Ashab-ı Kehf’in Hikâyesi ve Diyarbakır..................Mehmet Ali ABAKAY
“Karanlığa taş atar gibi, “Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir.” derler, yâhut, “Beştir, altıncıları köpekleridir.” derler, yâhut:” Yedidir, sekizincileri köpekleridir” derler. De ki:” Onların sayısını en iyi bilen Rabbim’dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. “ Bunun için ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanların dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma”(Kehf Sûresi 22. Âyet Meâli)
GİRİŞ: Ashab-ı Kehf… Yüzyıllar sürecek uyku hali ve günümüze dek unutulmayan bir hikâye. İman ettiklerine olan bağlılığın sonrasında dönemin hükümdarına karşı geri adım atmayan yedi insan… Uyku halinde geçen 309 yıl ve sonrasında 309 yılı bir gün olarak tahayyül eden idrak .Mükemmeliyetin şahikasında sembol yedi isim: Yemliha, Mekselina, Mernuş, Debernuş, Misilina, Keşeftetayus, Sezernuş,... Bu isimleri yalnız bırakmayan Kıtmîr. Prens olma hayallerini, komutanlık hayallerini sadece inançları gereği reddeden altı gencin, Dakyanos’a karşı direnmesiyle meydana gelen ölümsüz, unutulmaz mucize. Kaynaklarda isimlerin sayısı hakkında kesinlik olmasa bile beş diyen var, altı diyen var, sayıyı yediye tamamlayan bulunmakta. Bu isimleri taşıyanlarla görüşmek mümkündü, yıllar öncesi. Halen Yemliha, Sezernuş, Debernuş ismini taşıyan vardır, bildiğimiz kadarıyla. Halen bu isimlere saygıyı elden bırakmayan dünüyle bu gün arasında köprü kuran anlayış hakim. Roma döneminin seçkin isimlerinden altı genç, aynı biçimde efendisinin zulmünden bıkan çoban ve köpeği… Bu gençlerin ilahlık taslayan hükümdara karşı çıkışları sonrası esarete geçiş yılları. Kendileri “İlahsın” dese hürriyete açılan kapılar olacak. Onlar biliyor ki hürriyete açıldığı söylenen bu kapı,kapılar esaretin kapısıdır. Aslında Nemrut ve onunla gelişen olayların bir başka biçimi gibidir Dakyanos ile Ashab-ı Kehf ehli arasında gelişenler. Gücün karşısında haklı olan güçsüzlerin karşı koyamaması ve sonrasında kaçış… Tarih boyunca zalimin zumlundan kaçışlar olmuştur. Buna “Hicret” denilmiş İslam Tarihi’nde. Kimi zaman sarp dağlara sığınılmıştır; Hira’da olduğu gibi. Bazen her dağın hikâyesi anlatılır, kendisine sığınanlarla birlikte. Bazen dağlar binlerce insanı alıp götürür; Sarıkamış’ta olan Allahuekber Dağları misali.
Anlatacağımız Ashab-ı Kehf’in hikâyesidir, yüzlerce yıl sonra. Elbette bunu bilenler bilir. Biz, olayları başlangıç noktası itibariyle değil Diyarbakır’da olan mekân ve bu mekânını Diyarbakır’a ait olma hususuna açıklık getireceğiz. Bu araştırma yazımızda konu kaynaklarımızın esasını Kur’an-ı Kerim’den Kehf Sûresi ve diğer yazılı kaynaklar oluşturmaktadır. Bu çalışmamızda Anadolu’nun diğer yerlerinde bulunduğu söylenilen beş mekân incelenmiş ve yerinde görülmüştür. Bu hususta kanaatimiz, Kur’anî ifadenin daha çok Lice’deki yeri gösterdiğine işarettir. Osmanlı Salnâmeleri’nde Lice’nin Derkâm (Deyr-i Rakiym) Köyü’nde Ashab-ı Kehf’in bulunduğu sürekli vurgulanmıştır. Bu mağarada tek bir kitabe, üç taş blok üzerinde yer almaktadır. Ashab-ı Kehf Dağı olarak bilinen bölgede sarp bir yerde bulunan mağara, “Ashab-ı Kehf Mağarası” olarak bilinir. Bu mağaranın beraberinde başka bir mağara daha bulunmaktadır.
Bu alanda Ashab-ı Kehf’in olduğuna işaret eden kimi bulguları şu şekilde sıralamak mümkündür: Dakyanos Antik Şehrinin bu alanın içinde bulunuşu ve Roma Valisi’nin hükümdarlığı, Fis Ovasının burada oluşu, Ashab-ı Kehf’in isimlerinin halen çocuklara verilmesi, Diyarbakır’da Dakyanos’un Sarayı-Hükümet Merkezi olarak belirlediğimiz Ulu Camii’nin o dönemdeki bilinmeyen sebepten dolayı yıkılması ve Saray ile birlikte Mesudiye Medresesi’nin bulunduğu alanda bir kilisenin yapılması (Mar Thoma Kilisesi), Antik Dakyanos Kenti ile Ashab-ı Kehf arasındaki uzaklığın zindandan kaçış ve mağaraya varış arasındaki süreye uygun oluşu, Güneşin doğuşu ve batışı esnasında mağaraya ışığın vuruşu,…Sıraladığımız maddeleri bir bir ele alarak, açılımlarını yapmak istiyoruz:
Dakyanos Antik Şehrinin bu alanın içinde bulunuşu ve Dacitus isimli Roma Valisi’nin hükümdarlığı konusunda tarihi kayıtlar bulunmaktadır: Zaman içinde bu isim Dakyanos-Takyanos biçimine dönüşmüştür. Dakyanos biçimine dönüşen isim hakkında halk arasında “dek”, “yalan-dolan” olarak anlamlandırılmaktadır ki “Dakyanos” şekline dönüşmesinde, hükümdarın hilekâr oluşu dile getirilmektedir.
