‘’Söylesene bana hayat var mı?’’
‘’Hayatı neyle sınırladığına bağlı bu sorunun cevabı.’’
‘’Hayatı sınırlamak, neden ve neye karşı?’’
‘’Önce var mı yok mu sorusunun cevabını vermek gerekmiyor mu?’’
‘’Nefes alıyorum bu hayat. Ama benim söylemek istediğimin bu olmadığını biliyorsun.’’
‘’Biliyorum.’’
‘’O halde neden?’’
‘’Kendi kuyunda boğuyorum belki seni’’
‘’Ben o kuyuda binlerce kez boğuldum.’’
‘’Sonuç.’’
‘’Boşluk.’’
‘’Her sorunun bir cevabı vardır. Boşluk sadece varmak istediğindir.’’
‘’Ama bu sorunun cevabı yok.’’

Elimdeki kahve fincanının kulpundan tutmuş, gelişi güzel sallıyorum. İçinde bir damla kalmış kahve yere damladı damlayacak. Damlaması da damlamaması da benim elimde. Ama elimde olmayan bir şey de var. Dış güçler… Ya köpeğim gelip elime vurursa, ya deprem olursa, ya birden kapı çalarsa ve ben hızla kalkarsam… Örnekleri çoğaltabilirim. Sıkılıyorum. Konuşmaktan sıkıldığım gibi düşünmekten de sıkılıyorum. Zaten konuşmak düşünmenin yoldaşı değil mi?

Bıraktım sallamayı bardağı artık. Put gibi duruyorum, L şeklinde salonumun tam L köşesinde duran koltuğumun -o burada dursun istemişti, on senedir hep aynı yerde- üstünde kaykılmış ben put gibi duruyorum. Ya hiç kıpırdamasam bir daha, hep böyle kalsam… Ama izin vermiyor Künefe. Yarısı alacalı burnuyla gelip bardağı kokluyor. Gülümsüyorum. O bana geldiğinden -getirdiğinden- beri ben onu gördüğümde hep gülümsüyorum.
‘’Ne oldu oğlum, ne oldu? Bir yudum kahve… Güzel mi tadı? Hadi bakalım acıktın sen.’’ diyorum ve kalkıyorum yerimden.

Beynimle beraber bedenimde uyuşmuş sanki. ‘’Ahh…’’ diyorum belimin acısından Künefe havlıyor. Korkuyor bana bir şey olacak diye, hep korktu zaten, bir tek o korktu.
‘’Al bakalım oğlum.’’ diyorum kuru mama ile doldurduğum tabağını önüne koyarken. Kokluyor önce ve direk yemeğe başlıyor sonra. Katır, kutur, katır, kutur… Bu sesi saatlerce dinleyebilirim. Hiçbir şey düşünmeden dinleyebilirim…

‘’O da severdi bu sesi.’’
‘’Konuşmayı bitirdik biraz önce.’’
‘’Sen bitirdin. Benim her zaman söylenecek sözüm vardır.’’
‘’Son sözü ben söylerim ve söyledim.’’
‘’Söylediğini sandın. Cevabını duymak istemediğim soruların cevabına yaklaşıyor olmak korkutuyor seni.’’
‘’Korkmuyorum ben.’’
‘’Korkuyorsun. Hatırlasana Künefe’yi sana ilk getirdiği günü. Bakamam buna dedin. Benim kendime hayrım yok bir canlıyı nasıl beslerim dedin.’’
‘’Ama korkmadım, baktım ona. Bak beş yaşına geldi bile.’’
‘’O zorladı seni. Yoksa…’’
‘’Kapa çeneni artık.’’
‘’Susmamı istiyorsun yine. Korkuyorsun işte. Ama ben susman ki, susamam. Ben susarsam sende susarsın.’’
‘’Üstüme çok geliyorsun’’

Hızlı adımlarla odama gidiyorum. Uzun koridor boyu duvara dizilmiş fotoğrafları görmemek için sanki zıplayarak geçiyorum koridordan. Kapıyı sıkıca kapıyorum. Sanki buraya gelemez. Nefes nefese kalmışım. Kimden kaçıyorum ki.
‘’Kırık aynaların kırık zamanı.’’ diyorum usulca. Duvarda asılı kocaman Japon yelpazesini görüyorum. ‘’Her yer sen, her yer… ‘’

‘’Yok ettin diyelim. Yelpazeyi, resimleri, mektupları, bardakları, hediyeleri kısaca bu evde ona ait ne varsa attın diyelim… Hatta Künefe’yi bile… Aklını atabilir misin?’’
‘’Yine mi sen?’’
‘’Yine ben. Kapıyı kapadığında dışarıda kalan kim ki?’’
‘’Seni de atmak istiyorum.’’
‘’At o zaman. Sonuç?’’
‘’Soru sorma artık bana.’’
‘’Soruları ben değil sen soruyorsun.’’

