Bibi nineme yarı şaka yarı ciddi zaman zaman çok takılmış olsam da, yaşlı insanları, yaşlılarımızı
çok severim: bana bir şarkı söyler misin dediğimde "nerede oynayım benden güzel var mıııı?" diyerek
ellerini çırpan ananemi, uzun İstanbul, Suruç yolculuğuna çıkmadan üç dört gün önceden heyecanı
nedeniyle konuşmayan, yiyip içmeyen, beni kendi torunlarından ayırmayan, ona Fatma teyze diye hitap
ettiğimde, öyle deme bana, anaana de, babaana de diyen, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında çok duyarlı
bir davranış sergileyen yengemin annesi Fatma nineyi, acısıyla tatlısıyla evimizde üç ay konuk olan
yıllar içinde kulaklarının deliğini parçalamasına rağmen, çıkarmak yerine yorgan ipliği ile kulağına
tutturduğu ve incecik bir deri parçasının tuttuğu ağır inci küpeleri ile bibi ninemi hiç unutmadım.
Onlar birer tarihti.
Yaptığımız haylazlıklarda zaman zaman hop oturup hop kalkmalarına rağmen çoğu şeyimizi hoş görü
ile karşılayan, hiç bir gelirleri olmadığı halde bize hediyeler alıp, harçlık vermeye çalışan,
elimizden tutup çarşıya, pazara bir çanta gibi taşıyan, her istediğimizi alan, ya da almaya çalışan,
bazen korkutucu hikayeler olsa da bizi masalları ile uyutan, Anadolu kültürünün verdiği özenle çeşit
çeşit yemekler hazırlayan "Ki, şimdi o yemeklerin çoğu yapılmıyor artık." Bir çoğu gençliğinde ezilmiş,
genç yaşında dul kalmış ninelerimizi. Kurtuluş savaşı hikayeleri ile adı deli çavuşa çıkmış, sinirli,
inatçı, Ataerkil aile yapısını yaşatmaya çalışan, bir o kadar da sevecen dedelerimizi nasıl unuturuz
ki.
Şimdi düşünüyorum da onların yüzlerinde hüznü ve sevinci aynı anda görebilirdik. Nasıl mı olurdu?
En sıkıntılı anlarında bile bizleri mutlu etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlardı. Örneğin
Ramazanlarda oruç tutuğum zaman ananem oruç tutan çocuklar sırtta taşınır diyerek beni sırtında
taşır, bazen sen yeter ki oruç tut ben senin orucunu satın alırım der ve iftardan sonra satın aldım
diyerek bana para verirdi. Bizi kucaklarında aldıklarında ya da elimizden tuttukları zaman
yüzlerindeki hüznün bir anda mutluluğa dönüştüğünü görmek mümkündü.
Onlar yaşanmışlıkları anmayı, eski günleri yad etmeyi çok sever. Zaman zamanda eskiye özlem
duyarlardı. Tıpkı şimdi bizlerin geçmişimize özlem duyduğumuz gibi.
Onların bu özlemlerini ve eskilerden bir şeyleri hatırladığımda hep şöyle bir soru geliyor aklıma,
Bu günkü nesil bizlerden şanslı mı? Yoksa şanssız mı? İşin aslına bakarsanız teknoloji çağında
yaşayan çocuklarımız, çok şanslı gibi görünüyorlar. Oysa bizim çocukluğumuz da yaşadığımız
birçok şeyden mahrumlar. Belki de yeterince çocukluklarını yaşayamıyorlar.
Apartmanlarda, taş duvarlar arasında yaşayan çocuklarımız boş zamanlarında “Bilgisayar denen
aletin başında teknolojinin nimetlerinden yararlanıyorlar” Hatta buna boş zaman demek de
pek doğru olmaz, neredeyse bütün zamanlarını bilgisayar başında geçiriyorlar. Bir bakıyorsunuz,
makineleşivermişler.