Dakyanos’a dair anlatılan yağmur yağdırma olayı şu biçimde halen anlatıla gelmektedir: “Dakyanos, ilah olduğuna inandırmak ve halkı kendisine bağlamak için yağmur yağdıracağını iddia etmektedir. Bir gece Fis Ovası’nda hayvan tulumlarını birbirine bağlayarak dizer. Yükseğe dizilen bu tulumlar, suyla doldurulur. Patlatılan tulumlardan akan su sebebiyle halkı kandırır. Dakyanos’un bu hilekâr tavrına kananlar, onun yağmur yağdırdığın a inanarak, kendisini ilah olarak kabul eder. “
Fis Ovasının Lice’de oluşu: Ashab-ı Kehf’in daha önce yaşadığı şehir, Efsus olarak adlandırılır. “Fis” isminin bu “Efsus” adlandırılmasından mülhem olduğu bilinir. Kimileri, Tarsus’un Efsus’tan bozulma olduğunu ileri sürse de Fis, akla daha yatkın gelmektedir. Ayrıca, Fis Ovası’na bakan Diyarbakır’ın şu andaki Üniversiteye dönük bölümü, “Fis Kayası” olarak ismini korumaktadır.
Ashab-ı Kehf’in isimlerinin halen çocuklara verilmesi: Ashab-ı Kehf’in anısını yaşatan isimler halen çevrede erkek çocuklara verilmektedir. Lice, Hani ve Dicle olmak üzere civar ilçelerde özellikle “Yemliha”, “Debernuş”, “Sezernuş” isimleri yaygın olarak görülür.
Diyarbakır’da Dacitus’un Sarayı olarak belirlediğimiz Ulu Camii’nin o dönemdeki bilinmeyen sebepten dolayı yıkılması ve Saray ile birlikte Mesudiye Medresesi’nin bulunduğu alanda bir kilisenin yapılması (Mar Thoma Kilisesi). Bizim şahsî araştırmalarımızda elde ettiğimiz bulgulardan biri Ulu Camii’n Mar-Thoma Kilisesi olmadığıdır. Mar Thoma Kilisesi, bu gün Mesudiye Medresesi’nin olduğu yapıdır ki yapı biçimi sonradan medreseye tahvil edilmiştir. Yapı incelendiği zaman kilisenin biçimi olduğu gibi görülür. Ulu Camii de yıkılmadan önce şehrin hükümdarlık merkezidir. Dakyanos’un sarayı olan yapı, Dakyanos’un saltanatı sonrası yıkılmış, tekrar inşâ edilmiştir. 200 Taş sütun üzerine kubbeli yapılan yapı, 1000’li yıllara kadar gelmiştir. Bu yapının tadilatına Romalılar izin vermemiş ise de yıkıldıktan sonra kalan taşlardan günümüzdeki yapı topluluğu Melikşah döneminde yaptırılmıştır. Nasır-ı Husrev’in Sefernâmesi’nde anlattığı ifadeler, ne yazık ki çoğu yazarlar tarafından bilinmediği için kilise ile saray arasındaki fark ayrıt edilmemiş, Ulu Camii için katedral denilmiştir. (1)
Antik Dakyanos Kenti ile Ashab-ı Kehf arasındaki uzaklığın zindandan kaçış ve mağaraya varış arasındaki süreye uygun oluşu: Dakyanos Antik şehri, Lice’ye varılmadan Bingöl’e giden karayolunun sol tarafındadır. Yaptığımız araştırmada yapı taşlarının 1950 sonrası değişik alanlarda kullanıldığı saptanmıştır. Halen kalıntıların görüldüğü kent hakkında bir arkeolojik kazı yapılmamıştır. Kısmen toprak altında bulunan kimi yapıların birinci katları sağlamdır. Kentte sarnıçlar, yapılar arasındaki geçişler, sokaklar görülmekte olup, bu alanın korunması gerekmektedir. Oldukça stratejik konumda olan kentin, Dakyanos tarafından inşâ edildiği bilinmektedir. Konuya ilişkin ilk araştırmalarda bulunan Araştırmacı Şevket Beysanoğlu’nun “Diyarbakır Tarihi” adlı eserinde o döneme ait yapı fotoğraflarına bakılabilir. Kanaatimiz odur ki Dakyanos, kendisine karşı çıkan o dönemin elit tabakasına ait olan varlıklı ailelerin çocuklarını yazlık olarak kullandığı Lice’deki şehirde mahpus tutmaktadır. Gençler, bu şehirden kaçarken yabancıdırlar, etraflarına. Önce büyük bir su kaynağı olan Serde’ye geçmişlerdir. Daha sonra mağaraya sığınmışlardır. Serde’de zaman içinde kuruyan şelalenin varlığı bilinmektedir. Yaya olarak kaçmaları ve mağaraya varmaları arasında geçen zaman için Kehf Sûresi’ndeki ayet meallerine bakınız.Bulundukları yerin tespiti ve mağarada aranmalarına rağmen bulunmayışları sebebiyle örülen duvar, zaman içinde yenilenerek günümüze ulaşmamış olsa bile Ashab-ı Kehf’in görünüp ortadan kaybolmaları ile yapılan Deyr-i Rakîym, günümüze kadar gelmiştir. Bulunduğu mahal Der-kâm olarak bilinmekte, bu isim köye ad olarak koyulmuştur. Sonradan köy adı, “Duruköy” olarak değiştirilmiştir.
Güneşin doğuşu ve batışı esnasında mağaraya ışığın vuruşu: Kur’an-ı Kerim’de geçen bu olay hakkında âyet meâllerini veriyoruz. Bu ayet meâlleri sonrası ne diyebiliriz? Anlatılanlar ve Lice’de gördüğümüz birbirine o denli yakın ki kelimelerle anlatmak, na-mümkün!..
