BİR ÇİFT
SİYAH GÖZ
Güzel bir güz
sabahı tüm umutlarımı toplayıp, tüm sevgilerimi tüm heyecanlarımı bohça yapıp
koyulmuştum yeni tayin olduğum okula. Her seferinde olduğu gibi birinci sınıf
minikleriyle karşı karşıya olacaktım.
Zil çalmış sıraya
girmişti öğrenciler... Uzaktan karınca topluluğu gibi görünen, gülüşmeleri
konuşmalarıyla bahçede bir düğün havası oluşturan masum varlıklar...
Yaklaştım... Sıraya
girmiş otuz üç öğrenci... Bir metrenin azıcık üstündeki boylarıyla tespih
taneleri gibi dizilmişlerdi. Ben gülen bir gözle onlara bakarken onlarda
çocuksu masumiyetleriyle tebessümümü karşılıksız bırakmıyorlardı.
Her biri bir kilim
üzerindeki farklı desen gibiydiler, rengârenk çiçeklerin olduğu çiçek tarlası gibiydiler
veya... Yine o tabloydu. Her birinde farklı bir şeyler göreceğimi, keşfedeceğimi,
kimiyle ağlayıp kimiyle güleceğimi biliyordum.
Bir çift siyah göz
fark ettim... Kocaman... Sıra dışı... Hiç gözünü kırpmadan bana bakıyor
kaygılarını gidermem için bir adım bekliyordu. Yakınına gelmiştim. Ürkekti.
Dönüp annesine bakıp iri gözlerini tekrar bana çevirmişti. Elimi nazikçe başına
koyup;
—Benim adımı söylediler mi sana?
-Hıhı, dedi sessizce...
—Sen de kendi adını bana söyler misin?
-Gülcan...
-Çok güzelmiş adın,gözlerin gibi ...
Başını hafifçe önüne eğip, bıyık altından gülümsemişti.
Gülcan’da bir
şeylerin eksik olduğunu sezmiştim ve durumun onu da beni de yıpratacağını
biliyordum.
“Küçükken ateşli bir hastalık geçirdi ve çok sık hasta olur
“dedi annesi...
Günler geçiyordu. Herkesle bir harfi beş
kez çalışıyorsak onunla belki on beş kez çalışıyorduk. Kaynaştırma öğrenci
değildi ama algılaması biraz daha geriydi diğerlerinden... Özel uğraşım onu
biraz üzmekle beraber, benimle bazen teneffüs aralarında, bazen dersin son on
dakikasında masamda, bazen evini ziyaretimde, bazen elim omzunda, bahçede,
onunla oluşum onu bana yaklaştırıyordu. Sabırlı olmalıydık biliyordum. Onu
bıktırmadan öğretmeliydim. Her harfe bir hikâye, bir komik benzetme, bir şekil
uyduruyorduk. Hatta o harfle ilgili oyun kuruyorduk.
“O” harfi şeklinde dizilip,
şarkılar söylüyorduk,”S”harfinde yılan gibi kıvrılmalar sssss’lamalar daha
neler neler...
Yılın sonu yaklaşıyordu Gülcan, masama yaklaştı;
—Öğretmenim ben sınıfta kalmak istemiyorum.
—Nereden çıkardın bunu? Dedim.
—Herkes “sen daha okuyamadın kalacaksın”diyor bana, kalınca
ne oluyor ki! Yani ben hep sınıfın içinde mi duracağım. Dedi.
—Canım sıkılmıştı o iri gözlerdeki korku izlerine...
Nihayetinde diğerleri de çocuktu. Onu çok ta anlayamazlardı...
Onu rahatlatmak istiyordum.
-Seninle bir anlaşma yapalım mı Gülcan ?.
—Tamam öğretmenim.
—Her gün her harfi iyice öğrenene kadar okuyup yazacaksın.
Öğrendiğin her harf için sürpriz hediyeler...
İri gözlerinde bir
sevinç belirmişti.
İlk hediyeni veriyorum Gülcan...Kocaman bir öpücük
kondurmuştum yanağına...Bu bazen kalem,bazen bir çikolata ,bazen de “aferin”
olmuştu.
Gülcan çalışma
gayretini artırmıştı anne ve teyzesi de destekliyordu bu gayreti... Öğrendiği
harfler heceye dönüşebiliyordu artık. Hecelerde birleşiyor bütünleşiyordu,
kelimelere dönüşüyordu. Gülcan da büsbütün bana bağlanmış, yaşadığı her anı
paylaşmak istiyordu.
