlerim tarafından..b
Mazaallah…
Doğrudan kaynağa yöneliyorum o halde…
Eş şanlı güç, ey yeryüzünün hâkimi!
Bize acı, bizi bağışla…
Evet Cengiz Han’dan bu yana yapılan doğrudur.
Dünyayı tek güç idare etmeledir!
Eski Türklerdeki gibi hani…
Madem gökte tek tanrı var, yerde de tek hakan olmalı!
Ha! Ha! Ha!...
Lütfü ŞEHSUVAROĞLU