Kehf Sûresi Ayet Meâlleri: 9:Yoksa ey Muhammed! Mağara ve Kitâbe ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi zannettin? 10:Birkaç genç mağaraya sığınmış:”Rabbimiz!. Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl” demişlerdi. 11-12:Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk; sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık. 13-15:Ey Muhammed! Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Onların hidâyetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup şöyle demişlerdi:”Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir. O’nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız. Yoksa and olsun ki, bâtıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz, Allah’ı bırakıp O’ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?” 16:Onlara:”Siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarınızdan ayrıldınız, bunun için Mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin” denildi. 17: Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığını, onların da Mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa artık onu, doğru yolu götürecek bir rehber bulamazsın.18: Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. Köpekleri dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın. 19: “Birbirlerine sorsunlar” diye onları uyandırdık, içlerinden biri:” Ne kadar kaldınız ?”dedi. “Bir gün veyâ daha az bir müddet kaldık.” dediler.” Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. “Paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin. Orada nâzik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın” dediler. 20:”Zirâ onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veyâ dinlerine döndürürler ve bu takdirde asla kurtulamazsınız. 21: Böylece Allah’ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyâmetin kopmasından şüphe edilemeyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladık. Nitekim Halk, bunların hakkında çekişip duruyor:”Onların mağaralarının çevresine bir binâ kurun” diyorlardı. Oysa Rableri onları çok iyi bilir. Tartışmayı kazananlar:”Onların mağaralarının çevresinde mutlaka bir mescid kuracağız.” dediler. 22:Karanlığa taş atar gibi, “Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir.” derler, yâhut, “Beştir, altıncıları köpekleridir.” derler, yâhut:” Yedidir, sekizincileri köpekleridir” derler. De ki:” Onların sayısını en iyi bilen Rabbim’dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. “ Bunun için ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanların dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma. 23-24:Herhangi bir şey için, Allah’ın dilemesi dışında:”Ben yarın onu yapacağım.” deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle de:”Umulur ki, Rabbim beni doğruya, daha yakın olana eriştirir.” 25: Onlar mağaralarında üçyüzdokuz yıl kaldılar derler.26: De ki:” Onların ne kadar kaldıklarını en iyisi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’na âittir. O ne mükemmel görendir! O, ne mükemmel işitendir! İnsanların O’ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi hükümranlığına ortak kılmaz”27: Ey Muhammed! Rabbinin Kitâbı’ndan sana vahyolunanı oku; O’nun sözlerini değiştirecek yoktur. O’ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın.”(2)
Ashab-ı Kehf’e dair anlatılanlar oldukça anlaşılır ve nettir. İsteyenler tefsir kitaplarından konunun ayrıntılarını öğrenebilir. Biz, bu araştırmamızda bu mekânın şehrimizde olup olmadığına dair soruya cevap aramak ve bulmak istedik. Konuya ilişkin yazdığımız iki makalemizde de Ashab-ı Kehf’e dair anlatılan hikâyelere yer vermedik. Çünkü konu bilinmektedir ve tekrarlara yer vermeye gerek yoktur. Bu sebeple Kehf Sûresi’nin iyi okunarak verilmek istenen mesajın iyi algılanması gerekir, Ashab-ı Kehf konusunda. Şayet, bu alan Kur’an-ı Kerim’de belirtilen alan olduğu tespit edilirse şahsen başka bir bahtiyârlık istemeyiz. Lakin yazdıklarımız doğrulanmasa niyetimizin iyi olduğuna, hatanın bizden kaynaklandığına dair açıklamamızı peşinen belirtiyoruz.
Mağara içinde Kıtmîr’e aid olan yer belirgindir. Ortadan kayboldukları yer, bir kapı misali kayada belirgindir. Parmak uçları yerinin kayada belirginliği söz konusudur. Nisan 2008’de gittiğimiz alanda Kıtmîr’e ait kan izlerinin yer yer sökülüp alınmış olduğunu gördük. İkinci mağarada kaçak kazının yapılmış olduğunu gördük.Elbette bu alanlar korunmaya alınmalı ve bu tarz tarih-kültür hırsızlıklarına “Dur!...” denilmelidir. Bu güne kadar yapılmamış çalışmalar, bir daha ertelenmemelidir, on yıllar sonrasına. Bunu temenni ediyoruz. En azından bir dernek çatısı etrafında bu alanın gündeme geliş biçimiyle korunmasını arzuluyoruz.
Yıllardır gösterilen Ashab-ı Kehf konulu çabanın oluşumuna kendi çalışmalarıyla katılanların sayısı oldukça azdır. Merhum Şevket BEYSANOĞLU, bu konuyu 1970’lerde dile getirmiştir. Zeki DİLEK, “Lice” isimli eserde konuya ilişkin derlemelerde bulunmuştur. Bu bilinen çalışmalar dışında birkaç makale de söz konusu iken başka bir çalışmadan bahsedilemez. Diğer illerdeki mekânlar için kitaplar yazılmışken, araştırmalar devam ederken, mekânların olduğu yerde tesisler yapılmışken bizim Ashab-ı Kehfimiz’de ne bir yol tabelasına ne de bir başka tanıtıcı bilgiye rastlanır. Umarız bizden sonraki aşamada bu alanda çalışmalar başlar ve söz verilen konularda kalıcı çalışmalar ortaya konulur.
” Karanlığa taş atar gibi, “Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir.” derler, yâhut, “Beştir, altıncıları köpekleridir.” derler, yâhut:” Yedidir, sekizincileri köpekleridir” derler. De ki:” Onların sayısını en iyi bilen Rabbim’dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. “ Bunun için ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanların dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma.” (Kehf Sûresi 22. Ayet Meali)
Bu ayetler ışığında vardığımız tespit, bu mağaranın ismi belirsizliğe karışmış, beş mi altı mı yedi mi oldukları tam olarak söylenmeyen Ashab-ı Kehf’in 3009 Yıl uykuda kaldıkları mağara olabileceği ihtimalinin ağır bastığı mağaradır.
