Keşke, mektubuma canım
deyip de ardından ismini zikrederek başlasaydım…
Yapamadım; bilirsin ki
asla riyayla işim olmaz. Zira beraber geçen o güzelim yılları, elinin tersiyle
ittiğin günden beri; içimdeki sana dair tüm o ulvi duygular yok olup gitti,
esen rüzgârın sürüklemesiyle senin sebep olduğun…
Kırgınım hem de çok.
Keşke sebebini bilseydim sonu gerektirecek ne yaptığımın. Tahmin bile
edemezken, zaten artık bir önemi de kalmadı.
Anladım ki; sevgi
yetmiyormuş diğer duyguların gölgesindeyken. Ve anladım ki bir kez daha; kan
bağı olmaksızın aramızda geliştirdiğimiz kardeşlik bağı pamuk ipliğimden
farksızmış, bizi birbirimize bağladığına inandığım.
Sana en çok ihtiyaç
duyduğum anda bana yüz çevirmen, aldığım en büyük derslerden biri oldu son
yıllarda yaşamış olduğum. Hoş ardından daha neler neler yaşadım da, hiç birinin
önemi kalmadı artık. Boşuna yoldaş olmadı bana zaman, Mevlana’nın zikrettiği
gibi:
‘’Dünle beraber gitti
düne ait ne varsa, bugün yeni şeyler söylemek lazım.’’
Ama yine de kopup giden
bu dostluk, dilimde çok acı bir tat bıraktı, desem yeridir.
Ben seninle hep gurur duymuşumdur ve senin de aynı duygulara vakıf olduğunu sanırdım, gerçi gurur
duymanı gerektirecek fazla bir özelliğim yok günümüz kuralları itibariyle ama
ikimizin özel dünyasında ortak kanaatlerimiz ve erdemlerimiz vardı yoksa ben mi
olduğunu farz etmişim, zira bunu sık sık soruyorum kendime son zamanlarda:
Özellikle nerede yanlış yaptığıma dair…
Dedim ya; zaman en iyi
ilaç diye çünkü sana dair hiçbir şey hissetmiyorum, koca bir boşluk haricinde.
Bir keresinde, bunun çok tehlikeli ve acı bir his olduğunu söylemiştin; ne
yazık ki, şimdi ben de aynı şeyi senin için söylüyorum.
Hani bazen bana
sormuyorlar değil hani; neden bu kadar güvensizsin diye. Sence…
Asla ve asla böyle değildim
önceleri, hatta hep derdin; ‘’İçini açma,’’ diye. Oysa içimdekileri en iyi
bilen sendin ve sonuç işte meydanda.
Senin köprüleri
yıkmandan sonra, ben de çok şey yıktım, bilemediğin kadar hem de…
Kabul ediyorum artık:
‘’Suçluyum, sana ve çok insana güvendiğim için.’’ Bir daha mı? Bunu zaman
gösterecek…
Ne zaman sana baksam,
yansımamı görürdüm. Demek ki; gözlerim bayağı bozukmuş…
Ne zaman sesini duysam,
mutlu olurdum neşeli bir şarkının eşliğinde. Demek ki; duyma yetimi yitirmişim…
Ne zaman seni ve sahip
olduklarını düşünsem, gurur duyardım. Demek ki; oldukça safmışım…
Heyhat, ne yaman
çelişki. Şimdi yüzünü bile hatırlamıyorum. Sahi, senin bir yüzün vardı değil
mi. Yoksa ikiyüzlü müydün de ben görmemişim…
Üzgünüm inan ki hem de
çok. Diğer yandan de sevinmiyor değilim hani. Zira içimde biriken ne varsa,
durmaksızın yazıyorum, oku ya da okuma. Ama inan ki; çok isterdim bunları
seninle paylaşıp, senden iyi ya da kötü bir şeyler duymayı. İlk zamanlarda bunu
o kadar çok hayal ettim ki: Senin fikrini almak, seninle paylaşmak, hatta senin
tarafından yerden yer vurulmak.
‘’Acıya sabrettim,
metanet oldu; insanlara sabrettim, hoş görü oldu, dileklerime sabrediyorum
şimdi, adı dua oldu. Hep duygularıma sabrettim, adı gözyaşı oldu. Özlemi iyi
bilirim adı hasret olsa da. Ve hep sevgiye sabretmişimdir adının aşk olduğunu
bilerek…’’
Yüce Mevlana’nın bu
güzel deyişi öylesine uyumlu ki yaşadıklarımla, bir nebze de olsa haddim
olmadan, uyarlamak istedim yaşadıklarımla…
Son bir şey daha: sen
gerçekten var mıydın yoksa bir halüsinasyon muydu tüm yaşadıklarım, gördüğümü
sandığım bir ömür boyu…
Olsun, ben alışkınım
hayal kırıklıklarına, bildiğin kadar ve bilemeyeceğin kadar.
Her şeye rağmen,
güzellikler temenni ediyorum sana; her nerede isen, her kimleysen ve her ne yapıyorsan.
Bilirsin sen de; eski dost düşman olmaz.
Ya sen… Eminim ki;
benim için hiç de güzel şeyler temenni etmiyorsundur. Yoksa şu an yanımda
olurdun. Biliyorsun, öyle sözleşmiştik yoksa yanlış mı hatırlıyorum…
Ne yazık ki; sana bir
hoşça kal bile diyemedim, izin bile vermedin buna. Ben de buradan diyorum ki;
‘’Hoşça kal.’’
Umarım bir gün bir
yerlerde karşılaşmayız. Zira artık biliyorum ki; sana bakınca asla kendimi
göremeyeceğim…