Öyle ki dillerinde bile hiç azımsanmayacak bir bozulma izleyebiliyoruz. Sanal ortamda kullandıkları
kısaltılmış kelimeleri, anlaşılmaz sözleri bir müddet sonra gerçek hayatta da kullanmaya başlıyorlar.
Sözüm ona bilgisayarla sosyalleşen yavrularımız, neredeyse gerçek dünyadan uzaklaşıveriyorlar.
Bu sosyalleşmenin çocuklarımız için kayıp mı, yoksa kazanç mı olduğunu tartışmak bile gereksiz
olur diye düşünüyorum.
Ama hiç tartışamayacağımız bir gerçek var, bence asıl mesele burada. Sizce çocuklarımızın hayatında,
çok önemli bir şeyler eksik değil mi?
Örneğin kırlarda geziyor mu çocuklarımız? Ya da sokaklar da yakar top, uzuneşek, saklambaç vb. gibi
oyunlar oynuyorlar mı?
Hiç bizlerin çocukluğumuz da yaşadığımız gibi çocuğunuzu gece sokakta çok uzun süre oynadı diye, eve
çağırdınız mı?
Ya uçurtma “Hiç uçurtmanın özgürce bulutlara yükseldiğini görüp, hava boşluğunda salınırken ipindeki
ağırlığı hissetti mi çocuğunuz?
"Bu gün yirmili yaşlarda olan oğlum henüz sekiz, on yaşlarındayken bir gün onun hiç uçurtma zevkini
tatmadığını düşünmüştüm. Ona bu zevki tattırmalıydım. Hem de uçurtmanın yapımından, uçurulmasına
kadar. Kısa sürede onunla birlikte bir uçurtma yaptık.
Sonra beraberce İzmir Karşıyaka sahilinde geniş bir alana gittik. Havada tam istediğimiz gibi, uçurtma
uçurmak için idealdi.
Önce uçurtmayı nasıl uçuracağını gösterdim. Bir müddet birlikte uçurduk. Duyduğu heyecan anlatılır gibi
değildi. Daha sonra onu kendi dünyasında yalnız bırakmak amacıyla yanından ayrıldım. Yakında bir banka
oturarak oğlumu seyretmeye başladım.
Bir ara yanıma oturan bir hanımefendiyle sohbete dalmışım. Ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyorum.
Bir an oğlumun olduğu yere doğru döndüğümde, çocuğun bir kenarda durmuş “Elinden uçurtmasını
alarak uçurmakta olan” Yaşlı bir adamı izlediğini gördüm. Hemen yanlarına gittim. Yaşlı adam beni
görünce utanarak özür diledi ve ne olur yanlış anlamayın bir an çocukluk günlerime döndüm, özlemişim
dedi.
Önemli olmadığını, hatta hoşuma bile gittiğini söyleyerek adamın gönlünü aldım.
Baharın müjdecileri arasındadır uçurtmalar. Bu müthiş özgürlük duygusunun tadına varmak için çocuk
olmanız da gerekmez. Kim bilir? Özlem duyduğu neleri hatırlamıştı yaşlı adam. Cebindeki sapanı, şimdi
beton yığını olan kırlarda yaptığı tatlı haylazlıklarını, sokaklarda top koşturmayı.
O yaşlı adam geçmişe bir özlem duymuştu. Oysa çocuklarımızın gelecekte özlem duyacakları bir oyun
geçmişleri bile olmayacak. Dört duvar arasından çıkıp, alabildiğine özgürlük olmalı çocukluk. Tıpkı
bir uçurtmanın özgürlüğü gibi. Ama elektrik direklerine takılmadan."
Hatırlayın "Uçurtmayı vurmasınlar filmindeki Barış çocuğun, hapishane bahçesinden gıpta ile izlediği
uçurtmayı. "Modern hapishanelerdeki çocuklarımızın kaderi filmdeki Barışa benzemesin…"
Bu arada benim de oğlumun adı da Barış.
Mehmet Fikret ÜNALAN
Kırk üçüncü bölümün sonu