SONUÇ: Diyarbakır’da da Ashab-ı Kehf’in bir mekânının bulunduğu, mevcut mekânlar arasında Kur’anî ifadeye uygun emarelerin ağır bastığını artık bilmek gerekir. Bu konu hakkında yazılmış makalelere ve kitaplara baktığımızda Diyarbakır’daki mekânın ismen bile geçmemesi üzücüdür. Afşin’deki mekânı ziyaret ettiğimizde bize verilen bir kitap çalışmasında Diyarbakır’ın isminin yer almaması üzerine, ilmî olarak bu eseri kaleme alan yazarı eleştirdiğimizde tepki almış ve bu çalışmanın en iddialı eser olduğu vurgulanmıştı. Afşin ve Tarsus ilçesi arasında geçen Ashab-ı Kehf konusunun mahkemelik oluşu, günlerce medyada yer alması, bizce bu mekânların turizm kaygısıyla ön plânda tutulduğunu gösterir. Diyarbakır’daki Ashab-ı Kehfimiz, yılda bir toplanan ve bu geleneği yüzlerce yıldır sürdüren halkın sayesinde unutulmamıştır. Osmanlı Salnameleri’nde de yer alan mekâna dair fazla bir araştırma yapılmamış oluşu da üzücüdür.(3)
Öncelikle bu alanın çevresinde ıslah çalışmalarının yapılması ve düzenlemelerin gerçekleştirilmesi gerekir. Bu mekânın tanıtımının yapılmamış oluşu eksikliktir. Konu hakkında yaptığımız araştırmalar yeterli değildir, yeterli bulunamaz. Eserlerin bazılarında Ashab-ı Kehf’e dair bilgilere rastlanmamakta, kimi şehir haritalarında Dakyanos Antik Kenti’nin Kulp ilçesinde gösterilmesini garipsiyoruz. En son 2008 Haziranında basılan bir turistik haritada Dakyanos Antik Kenti, Kulp ilçesinde gösterilmiştir. İşte bizi bu konuya bağlayan ve yıllardır anlatmaya çalıştığımız Ashab-ı Kehf’in Hikâyesi budur. (4) Diyarbakır’daki mekâna gönülden bağlanmamızın sebebi budur. Afşin’de, Tarsus’ta, Manisa’da Suriye’de ve diğer ülkelerde de olduğunu bildiğimiz mekânların sayısında Diyarbakır’ı da artık görmek istiyoruz. Çünkü bu kâdîm şehir, tarihe ve kültüre tanıklığı binyıllardan yüzyılımıza gelen Diyarbakır, tanıtılmalı, değerleriyle anlaşılmalıdır. Elbette bu tanıtım da doğru biçimde yapılmalı, yanlış bilgileri içine almamalıdır.
Ashab-ı Kehf’ten ismini alan bu sûrenin 9-27 ayetleri meâlen verildi. Biz, bu mekânın yerinin belirsiz bırakılmasını, İlahî bir sır olarak görmekteyiz. Amaç, bu olay her yerde canlı olarak bilinsin ve Ashab-ı Kehf asırdan asıra belleklerde yer alsın, hafızalara kazınsın. Ondandır, dünyanın bir çok ülkesinde ismine mağaralar hazırlanması, icad edilmesi. Kur’an-ı Kerim’de uyarılan Peygamberdir ve kendisine yapılan uyarı budur: De ki:” Onların sayısını en iyi bilen Rabbim’dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. “ Bunun için ey Muhammed! Onlar hakkında, bu kısaca anlatılanların dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma. “Biz, bu ayetin hükmü ortada iken ne diyebiliriz? Amacımız bu uyarının dışına çıkmamaktır, bu gün. Fakat bizim vardığımız sonuç ortadadır. Güneşin doğuşunu da batışını da seyrettiğimiz yerde âyetin hükmüne tanıklık ettik. Umarız ki tespitlerimiz doğruya yakındır ve bu ortaya çıkarsa, çıkartılırsa ilim dünyasına 21. Yüzyılda farklı bakış açıları getirir. Allah u âlem!...
Dipnotlar:
1-Ashab-ı Kehf’e ilişkin bilgilerin yer aldığı ve “Dakyanos’un Hükümet Merkezi” olarak tespit ettiğimiz Ulu Camii hakkındaki”Ulu Camii Kilise Midir?”başlıklı makaleye yer veriyoruz. Bu makalede konu ilk kez bu tarzda ele alınmıştır. Yaptığımız araştırmada ortaya çıkan sonuç, Mesudiye Medresesi’nin Dakyanos Dönemi sonrasında Hazreti İsa’ya iman edenlerin ibadet ettikleri kilise olduğunu göstermektedir.