Duymak istemiyorum onu. İnce fırça darbelerinin toza dönüştüğü zamandan kalma şiiri okuyorum yüksek sesle;
‘’Kırık aynaların kırık zamanından kalmış
Kırık bir dilim gözyaşı.
Bir gözyaşında pişman sarkan zaman,
Kalmış kırık aynanın parçalarından.
Aynanın kırık yüzü
Ötesi yok sarkmış pişman zaman.
Kırık zamanların gözyaşı

Sarkmış, zaman, kırık…’’

Uzanıyorum yatağıma. Duymamak için ellerinin, ruhunun değdiği, ezbere bildiğim bu şiiri defalarca okuyorum, defalarca… Yazdıktan sonra gülüşünü hatırlıyorum. ‘’Vay be şair olmalıymışım ben.’’ dediğini yeniden duyuyorum sanki. Yazdığın ilk ve son dizeleri defalarca tekrarlıyorum. Defalarca… Dalmışım… Uyandığımda dilimde sarkmış, zaman, kırık sözcükleri. Birleştiremiyorum. Başımda inanılmaz bir ağrı. Ne kadar zaman geçti ki? Tekrar uyumak istiyorum. Uyuyamıyorum. Kalkıyorum. Duş almak için banyoya geçiyorum. Banyonun köşesinde duran demir ayaklıklı, içi deniz kabukları, denizyıldızları, midyeler, mumlar ile dolu onun deyimiyle rehabilitasyon merkezine bakıyorum. Bakıyorum, bakıyorum… Gelip aklıma yerleşiyor bir anı. Kovamıyorum bu defa.

‘’O: Ne güzel işte. Ne istiyorsun anlamıyorum?
Ben: Şaşırdın galiba. Erkek evi burası…
O: Ne olmuş erkekler mum yakamazlar mı?
Ben: Yakamazlar.
O: Neden, kibritleri mi yok… (Gülüyor, banyoda yankılanan şen kahkahası ile gülüyor yine… Kulaklarımda sesi…)
Ben: Bak sen espri de yaparmış.
O: Yaparım tabi ne sandın…
Ben: Kavga mı ettiniz siz yine?
(Mumları yakan gülüşü donuyor birden. Yine donuyor, tam şu köşede.)
O: Bunu yapmak zorunda mısın?
Ben: Ne yaptım ki?
O: Anladın yine.
Ben: Hımm? Bir düşünelim… Seni kaç senedir tanıyorum?
O: Hatırladığımız zamanlardan mı, yoksa hatırlamadıklarımızdan mı başlayayım saymaya?
Ben: Lafı dolandırma.
O: Otuz seneyi geçti mi?
Ben: Bu hafta otuz dört olduğuma göre…
O: Eh doğduğumuzdan beri arkadaş olduğumuza göre geçmiş.
Ben: Kaynatma konuyu.
O: İstemiyor, bir türlü bir çocuğumuz olsun istemiyor.
Ben: Yağmur?
O: Efendim.
Ben: Sen neden bu kadar çok istiyorsun?
O: Off başladık yine. İstiyorum işte. Nedeni olmalı mı? Ondan bir parçam olmasını istemem çok mu? Hem kadınım ben Toprak. Annelik hormonlarım var.
Ben susuyorum. Oda susuyor. Şimdi yine susuyor.’’

Hiç çocuğu olamayacağını öğrendiğimde de susuyorum. Bir çocuk gördüğünde gözlerine inen damlaları gördüğümde de susuyorum. Bir yakınımızın bir çocuğunu kucağına alırken iç çekişinde de susuyorum. Hep susuyorum… Ne diyebilirim ki ona. Seni anlıyorum diyebilir miyim? Kocası onu derk ettiğinde susuyorum. Diyemiyorum ondan bir parça istediğin adama bak. Geceler boyu sessizce kucağımda ağladığında da susuyorum. Sadece susarak paylaşıyorum.

‘’Hep sustun zaten.’’
‘’Çekil artık.’’
‘’Yalan mı sustun?’’
‘’Her zaman değil?’’
‘’Her zaman.’’
‘’Üstüme gelme. Üstüme gelme. Sus, sus, sus…’’

Kulaklarımı kapatıyorum ellerimde. Duymak istemiyorum artık hiçbir şey. Telefon çalıyor onu da duymak istemiyorum. Çalıyor, çalıyor, çalıyor… Açmıyorum… Yine çalıyor… Ama bu sefer kapı… Kapı çalıyor… ‘’O’’ diye bağırıyorum. Koşuyorum. Ama uzun, upuzun koridorun ortasında bumbuz kalıyorum.