Azmin, sevginin,
sabrın meyvesini almıştık. Gülcan artık okuryazar olmuştu.
Her okuyuşunda da alkışlar yankılanıyordu sınıfın
duvarlarında.
Sıkıntımızın çözümünü bulmuştuk. Herkesten daha çok tekrar
ve bazı kodlamalar yapmamız gerekiyordu.
Gülcan okuyup
yazmasıyla hayatımda açan kardelen çiçeklerimin üçüncüsü olmuştu. Yıllar
öncesinde bir Hülyam, bir de Âdem’im olmuştu. Hülya’mın babasının sözleri
kulaklarımda çınlardı hep;”Dünyaları bağışlasanız bu kadar mutlu olamazdık, bir
kız çocuğunu ne büyük ıstıraptan kurtardınız, hocam... Bu yıl da okuyamasaydı
eğer okuldan alacaktım”sözleri...Sonuç olumsuz olsaydı da bu ıstırap beni ne
hale sokardı bilemezdim
Bir yıl sonra...
Turuncu, sarı, yeşil renklerin tüm tonunu penceremden izlediğim,
hafif esintili bir güz günüydü. Bir kaç dakika daldım pencereden. Öğrencilerim
dikkatle beni izliyorlardı...
—Ne güzel değil mi? Dedim.
—Ne öğretmenim, dediler hep bir ağızdan
—Doğa! Dedim.Renklerin ahengini izleyin her
zaman..Düşünün.Çok şeyler katar ruh dünyanıza ,dedim...Derse geçmiştik.Onluk
bozarak çıkarma işlemini öğrenecektik.Yine Gülcan’dı aklımdaki..Yine iri
gözlerde bir korku izi onu da beni de dağlayacaktı.Çünkü beşten yedi çıkmaz
komşuya gidelim,çok anlamsızdı Gülcan için...
Bir örnekle başlamıştık.
Gülcan da ki” siz neyden bahsediyorsunuz” bakışı beni yine hapsetmişti
kendine...
Gülcan dedim,
yanıma gelir misin? Yine ürkekti. Seninle evcilik oynayalım mı? Sonra
arkadaşlarını da katarız evciliğe... Nasıl, der gibi baktı.
Mesela sen tahtaya yazdığım 24’ün 4’ü ol, ben de 2’si olayım.
Altına yazdığım 15’in 5’i Miraç, 1’i de Ömer olsun...
—Dört, beşi çıkarabilir mi Gülcan?
—Hayır, öğretmenim,4 küçük.
-Çıkarmak zorundayız ama Gülcan’ım..Bir çare bulmalıyız.Evcilikte
komşuyuz şimdi.Ben senin yanındayım ya, hadi tahtaya vurarak benim kapımı
tıklat bakalım.
—Tık tık komşu komşu, zor durumdayım bana yardım eder misin?
—Tabi ki ederim de, derdin nedir?
-Hiç sorma komşuuu,şu 5’i kendimden çıkarmam gerekiyor ama
sayılarım yetmiyor.Lütfen yardım et.
—Hiç merak etme komşucuğum, şimdi sana bir onluk veririm
olursun 14.Rahatça çıkarırsın 5’i
—Yaşasın! Hem de 9 sayım artıyor. Alta geçireyim bari. Ama
sen! 2 iken 1 kaldın. Olsun ben onluk merdivenindeyim ya, yine senden fazlayım.
Hiç üzülme.”Dost kara günde belli olur”.
—Çok teşekkürler komşum.
Gülcan bu oyundan o kadar zevk almıştı ki defalarca çıkarma
yapmak istiyordu. İri gözlerden sınıfa yayılan buram buram gülücükler...
O iri gözlerin buğulanmaması çok önemliydi benim için...
Yine parıltı koymuştuk çok şükür...
İlk karın yağdığı gündü.
Gülcan camın önünde benim durduğum yerdeydi.
-Gülcannn! Dedim. Ne yapıyorsun?
—Kar ağaçları çok güzel kapatmış, ona bakıyorum, beyaz ve
yeşil harika öğretmenim. Çam ağaçları iyi ki solmuyormuş. Dedi.
Tabiat aşkımı, tefekkürümü bile özümsemişti. Gülümseyerek yerine
geçmişti...
Bir yıl sonra...
(devamı yarın)