“Kaynaklar arasında her ne kadar gezindimse bu konuda açıklamalar beni tatmin etmekten uzak durdu. Son yüzyılın kaynak eserlerinde bu mekânın Mar Thoma Kilisesi olduğuna dair epeyce açıklama yer almaktadır. Lakin bir eser vardır ki bu açıklamaları geçersiz kılmaktadır:Nâsır-ı Husrev’in Sefernamesi.Bu eserin Diyarbekir’i konu alan bölümünde Diyarbekir Kalesi için denileni aynen aktarıyoruz: “Ben, dünyanın dört bucağında, Arap. Acem. Hind ve Türk memleketlerinde bir çok şehirler ve kaleler gördüm, fakat yeryüzünde hiçbir ülkede Amid şehrinin kalesine benzer bir kale ne gördüm, ne de başka bir yerde bunun gibi bir kale gördüm diyeni duydum.”Bu açıklamadan sonra Nâsır-ı Husrev, Ulu Camiî için açıklamalarda bulunur:” Ulu Camiî de bu kara taşla yapılmıştır. Öyle mükemmel yapıdır ki ondan daha düzgün, ondan daha sağlam yapılmasına imkân yoktur. Camiîn içinde iki yüz küsur taş direk vardır. Her direk yekpare taştandır. Direklerin üstüne, hepsi taştan olmak üzere kemerler yapılmıştır. Kemerlerin üstünde de öbür direklerden kısa direkler, o büyük kemerlerin üstünde yine bir sıra küçük kemerler vardır. Bu mescidin bütün damları kubbelerle örtülmüş, her tarafı oyma işleriyle, nakışlarla süslenmiş, boyanmıştır. Mescidin ortasında büyük bir taş vardır, o taşın üstüne bir adam boyu yüksekliğinde, çevresi iki arşın gelen pek büyük yuvarlak taş bir havuz konmuştur. Havuzun ortasında pirinç bir lüle vardır ki oradaki fıskiyeden berrak bir su fışkırır, o suyun nereden gelip nereye aktığı görünmez. (…) “
Nâsır-ı Husrev, Roma Dönemi mimarisini anlatır, bu satırlarda iki-üç katlı ve kubbeli olan yapının özelliklerini ayrıntılı olarak verir. Bu yapı çok sonraları bilinmeyen bir sebeple yıkılmıştır. Alparslan oğlu Melikşah tarafından ana bölümü Emeviyye Camiî tarzında inşâ edilmiştir. Yapının eldeki enkaz taşlarından yapıldığı değişik işlemelerden anlaşılmaktadır. Seyyah, Diyarbekir’e uğrarken Kale ve Ulu Camiî hakkında iyi gözlemlerde bulunmuştur. Bu gözlemlerinden biri de şudur:” Mescidin yakınlarında pek özenilerek taştan yapılmış bir kilise var. Kilisenin zemini nakışlı mermerle döşenmiştir. Bu kilisede Hıristiyanların ibadet ettikleri kubbeli yerde kafesvarî bir demir kapı gördüm ki, eşini hiçbir yerde görmedim.” Bu açıklamadan yola çıkarak, Ulu Camiî Kilise Midir? Sorusuna cevap aramaya çalışacağız, bu makalemizde.
Alparslan oğlu Melikşah’ın onarımını yaptığı Hanifî bölümüdür. Nâsır-ı Husrev’in “Mescidin yakınlarında” dediği kilise, Mesudiye Medresesi’dir. Bu medresenin yapımı, uzun yıllar almıştır. Medrese’nin yapımının yılları bulması, yapının Romalılarca engellendiğini göstermektedir. Ulu Camiî için de Romalılar’ın tadilata izin vermediği bilinmektedir. Konu, kilise olunca Romalıların daha baskın olduğunu çıkarabiliriz, o dönemin şartlarından. Bu gün dahi Mesudiye Medresesi’nin plânı gözden geçirilirse kilise yapısı üzerine inşâ edildiği açık gözle görülür. Buna rağmen Mar Thoma Kilisesi iddiasının sesli olarak dillendirilmesi, manîdardır.
Bizim Ashab-ı Kehf’e dair tespitlerimiz, Dakyanos’un saltanatından sonra bu yapının yıkıldığını ve yerine mükemmel bir yapının yapıldığını gösterir. Mar Thoma Kilisesi de o zaman muvahhid olanlarca yapılmıştır. Ashab-ı Kehf’ten birinin gelip ibadet edenleri görünce şaşırması söz konusudur. O dönemde Mesudiye alanı, şehir için ihtiyacı karşılayacak biçimdedir. Dakyanos’un ilahlık tasladığı sarayın yerle yeksan olduğu bilinmektedir. Ulu Camiî mekânının da bilinmeyen bir sebeple yıkıldığı bilinmektedir. Ashab-ı Kehf’in muhtemelen Lice’de bulunuşu, bu mekânın saray olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Ulu Camiî alanını çok iyi betimleyen Nâsır-ı Husrev’in açıklamaları, bu alanın şehrin-hükümetin-yönetim alanı olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Kimi kaynaklarda Müslüman Araplar’ın alanın bir bölümünü Camiî olarak kullanarak, zaman içinde kiliseyi ortadan kaldırdıkları, doğruyu yansımaktan uzaktır. Çünkü Müslüman Araplar’ın fetih sonrası Sultan Sa’sa’a ismiyle bilinen yapıyı camiî olarak inşâ ettikleri bilinmektedir. Bu sebeple yönetim yerinin feth’in sembolü olarak alınması doğrudur. Şayet yapının tümü kilise olsaydı, şehrin yönetim yerinin gösterilmesi gerekir. Nâsır-ı Husrev’in Kiliseden bahsetmesi ve bu kilisenin Ulu Camiî yakınlarında olduğunu belirtmesi, Mesudiye üzerine dikkatleri çekmektedir.
Diyarbakır konusunda görüşlerine değer verdiğimiz Abdüssettar Hayati Avşar Hocanın kanaati de bu doğrultudadır. Mesudiye Medresesi’nin camiî yakınında oluşu ve kilise üzerine inşâ edildiğinin belirginliği, artık Ulu Camiî için kilise söylemin geçersiz kılmaktadır. İkiyüz adet taş sutun üzerine kurulu ve kubbeli olan yapı için kimilerinin katedral yakıştırması, Nâsır-ı Husrev’in açıklaması ve Ashab-ı Kehf konulu tespitlerimize göre havada kalmaktadır.
Süslemelerden yola çıkılarak, burada yer alan motifler hakkında kimi saptamalarda bulanan olabilir. Zaten yapı Roma Dönemi’ne aittir. Saray öncesi konumunda putperest inanışa ait olduğu bilinmektedir. Dakyanos’un putperest tavrı ve bu tavrına karşı koyan Ashab-ı Kehf’in tutumları, herkes tarafından bilinmektedir.
