Sayısız defalar aydın geçinenlerin, bir kısım akademisyenlerin, gazetecilerin, televizyoncu aydınların tekrarladığı ve hemen herkesin de tasdik ederek kafalarını, boyunlarındaki fıtığın azdırılması pahasına aşağıya doğru sallamalarına vesile olan bir tez/iddia var. O da şu:
“Memurdan aydın olur mu?”
“Aydın olabilmenin yolu, devlete karşı birey olabilmekten geçer.”
Bu akademisyenler Başbakan’ı da doldurmuş ki, o da Referandum kampanyasında Kemal Kılıçdaroğlu için “memur” tanımlaması yaptı. Doğrusu bu açıkça hakaret maksadıyla yapılmıştı ve ister istemez Başbakan’ın da “memur” anlayışını sorgulamamızı zorunlu kılıyordu. Siyasetçiler, iş adamları, medya mensupları, akademisyenler hemen hepsi devletten geçindikleri halde nasıl oluyordu da memura küçümseyici nazarlarla bakabiliyorlardı? Bu durumu masaya yatırmamız lazımdır.
Bizde –ki çok geniş bir tarih ve coğrafya ‘vista’sı icabettirir- aydınlanmanın tarihi hep devlet memuru eliyle gerçekleştirilen bir aydınlanma serüvenidir.
Siyasal alanla sivil toplum alanının batıdaki devirleri ve devinimlerine aykırı olarak bütüncül bir yapı arzettiği Anadolu Selçukluları ve Osmanlı devirlerinde ulema, vüzera, kalemiye, seyfiye-askeriye kesimleri hep devlet memurudur bir anlamda. Devlet memurudur ve sivil toplumda da temel harçlardan, yapı taşlarından birisidir mutlaka. Batıdaki sivil toplumun oluşumundan çok önceleri bırakınız ahi teşkilatlarını, loncaları, tımar sistemini, medreseyi ve organik bütün kurumsal yapıları; geleneksel tarikatler, cemaatler dışında kalan gezgin âlimler, şeyhler, dervişler, şairler bile hem sivil toplumun dinamik temsilcileri/hazırlayıcıları/özeleştirmenleri/muhalifleri ve devletle ünsiyet peyda edicileri olarak doğrudan veya dolaylı olarak siyasal alanla bağıntılıdırlar. Bir nevi devlet memurudurlar. Öyle ki, padişah ne kadar devletle ünsiyet içinde ise bunlar da aşkın bir felsefenin ve buradan üretilen ideolojinin mütemmim cüzleridirler. En az padişah kadar...
Meselâ Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bektaş, Hacı Bayram gibi Türk mutasavvıflığının seçkin örnekleri de dahil olmak üzere muhalif bir tarih yaratılmak istenirse önde sayılabilecek Simavna kadısı Şeyh Bedreddin gibi birçok adanmış baş dahi devlet memurudur.
Organik toplum olarak tımarlı sipahilerden, medrese kurumuna, ahi teşkilatından bütün sanat ve üretim birimlerine kadar her alanda; üstelik de batının, üstelik de en demokratik batının sivil toplum içinde örgütlenmediği, mekanik, teknik, ideolojik, kurumsal her anlamda kontrol etmediği polis sitesi yani şehir yapısındaki sağlamlığın bulunmadığı hatta batı perspektifinden bakarsak çok da gevşek bir sosyal-siyasal yapının olduğunu söyleyebileceğimiz başkent ve taşra yerleşimlerinde müthiş bir içeçecilik görürüz.
Yapı gevşektir ve fakat metafor güçlüdür. Biraradalığa ve toplumsal barışa, otorite ve huzur dengesine bakıldığında bu kadar gevşek yapıdan nasıl oluyor da mukavim bir irade ve aşılmaz bir mania, delinmez bir hisar çıkıyor?! Himaye ile zehre ile korunan millet yapı ve telakkisi; farklılıkların gocunmadan telaffuz edilebildiği bir mozaik yapısı, görünmeyen merkezi otorite, her taraftan zaten baştan beri bilinen dış tehlikeler; ama bütün bunlara rağmen varlığı sürdürülen gevşek yapı; devlet ve millet çözümlemesi...
Aydınların her dönemde bu doğulu projede böylesi bir organik damar fonksiyonu bulunmaktadır. Huzursuzluğun arttığı, batılılaşmanın yeni kapılar açtığı dönemde de böyle. Tanzimat aydınının hangisi devlet memuru değildi ki?
Cumhuriyet öncesi ve sonrası da öyle...
Ya şimdi?
Meselâ akademisyen arkadaşlar hangi devletin memurları? Maaşlarını nereden alıyorlar?
Ya kendini birey ve devletten müstesna, müsteğna sayan aydınlarımız? Meselâ hangi holdingin patronu devlet olmadan ayakta kalabilir ki? Peki onun kapıkulu medyasındaki medyacı aydınımız nasıl olup da bağımsız aydın olabiliyor? Hele hele gazetecilerin gazeteci aydınların, köşe yazarlarının tafrasına ne demeli? Herhangi bir devlet memurundan daha fazla devletle içiçe değiller mi? Siz hangi bürokratı, hangi partiliden, hangi gazeteciden, hangi yayıncıdan çok daha devletle bağdaşık gördünüz. Gariban devlet memuru aslında devlete en uzak, devletten en az nasiplenen kesimdir.
Max Weber Meslek Olarak Siyaset adlı makalesinde, devlet memurlarının önemli bir kısmında hâkim olan namus anlayışı olmasaydı, partileri sıçrama tahtası yapanlar eliyle bürokrasi de, toplum da müthiş bir kargaşaya gark olacağını işaret etmektedir.