‘’Gelemez, biliyorsun.’’’
‘’Sana sus dememiş miydim? Sus…’’
‘’Gelmeyecek.’’
‘’O gitmedi ki.’’
‘’Kabul ettin yani…’’
‘’Hiç gitmedi ki.’’
‘’O zaman o koliler ne?’’
‘’Dayanamıyorum anlamıyor musun?
‘’Eşyaları koliye koyduğunda boşluklarını da kaldırabilecek misim? Anılarını silebilecek misin?’’

Geri dönüyorum odama. Kapı hala çalıyor. Çalıyor, çalıyor… Hatta yumruklanmaya başlıyor.

‘’Kimin geldiğini biliyorsun.’’
‘’Biliyorum.’’
‘’Merak ediyor seni.’’
‘’Etmesin beni kimse merak.’’
‘’Kendini yeteri kadar cezalandırmadın mı?’’
‘’O giderek beni cezalandırmadı mı?’’
‘’Bağırma. Sesini kime duyurmaya çalışıyorsun?’’
‘’Sana, ona… Kendime…’’

Susuyor. Konuşmuyor. ‘’Hey nerdesin. Bir şey desene?’’ Susuyor, sen istedin der gibi. Kapı kırılacakmış gibi yumruklanıyor. ‘’Toprak, toprak açsana kapıyı… Toprak. Oradasın biliyorum, yalvarırım aç kapıyı?’’

‘’Eziyet ediyorsun. Ona da kendine de.’’
‘’Susmuştun.’’
‘’Konuşmam gerekti.’’
‘’Her şeye cevabın var değil mi? Peki onu geri getirebilir misin?’’
‘’Bunun cevabını biliyorsun.’’
‘’Sen ver.’’
‘’Bildiğin sorulara cevap vermem. Şimdi kapıyı aç.’’

Bu gece ilk defa dediğini yapıyorum. Yavaş adımlarla gidip kapıyı açıyorum.
‘’Toprak.’’ diye atılıyor boynuma. ‘’O kadar korktum ki.’’
‘’İyiyim ben. Sadece yalnız kalmak istiyorum.’’ diyorum. ‘’İstesen de gitmeyeceğim.’’ diyor. ‘’Derya iyiyim ben.’’ diyorum. ‘’Olsun, gitmeyeceğim.’’ diyor.
Künefe çıkıp geliyor bir yerlerden. Üstüne atlıyor. Seviyor onu Derya. Bende pes ediyorum. Salona geçiyorum. Boş kolilere bakıyorum. Biraz sonra oda geliyor.
‘’Ne bunlar?’’ diyor hayretle. ‘’Görüyorsun.’’ diyorum her zamanki soğukluğumla.
‘’Taşınıyor musun?’’ diye ısrar ediyor Derya. ‘’Derya, konuşmaya mecalim yok.’’ diyorum.
‘’Toprak, o…’’
‘’Ne olur duymaktan bıktığım şeyleri söyleme.’’ dediğimde dudaklarını büküyor.
‘’Başka bir şey diyecektim.’’
Yüzüne bakıyorum anlamsız. Çantasından bir zarf çıkarıyor.
‘’Bunu sana vermemi istemişti.’’ diyor üzgün. ‘’Kim?’’ diyorum anladığım halde.
‘’Yağmur.’’ diyor anladığımı bile bile.
‘’Neden şimdiye kadar vermedin.’’ diye hesap sorarak elinden çekiyorum zarfı.

‘’Onun suçu değil.’’
‘’Sen hala burada mısın?’’
‘’Beni yok etmen için…’’
‘’Tamam sus.’’
‘’Onu çok üzüyorsun.’’
‘’Ben de çok üzülüyorum.’’
‘’Gidene değil, gidenden sonra yalnız kaldığımız için ağlarız.’’
‘’Felsefe yapma.’’
‘’Ama bu gerçek… Sen gidenin ardından, ben şimdi sensiz ne yapacağım demeyen duydun mu? Hep ‘’ben’’ vardır yakarışların içinde.’’
Susuyorum.
‘’Cevabın yok.’’
Yine susuyorum.
‘’Ben senim unutma. İçindeki senim.’’ diyor. Artık yorulduğumu ve çatışmayacağımı biliyor.