Bu makalenin boyutlarını geniş tutmak istemiyorum. Kaynaklarda geçen anlatımlara bakıldığında Mesudiye Medresesi’nin göz ardı edildiğine şahit olmaktayız. Kimi araştırmacılara tavsiyemiz, bu belirttiğimiz kaynak üzerinde durarak, vardığımız kimi tespitlere dair bilgi sahibi olmalarıdır. Günümüzde bu yapının kilise olmadığı bilinmekte ise de arada bir Mar Thoma yakıştırmasının resmî ve yerel ifadelerde görmek, esas kilise olan Medrese yerinin unutulanlara karışmasına sebebiyet vermektedir. Süryanî kaynakların kimilerinde de bu konuda ısrarlı davranış, akla Meryem Ana Kilisesi’nin daha önce Şemsilerce kullanıldığını ve esasında buranın bir havra-sinagog olduğunu getirir. Biz, ilmî usullerle bu meseleyi çözüme kavuşturmak istiyoruz. Şayet amaç üzüm yemek yerine bağcıyı dövmek olsaydı, Mesudiye Medresesi’nin kilise olduğunu söylemezdik. Bu konu hakkında kendini etkili ve yetkili görenler varsa oturup bu kördüğümü çözmek lazım. Yok, yine Mar Thoma hikâyesi söylenmeye devam ediyorsa, soralım:”Mar Thoma’nın kiliseyi yapmasında amacı Ashab-ı Kehf’le gelen muvahhid anlayışı, etrafa yaymak değil midir?” Amaç Allah’ı insanlara kabul ettirmek ve İlahî buyruğa teslimiyet ise Mar Thoma teslisi kabul etmemiş, buna karşı çıkmış bir isimdir.
Şimdi bunu kabul etmek istemeyenler ne diyecektir? Biz Ashab-ı Kehf’e iman etmiş insanlar olarak, Hazreti İsa (a)’ın buyruğuna da kalben ve dillen iman etmiş kişileriz. O halde ne olacak? Sırf Müslüman Araplar, şehri aldığı için, onların şahsında karalanmak istenen bu ise, Sultan Sa’sa’a’nın yıktırılan camiîn temelleri ve elimizde orıginal fotoğrafı ile ortadadır. Sormazlar mı: “Bu camiî o zaman ne için inşâ edilmiştir? Kilise varlığını 1050’li yıllara kadar getirmiş ise bu kilise nerededir? Şayet bize Meryem Ana dışında bir yer gösterilse kusura bakılmasın… Şehrin en eski kilisesi Meryem Ana’dır. İç Kale’deki yapı topluluğuna bile kilise deniliyor. Keldanî Kilisesi gösterilse, biz bu kilisenin kubbeli olmadığını biliyoruz. O halde bu kilise nerededir? Bu kilisenin yeri Mesudiye dışında ispat edilemiyorsa Nâsır-ı Husrev’in açıklamaları, yapının Mar Thoma Kilisesi olduğu iddiasını çürütüyor. Bize yönelik acımasız eleştiride bulunulmasına da gerek yoktur. Biz, bu konuda yeterince bilgi sahibiyiz. Eleştirilecekse o da Nâsır-ı Husrev’dir. Ki bizim seyyahın açıklamalarını esas tuttuğumuzu açıklarken daha önce de bu mekânın Ashab-ı Kehf ile ilişkisin kurduğumuzu belirtelim. Yıllardır Nâsır-ı Husrev’in anlattığı bu hakikat niçin gizlenmiştir ve ele alınmamıştır? Buna kimileri ne cevap verecektir? Merak ediyoruz!..”
2-Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı Diyanet İşleri Bakanlığı Ankara 1987 Sayfa:293-295
Tefsirlerde yer alan açıklamalar, istenildiği zaman, belirtiklerimizle karşılaştırılabilir. Bu hususta ilgilenen okurlar, araştırmacılar Lice’de bulunan mekâna dair fotoğrafları, Şarkiyat Araştırmaları Derneği’ne başvurarak temin edebilir. Derneğin fotoğraf arşivine verdiğimiz Afşin, Tarsus ve Suriye’deki mekânların fotoğraflarıyla mukayese ederek bir fikir sahibi olabilir.
3- “www.diyarbekirim.com” isimli sitemizde yer alan “Şehrimizde Ashab-ı Kehf Yoksa Buyurun Cenaze Namazına” başlıklı çalışmayı kısmen okurların dikkatine sunuyoruz:“Esintiler’de “Ashab-ı Kehf Nerede ?” ve “Şehrimizde Ashab-ı Kehf Yoksa Buyurun Cenaze Namazına” yazılarımız üzerinden birkaç yıl geçti. Ayrıca kimi makalelerimizde Ashab-ı Kehf’e değindik, verdiğimiz konferanslarda Ashab-ı Kehf’i ele aldık. Bir makalemiz sebebiyle Afşin’den davet aldık, bu vesileyle Afşin’deki mekânı görme imkânı bulduk. Üzülerek belirtelim ki davet edildiğimiz yerde ilgili belediye tarafından yayınlanan kitapta Diyarbakır ismini bulmayınca oldukça üzüldük. Bizim bildiğimiz kadarıyla bu konu hakkında çalışmalara giriştiğimizde Anadolu’da Ashab-ı Kehf’e dair ne bilgi varsa toplamıştık. Ne yazık ki konu Diyarbakır olunca bunun görmezlikten gelmesi ilim ahlâkıyla bağdaştırılacak bir husus değildir. Sunduğumuz bir televizyon programının ilk bölümünü de Ashab-ı Kehf’e ayırmış, konuya dikkat çekmiştim. Diğer çalışmaları burada zikretmekten kendimi uzak tuttuğumu özellikle belirteyim. Lice’ye her uğrayışımızda görmeden edemediğimiz Ashab-ı Kehf’e dair her gelişimizde adeta o dönemi bir daha yaşadığımızı belirtelim. Kur’an-ı Kerim’de yeri belirtilmeyen bir mekânı dünyaya duyurmak amacını taşıdığı için çalışmalarımızı yetersiz bulduğumuzu belirtelim. Umarız bu sempozyum, Ashab-ı Kehf’in ülke gündemine bir daha taşınmasına sebep olur ve konu hakkındaki araştırmacıların daha geniş bir perspektifle çalışmalarını şekillendirmesini sağlar.
