“Portakalı soydum / Başucuma koydum / Ben bir yalan uydurdum / Duma
duma dum.” Ruhlarımız geride kaldı. Sokaklarda el ayak çekildi. Şimdi hangi
yalan la baş başayız sokaklardan çekilen çocuk sesleri yankılanmaz oldu taş
duvarlarda! Yaklaştım bir evin harabe duvarına belli ki üzgündü o da benim
gibi. Kulağımı dayadım evin duvarına maziye daldım bir anda. “Evi
evine köylü köyüne / Evi olmayan
sıçan deliğine” diyordu bana bir ses usulca!
Oyun bitmesin sokakta, oyunlar
yok olmasın. Çocuklar çekilmesin sokaklardan, apartmanlar dolmasın oyun
alanlarına. Gitmesin çocuklar ve oyunlar ortalıktan çekilmesin. Tozu dumana
katsınlar, feryadı figana… “Ebe sensin.” desinler “Hırsız polis” olsunlar
oyunlarda. Dizleri kanasın ruhları kanayacağına! Bağırsınlar dursunlar tek
orada sokakta olsunlar. Oyun bitmesin çocuk gitmesin! Sokaklar boş kalmasın!
Evler dolu sokaklar boş bugün.
Ufkumuz loş bu yüzden! Oyuna koş… Televizyonla oynuyor sokağı seyrediyoruz. Sokaktan
çıkıyoruz cebe giriyoruz. Sokaktaki oyunu terk ediyoruz bilgisayardaki oyuna
katılıyoruz. Tekerlemeleri unutuyoruz isyan ve argo dolu şarkılara dalıyoruz. Bunalıma
giriyoruz, öfke nöbetine tutuluyoruz. Kriz üstüne kriz geçiriyor, buhranlı bir
nesil oluyoruz. Depresyon oyunları oynuyoruz, sıkılıyoruz, patlıyoruz, isyan
ediyoruz.
Canımız oynamak istiyor uzmanlar
bunu bilmiyor. Hap üstüne hap veriyorlar. Anti depresan bir toplum olduk
çıktık. Oysa enerjimizi boşaltacağımız, arkadaşlık kuracağımız; birlikte aynı
maça gideceğimiz, ayna filmi izleyeceğimiz arkadaşlarımızı arıyoruz. Elini
tutacağımız sırtımızı dayayacağımız espri yapacağımız belki kavga edeceğimiz
arkadaşlar istiyoruz hap değil! Oysa basit yaşamamız gerekiyor. Olduğu gibi,
bozmadan eskiden gelen yapıyı, yeniyle kaynaştırarak… Dilimde bir tekerleme
çocukluk günlerime dair:
“Ooooooo / İğne battı / Canımı yaktı / Tombul kuş / Arabaya koş / Arabanın
tekeri / İstanbul un şekeri / Hop hop / Bundan başka oyun yok.” Başka oyun
yok bugün, sokaklar bomboş, sahipsiz, yalnız ve eskimeye yüz tutmuş. Neşesini
yitirmiş, keyfe keder bir halde boynu bükük duruyor öylece. Çocuklar çekilmiş sokaklardan damlar boşalmış. Apartmanlar kurulmuş kocaman kocaman, katlar oyun bahçesi olmuş
daireler oyun halkası… Evin içi
bahçe olmuş evin dışı mahpushane… Cep
telefonları misket olmuş ellerde, bilgisayarlar çelik çomak olmuş,
televizyonlar kutu kutu pense olmuş. Makinelerin
sesleri tekerleme olmuş, tuşları melodi, düğmeleri melodram olmuş bugün. Kuş seslerinin yerine makine seslerini
dinliyoruz. Çocuk seslerinin yerine
kuru gürültülerle haşir neşir oluyoruz.
Nazım’ın şiirinde “Trrrrum / trrrrum / trrrrum / trak
tiki tak / makineleşmek istiyorum / Trrrrum / trrrrum / trak tiki tak! makineleşmek
istiyorum!” diye nakarat var, insanoğlu bunu nakaratı yaşıyor bugün. Oysa bize makine sesi değil oyun
tekerlemesi çocuk sesi lazım.
Yere düşen, kirlenen, canı yanan,
bağıran, çağıran, türkü söyleyen, kavga eden, gülen ve oynayan çocuklar lazım.
Etiyle kemiğiyle yaşamı iliğine değin hisseden ve onu tam anlamıyla yaşayan
çocuklar. Gürbüz çocuklar, özgür çocuklar…
Bilgisayar başında, televizyon
karşısında mekânı ve vakti hesap etmeden israf eden, solgun benizli,
depresyonlu, yalnız ve bir o kadar mahkûm çocuklar değil sokaklarda bas bas
bağırıp yaşamı kanlarında hisseden çocuklar lazım.
Kulağımda çocuk sesleri fonda
tekerlemeler… Sokağın tam ortasındayım. Birdirbir oynayan çocukların hayali
gözlerimin önünde. Yağ satarım bal satarım… Mendil kapmaca… İp atlayan çizgi çizen… Beş taşlar tek
taşların yerine ellerde… Telden arabalar çocukların ellerinde sokaklarda tur
atıyor. Sokağın neşesiyim, çocukların gülümsemesiyim. Oyunlar bitmesin
istiyorum çocuklar susmasın… Sokaklar terk edilmesin istiyorum. Yoksa
ruhlarımız geride kalacak, toplum olarak bazı değerleri oturtamayacağız yerli
yerine, unutacağız kültürümüzü, yok sayacağız dayanışmamızı, kaybolacağız fert
fert perte çıkacağız toplum olarak, ıskartaya çıkmak istemiyorsak oyunlarımıza
sahip çıkmamız gerekir.
Siz bir hikâye anlatayım. Bir
zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, yanlarındaki eşya
ve yükleri, yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar.
Kafile bu zor yolculuklarında balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek,
nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş. Fakat günlerden
bir gün, kafiledeki yerliler birden durmuş.
Ulaşmak istedikleri yere bir an
önce varmak isteyen batılı arkeologlar, bu duruma bir anlam verememişler. Zaman
kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini izaha çalışarak,
yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler buruk bir
suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Yerlilerin dilini bilen kafile rehberi,
bu anlaşılmaz durumu onlarla bir süre konuştuktan sonra, taleplerini şu şekilde
tercüme etmiş: “Çok hızlı gidiyoruz.
Ruhlarımız geride kalıyor.”
Modern şehir hayatının ve
çağımızın en büyük sorunlarından biri bu: Sonu bir türlü gelmeyecek olan
hedeflere doğru çılgınca koşuşturmak. Ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları,
bize emeği geçenleri, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok
güzelliği görememek ve ıskalamak… Oyunlarda bu güzelliklerin bir numunesi Gerisi
insanlığın hikâyesi… Oyun bitti.