‘’Toprak.’’ diyor onu affetmemi isteyen bir tınıda çıkıyor Derya’nın sesi. ‘’Zarfı sana bir hafta sonra verme mi istedi? Nedenini bilmiyorum ama öyle istedi.’’
Başımı sallıyorum.
‘’Gideyim ben.’’ diyor. ‘’Gitme.’’ diyorum. Neden diyorum bilmiyorum. Ama gitmesini istemiyorum.
‘’Tamam. Kahve ister misin?’’ diyor beni yalnız bırakmak için. Hep saygı duydu, o yokken bile devam ediyor. ‘’Bir gün bile kıskanmadın.’’ diyorum birden.
‘’Başlarda. Başlarda çok kıskanmıştım.’’ diyor benim tepkimden korktuğu zamanlar yaptığı gibi parmaklarıyla oynayarak.
‘’Sonra ne oldu?’’ diyorum koltuğun ucuna oturmuş elimdeki zarfı hissetmek istemiyorum sanki.
‘’Onu başka beni başka seviyordun çünkü. Geç oldu belki ama anladım.’’
‘’Hissettirmedin hiç.’’
‘’Neden hissettireyim ki? O dostun ben de sevgilinim.’’
Dostun diyor. Hala var olduğunu ifade ediyor. Gitmeyeceğini biliyor. Hep aramızda olacağını biliyor.
‘’Bazen seni hiçe saydım.’’ diyorum, itiraf ediyorum.
‘’O benden öncelikli olmalıydı.’’ diyor kabullenişle.
Gözlerim yaşarıyor. İlk defa. Ondan sonra ilk defa yaşarıyor.
‘’Ben kahve yapayım.’’ diyor ve çıkıyor odadan. Bana iyi geldiğini bilmeden çıkıyor.
Peşinden gidiyorum. Titreyen ellerle kahve bardaklarını çıkarışına bakıyorum. Fark ediyor beni.
‘’Derya.’’ diyorum kendimin bile zor duyabileceği bir sesle. ‘’Efendim, bir şey mi oldu?’’, diyor meraklı. ‘’Seni seviyorum.’’ diyorum ilk defa. Altı yılın ardından ilk defa. Şaşkın, sevinçli, ağlamaklı bakıyor bana. Ne yapacağını bilemiyor ki.
Öyle bakıyorum. Sadece bakıyorum. Elimdeki mektubu uzatıyorum. ‘’Okur musun?’’ diyorum. Şaşırıyor. ‘’O senin, sana özel.’’ diyor. ‘’Lütfen. Yoksa ben…’’ diyorum susuyorum, gerisini söyleyemiyorum. Ellerimden kayıp yere düşüyor mektup. Künefe havlıyor iki kere. Yere düşen mektubu kokluyor. ‘’Oku.’’ diyebiliyorum.

‘’ Tercüman-i perişanım, karındaşım, dostum, Toprağım,

Yağmurlar diniyor artık. Bu dünyada ihtiyaç kalmamış ona. Gidiyor. Ama biliyor ki onu her zaman özleyecek bir dostu var, toprağı var. Yaşam kaynağı… Ardından çok ağlayacak biliyorum. Ağlamasın çok oldu mu? Kahrolurum…

Ben seninle açtım gözümü hayata. Kendimi bildiğimde kız arkadaşlarımla evcilik değil seninle arabacılık oynardım. Annem siz kardeşsiniz derdi hep bana. Ben kardeşten de öte olacağımızı bilemedim. Olduk değil mi Toprak? Karındaş olduk senle. Aynı gökyüzünden indik biz değil mi?

Ağlama sakın ardımdan. Büyüdüğümüz zamanları düşün… Birlikte geçirdiğimiz zamanları. Önümüzdeki yaz Çin Seddi’ne gidecektik. Ben olmayacağım. Ama sen git oldu mu? Yanında olmasam da ruhunda olacağım.

Ne yapayım, ben bir yanım eksik yaratılmışım. Bir yanım hastalıklı. Ne senin suçun ne annemin… Kahretme sakın kendini. Siz benim bu dünyada sahip olduğum ve geriye birbirinize emanet bıraktığım tek mal varlığımsınız.

Ben gidiyorum Toprak… Ardımda seni ve annemi bırakarak gidiyorum. Ona iyi bak oldu mu? Pazar kahvaltılarını unutma. Annenden sonra hep ben terk edeceğim sizi derdi. Ama sıra bendeymiş. Ne yapalım.

Dostum aynı gün doğmuşuz ya biz… Gök parçalamış kendini, yağmurlarını salmış, toprak kokmuş her yer mis gibi. Sen ve ben Yağmur ve Toprak olmuşuz… Ne çok severiz bu hikayeyi, ne çok anlattırırdık. Yine dinle oldu mu? Annem ve sen yanımıza gelmeden dinle… Uzun uzun benim yerime de dinle…

Ağlama sakın. Sen ağlarsan yağmur da ağlar… Gidiyorum… Ardımda seninle dopdolu bir hayat bırakarak gidiyorum… Ölüyorum… Sakın ağlama… Sadece an beni, o an gülümse… O zaman bir damla düşecek gökten. Ve sen nefes alacaksın… ‘’
***
28 Mart 2008/İstanbul
( Yağmur Değmiyor Artık Toprağa başlıklı yazı asli-kaya tarafından 5.03.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.