Ashab-ı Kehf’in Anadolu’da birden çok yerde olduğunun söylenmesi ve diğer ülkelerdeki varlığına dair söylentiler, Kur’an-ı Kerim’de mekânın belirsizliğinden kaynaklanır. Elbette bunun kendince bir hikmeti de bulunmaktadır ki amacın tevhidî hakikatın her yerde bilinmesine dayandığı söylenebilir. “Bu hikâye birden çok yerde söylensin ki kimileri Dakyanos’u ve Ashab-ı Kehf’i tanısın” diye düşünülebilir. Çünkü bu mucizenin tabiatında vardır.
Bir telefon konuşmamız oldu. Bu esnada Tarsus’ta haftalık Ashab-ı Kehf”adlı bir gazetenin yayınlanacağını haber aldık. Yetkililerden gazetenin ilk sayısını istedik, maalesef göndermişler ise de elimiz ulaşmadı. Ashab-ı Kehf’e ilişkin ulusal bir gazetede yayınlanan makaleyi okuduktan sonra yazarıyla Mayısın 3.Haftasında Afşin-Tarsus arasında mahkemelik durumların olduğu basına yansıyınca bu konuda yazmayı uygun bulduk. Daha önce bu hususta Şevket Beysanoğlu, ulusal bir sempozyumda sunduğu bildirisinde şehrimizdeki mekâna dair bilgilere yer vererek literatürde Lice’deki mekandan yana şehrimizin tanıtımını sağlama amaçlı çaba göstermişti.
İnsan bazen büyüklerinin çizgisini takip ederek farklı ipuçlarını değerlendirip daha sağlam zemine oturtabiliyor, iddia halinde olup ispatlanacak konuyu. Ulu Camii için Mar Thoma ifadesinden yola çıkarak bir dönem putperest sarayı mekanın deprem-afet sonrası harabelerinden yeni yapının ortaya çıkarıldığını, Hazreti İsa (a) bağlılarının, Allah inancını savunanların mağaradan çıktıktan sonra karşılaştıkları mekanın Ulu Camii yerinde olduğunu düşünüyoruz.. Yaptığımız araştırmalar sonucu Mar Thoma olarak adlandırılan Kilisenin Diyarbakır’daki Mesudiye Medresesi olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun için en önemli kaynak, Nasır-ı Husrev’in Seyahatnamesi’dir. Bu eserde kilisenin mevcudiyeti net biçimde görülmektedir.
Dağkapı’daki Fis Kayası acaba o dönemdeki Efsus’tan mı ad bıraktı?Fis Ovası, Efsus’tan mı bozulma ?Ya Dakyanus Dağı?.. Hala ayakta duran Süryani ve İslami kaynaklarda yer alan Deyr-i Rakîym ? Aynı isimle anılan Ashab-ı Kehf Mağarası?.. Lice’de erkek çocuklarına verilen Yemliha-Yemlihan ismi?... Bunların tümü bir düzmece olamaz,!... Halkın kullana kullana bitiremediği Dakyanus şehir kalıntıları yerinde görülebilir. Merak eden mağarayı inceleyebilir. Saygı amaçlı yapılan 1700 yıllık Deyr-i Rakım’dan Dakyanus Dağı’na bakabilirsiniz. Anlatılan hikâyenin yanı başındaki suyun Birkleyn ile ilişkisini kurmak mümkün. Yönetmen Farazullah SILAHSHUR’un 14 CD tutan Ashab-ı Kehf belgeselini izleyerek aynı mekânları tekrar yaşama hissine kapılabilirsiniz. İhlas Filmciliğin Yeşilçam tarzı yaptığı, Burdur’daki İnsuyu Mağarası’nda gerçekleştirilen bölümlerdeki duyarlılığı yaşamak mümkün. Konu hakkında daha önce bir konferansımızın önemli bölümü, yerel bir gazetede “Ashab-ı Kehf Kördüğümü” Makalemiz ve ikisi dergide olmak üzere dört çalışmamız mevcut. Yaptığımız kapsamlı çalışmada Faruk Sümer ile Ahmet Akgündüz’ün çalışmaları ile yurt dışı kimi kaynaklar ve ansiklopedik bilgilerin yer aldığını da belirtelim.
Ne Süryani ne de İslami kaynaklarda mekânın yeri belli değildir. Fakat dönem Roma‘dır. .Afşin, Tarsus ile Diyarbakır o dönemde Roma hâkimiyetindedir. Tarsus’un İsevî inançtaki yeri Antakya’dan sonradır. Afşin hakkında herhangi bir araştırmaya girmiş değilim. Zeki Çelik’in derleme bilgilerinde konu hakkında görüş belirten yazarlardan örnekler sunulmuştur. Lice kitabının yazarı ile kitap yazıldıktan sonra Dakyanus’u, ,Mağara’yı gezdik.(…) Bırkleyn’in Ashab-ı Kehf’in ilk sığındığı mekân olması düşünülebilir. Fakat şelalenin şu andaki bilinen mağaranın arkasına düşen kısımda yer aldığını, zaman içinde suyun kuruduğunu, çevrede yine su kaynağının bulunduğunu araştırma için gelen bir ekiple Lice’ye giderken köyün yaşlılarından duydum. Bence putperest sarayı yerine kilisenin yapıldığı camii alanıdır. Lice, şehir merkezine fazla uzak bir mesafede değildir. Ayak ile gidiş 70 km için kaçanların genç oluşu, aceleciliği, can ve yakalanma korkusu düşünülür ise üç saat mesafededir. Acaba Dakyanus, mağarada olduklarını haber alıp dağın tepesinde konakladığı için mi dağ “Dakyanus” ismini almıştır? Bilemiyoruz… Ulu Camiî, ilk şeklinde iken Dakyanus’un Sarayı olarak kabul görürse Fis Kayası’na verilen isim mekanın Lice’de olduğunun ilk işaretidir.Fis Ovası, Dakyanus Şehri Mağara, su kaynağı, Deyr-i Rakîym, Lice ve çevresinde kullanılan mağara ehlinin isimleri, anlatılanlar,aksamadan her yıl kutlanan şenlik biçiminde organizasyon olmadan bir çok il ve ilçeden gelenlerin ziyaretinden oluşan kutlamalar, Birkleyn suyu diğer işaretlerin yapı taşlarıdır. Mevcut Osmanlı kaynaklarında Ashab-ı Kehf’in Lice’de olduğunu gösterir. Biz her ne kadar kendi Ashab-ı Kehf’imizi araştırıyorsak başka alanları da araştırıyoruz. Fakat mahkemelere dava konusu olmak gibi bir lüksümüz, medyatik saplantımız olmadı, olamaz.