Devlet kapısı “avantalı” bir çekiciliğe sahiptir ve siyaset zengin bir sofranın başına geçmeğe hazırlananların mesleği haline gelmiştir.
“Böylece partiler üyelerinin gözünde giderek bir tür sıçrama tahtası, kendilerine temel amaca ulaşmayı, geleceği güvence altına alma amacını sağlayacak bir sıçrama tahtası durumuna gelmektedir.”
Ancak modern kamusal işlevin gelişimi buna karşı durmaktadır. Nitelikli devlet memurları sahip oldukları donanım ve ahlâk ile meslekî görevlerini yerine getirirken “doğruluk”tan sapmamaktadırlar.
“Devlet memurlarında bu namus anlayışı bulunmasaydı korkunç bir kokmuşlukla karşı karşıya kalacaktık ve sonradan görmelerin egemenliğinden kurtulamayacaktık.”
En kapitalist ülkelerde bile devlet aygıtının iktisadî öneminin artacağına dikkat çeken Weber, bir yanda siyasî devlet memurlarının, öte yanda meslekten devlet memurlarının ilişkisinin de yozlaşma ve ahlak arasında cereyan eden mücadele olduğunu; bunun da parti ve diğer iktisadî fırsatçılarla sonradan görmelerin devlet ile olan ilişkisini de tanımladığı kanaatindedir.
Gerçekten de bürokrasinin oluşumu yine de devlet aygıtının bir ideolojik temel, bir ahlâk ve hak/adalet anlayışına paralel gelişme gösterir.
Türkiye’de de “parti”(ler) atlama tahtası olarak kullanılmakta değil midir? Türkiye’de de sonradan görmeler devlet aygıtını kontrol ederek, yönlendirerek iktisadî fırsatlar peşinde değil midir? Türkiye’de de namuslu memur olmasa partilerin ve siyasî memurlarla sonradan görmelerin ortalığı nasıl kel Ali’nin bağına çevirecekleri açık değil mi?
Hatta namuslu devlet memurlarının “doğru”ları geçen birkaç seçim dönemi sonrasında nasıl bir “baskı” altındaydı, hatırlayınız.
En yakın arkadaş çevremizde bile “memur”u küçültücü ifadeler gırla gitmekteydi. Hatta kendisi de bir devlet memuru olan kimi akademisyenler, siyasî danışmanlığı neredeyse siyasî yalakalığa indirgeyerek devlet memuruna onmadık hakaretler ve tarizlerde bulunmadı mı?
Bizatihi devlet memuru tabanına doğrudan bağlı ve dahi ondan başka toplumsal desteği bulunmayan siyasî parti bile sonradan görmelerin oyunlarına aldanarak kendi “memur” tabanını küstürmedi mi? Henüz hiçbir iktisadî kesim ve burjuvazisi bulunmadığı halde sanki en gelişmiş kapitalist ekonomilerde iktidar olmuşçasına o sonradan görmelerin kucağına oturup kendi arkadaşlarına nanik yapan sözde en ideolojik bütünlük iddiasındaki parti(ler) ve onu atlama tahtası olarak kullanan üyeleri, “namus ve memur” diskurunu hep hafife almadılar mı?
Hatta ondan koptuğu ve bir “şeref”i taşıdığı iddiasındaki partilerde bile yukarıdaki iddialar geçerli hale gelmedi mi? Partileri atlama taşı görenler, iktisadî fırsatlar için siyaseti kullananlar, sonradan görmeler, siyaseten memur olanlarla birlikte hep “memur”a çullanmadılar mı?
Devlet-i Ebed Müddet de modern devlet de “memur”a dayanır
Bazı işadamları kendilerinin “üretici” oldukları iddiasındalar. İstihdam kapısına sahip olduklarını ve devletin onlara minnettar olması gerektiği kanaatindeler. Kimi siyasetçiler de herhangi bir üretimde bulunmadıkları halde memurların hep tüketici olduğunu düşünüp işadamlarının önünü açmak görevi nedeniyle kendilerinin de üretici sınıfa mensup oldukları görüşünü müthiş bir keyifle paylaşırlar, hatta yayarlar. Memur aslında onlara göre “vergi” de vermemektedir. O bordrolarından yapılan kesintinin vergi sayılamayacağını ileri sürerler. İş adamı kılığındaki fırsatçılar ve sonradan görmelerle, partilerini atlama tahtası olarak kullananlar “namus ve ahlâk” bakımından da “meslek ve doğruluk” bakımından da kendilerine en büyük desteği “medya”dan edinirler. Gerçi Weber’e göre gazeteci meslek olarak siyasetçilerin başında gelir ve bu bakımdan atlama tahtası kullananlar veya fırsatçılarla mukayese edildiğinde bu mesleğin icrasında kökleri daha anlamlı ve uzun bir maziye uzanır. Fakat devlet denen aygıtı iğdiş eden ikili kumpasın üçüncü ayağı giderek medya olmuştur ve sonradan görmeler-fırsatçılar atlama tahtasındaki hüner sahipleriyle aynı değerleri paylaşmaya, aynı yorumlara ulaşmaya başlamışlardır.
Memur ise ne bir gazeteden, ne televizyondan, ne düşünce platformlarından, üniversitelerden doğrusunu ve mesleğini, ilkelerini ve sesini duyurabilmektedir. Hatta o muhafaza ettiği devlet ve namus tarafından bile binbir darbe yemeğe devam etmekte; ama bütün bunlara rağmen meslek olarak memur duruşuyla bütün bu kumpasların tezgahlarını boşa çıkarmayı bilmektedir.
Memura acıyanlara, onu küçük düşürenlere ve kendisini bir şey sanan siyaseten memurlara, partileri atlama tahtası olarak kullanan bezirgânlara ve iş adamı kılığındaki fırsatçılarla sonradan görmelere acıyorum.