Namzet ıssızlığa şu
boyutsuz güncenin satırlarına yığdığım günlük hezeyanlar.
Kırık ve kırgın
alabildiğine, çatısı olmayan yaralardaki o tüketilmişlik kadar andan kopuk,
dünden sızan, yarını olmayan belki de boyunduruğu mecalsiz, köhne
zihniyetlerden vuran tokat misali, koynumda serkeş bir bulut kadar aşikâr iken
hepten uzanan hiçliğe; hiçliğin adsız tınısında sakladığım bir düş yarası bırak
gerçekleri, sorgulanan kıtalarca methiye, yazmaktan muzdarip kalem belki tek
bir ünlem nazarında hibeli bir dokunuş kadar muzaffer bir edayla sarıldığım
dostun uzanmayan eli, hanidir suskun hanidir cebbar hanidir sondan başa
seyreldiğim bir rakımda, yoldan çıkmışlığı kadar zamansız tufanların belli ki
başıma bela şu söyleyemediğim yaramda saklı tuttuğum, adını anarken ve
uzaklaşırken adım adım…
Dündeyim ve ansızın
sızan bir buhranda verdiğim kayıplarım kadar adsız ve asılsız bir hikâyenin
hangi boynu bükük kahramanı ise sorgulanan, uçan halımda bir elim yağda olsa da
koruyamadığım o çocuk yanım nasıl da yalpalarken, gözlerden ırak bir
coğrafyanın safran sarısı kaybolmuşluğunda ve elimdeki atlasta işaretli bir
nokta kadar ufacığım belki de koca bir derya şu ruhum, kanarken ve anarken
adını usul usul.
Bir çocuk tek yoldaşım
ve tek sırdaşım: Küçük, öksüz ve çelimsiz.
Bir gölge belki de
rahvan kıtaların girizgâhında, gıyabında kırık bir imgenin, kayıp ve soluk
yaprağında solmuş bir gül kadar kırgın bir yürek, imtihanı en derinde sefil bir
derviş, hayıflandıkça düzenden, düzen bir kez çıkmışken yoldan, sorgulayan,
sunuma altın tepside körelmiş bir vicdan kadar kayıtsız olmadı sus pus yetmedi
hele ki bir kez koymuşken son noktayı.
Ey çocuk, susma sakın.
Asla eğme başını öne ne de utan. İstifle öfkeni ve peyder pey at içindeki
haykırışı uzak tepelere. Sen ki masum, sen ki en yalın, sen ki gözümün nuru.
Bir ana babanın tek evladı, en kıymetlisi ve en aciz kulu adına düzen denen şu
başıbozuk evrenin: Atlas yorganlarda serili zifiri karanlık, asılsız
öngörülerde yitip gitmiş bir kez masumiyetin o ahenksiz tınısı kadar yalıtılmış
olsan da evrenden, evrildikçe en dipte ve nasıl da hicap yüklü şu beşerin kayıp
kimliği ve bir elinde neşter öldürürken aynadaki aksini yetmedi yığılı
mahremiyet bildiği ve cafcaflı hayatların tekeri kadar bilmez iken gideceği
istikameti, bir gölgeden ibaret ne ise sakladıkları ve çağırırken adını içinde
kotarılmış bir rivayet.
Dört başı mamur,
sivrildikçe dili, uzanamadığı tüm ciğerlere sızarken kansız bir mecranın en
kanlı soykırımı: Çocuk aklın ermez inan ki… Hele ki o kara gözlerinde göğün
saflığı sızarken yürekten çehrene, uzanan elin kalsa da boşlukta, cevherisin
tüm ölü vicdanların çeperinde bir kez ölmüşken sanır mısın ki erecek başın
göğe.
Melekler korur seni
çocuk ve bil ki Yaradan’ın aşkı çağlar yüreğinde. Çıfıt çarşısı olsa da mezat
aşklar, sevmese de kimse içindeki kayıp ve bakir masumiyeti, korkma sakın çocuk
ve susma da hele ki anan baban kavuşmuşken rahmetine Hakk’ın elbet vebali
boynuna şu kâfirin. Yeter ki iste, yeter ki gözle, yeter ki dokun elime olmadı
bak gözlerimin içine. Sakın benzeme kimselere. Varsın yolun da olmasın yoldaşın
da, anlık bir hüzün bile esaretinde şu körpe temennilerde saklı tuttuğun en
mahrem düş’ünün. Düşünme ötesini çocuk ve asla hıçkırma. Dayanamam, dayanamaz
gök kubbe, bulutlarda saf tutan melekler elbet verir el ele ve asla verme
sırrını dost bellediklerine.
Dünden yorgunsun,
bilirim nasıl da yoksun. Olmadığın hangi miraç ki sonsuzluğun pergel bildiği
onca tahakkümü sırtlanmışken bir kez minicik bedenin.
Çocuk, ağlama görmez
misin rahmeti engin Rabbimin, dilediğin yağacak başından aşağı hele ki bir
vakti zamanı vardır bu çileli gönlün ereceği hidayetin.