Sadece önemli gördüğümüz bahsi geçen projelerden Folklor Araştırmaları Merkezi gerçekleşmiş olsaydı Çayda Çıra, Ashab-ı Kehf olmak üzere birçok konuyu masaya yatırır, akademik bilgileri kaynakları ile sunar, fotoğraflandırır, Ömer Seyfettin’in bir hikâyesine de ismen konu olan Ashab-ı Kehfimiz için gerekeni ifa ederdik. Üzüldüğümüz konu, yerel gazetelerin suskunluğudur, yerel televizyonların sessizliğine anlam veremedik. Sivil toplum kuruluşlarının hangisi bu konuda çalışmada bulundu? Bilmiyorum… Amaç,kaynaklarda belirli bir yerde olduğu kesin olmayan fakat varlığı bilinen mekanın yer tespitidir.Turizm asabiyetiyle hareket etme bazı yatırımlara zemin hazırlama amacında değiliz.Bu gün bir çok sahabenin medfûn bulunduğu şehirde medyaya yansıyan ilginç haberler arasında adı hiç geçmiyor ise bu ayrı bir konumdur.Fakat Türkiye’de Bu kıssanın geçtiği 3.Mekan şehrimizdedir.Biz, Afşin -Tarsus arasındaki gerginliğin azalmasını, şehrimize yapacakları gezide Ashab-ı Kehfimizi de görmelerini salık veriyoruz. Bizce alemlere ibret, mûcize olan Ashab-ı Kehf Kördüğümü Türkiye için Diyarbakır’da çözülür. Afşin’e, Tarsus’a bu yaz giderek konuyu taraflarla görüşme niyetimiz geçen yıldan beri vardı. Acaba Diyarbakır’a gelmeleri halinde bu misafirleri karşılayacak kim olursa olsun Ashab-ı Kehf’in yerini bilmeye niyetleri var mı? İsteyenlere konu hakkında bilgileri verdiğimizi zannediyoruz. (…)
Bakarsınız duymamış olanlar çıkar, eli kalem tutan, eser veren isimler arasından. Çünkü bunun dinî hususları var. Her ne kadar Yedi Uyurlar olarak entelektüellerimizin bildiğini var saydığımız bu konu Hz. Muhammed (a) öncesi bir konu ise de bazıları temkinli yaklaşıyor. Aslında Müslümanların olduğu kadar Hıristiyanların da konuyla ilgilenmeleri gerekir. Fakat gereken ilgi bu âlemde yok. Sebebini de Teslis inancı dışında kalmakta aramak lazım. Çünkü Ashab-ı Kehf, Tek Yaratıcı dışında bir şey kabul etmiyordu. Yanı başımızda Kıtmîr, Yemliha, Mekselina, Mernuş, Debernuş, Misilina, Keşeftetayus, Sezernuş,...Kaçışın ardından bir gece gibi devam eden 309 yıllık hikaye…Kur’an-ı Kerim’den Ashab-ı Kehf’i okuduğunuz zaman Afşin-Tarsus arasındaki çekişmenin işe yaramadığını, bu tarihî, kültürel zenginliği her yerde yaşatma gereğinin şart olduğunu görmüş oluruz.( “Dakyanos” ismi, bu çalışmamızda ‘Dakyanus’ olarak yer almıştır. Bu kullanım da halk arasında geçerlidir.)
4-Diyarbakır İl Kültür Müdürlüğü Yayın Organı olan Diyarbakır Kültür-Sanat Bülteni’nde, Diyarbakır, Borsa 21 Dergisi’nde, Yeni Yurt, Halkpel, Diyarbakır Olay Gazetesi’nde ve Yerel Kanal 21 Televizyonu için 2007 Yılında hazırladığımız “Diyarbekirim” adlı programın ilkinde Ashab-ı Kehf’e dair çalışmalarımız bulunmaktadır.
Önemli Not: Afşin’deki ve Tarsus’daki mağara tarafımızdan incelenmiştir. Genel kanaatimizi bu araştırmada belirtmekteyiz. Amacımız şehrimizin öncelikle böyle bir alana sahip olmasının bilinmesini istiyoruz. Elbette bu alanın turizme kazandırılması gerekir. Lakin öncelikle Ashab-ı Kehf ve Dakyanos Antik Kenti’nin iyi bir çevre düzenlemesinin yapılarak, ihtiyaca cevap verebilecek tesislere sahip olması gerekir. Anayol üzerinde olan Antik Kent’in ulaşımı kolay bile olsa Ashab-ı Kehf Mağarası’nın olduğu ulaşım yolu yeniden düzenlenmeli, her iki alanı belirten tabelalar acilen yapılmalıdır.


( Ashab-ı Kehf’in Hikâyesi Ve Diyarbakır başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 9.11.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.