Hikaye / Yaşamdan Hikayeler

Eklenme Tarihi : 12.02.2017
Okunma Sayısı : 2085
Yorum Sayısı : 2


Sivas'da yaşadığım ikinci ilginç olay ise askerliğimin üçüncü ayında, 12 Eylül 1982 
gecesi acemi askerler olmamıza rağmen göstermelik devriyeye çıkmamızdı. Bölük komutanı 
bizim Takımında devriyeye çıkacağını söyleyince tüylerim diken diken oldu. 12 Eylülle 
ilgili yaşadığım o kadar şeyden sonra şimdi neyin devriyesine çıkacaktım. Ben şanlı 
Türk Ordusunun mu? Yoksa başta Kenan EVREN olmak üzere Faşist Generallerin mi 
Askeri idim?

O Faşist Generaller Vatanını, Milletini canı gibi seven yüzlerce, binlerce genç gibi beni 
de nasıl bir ikilemde bırakmıştı. Daha öncede söylemiştim, yine söylüyorum belki o gün için 
böyle bir ihtilal gerekliydi, ama ihtilal sonrası böyle mi olmalıydı? Bu nasıl bir vahşetti. 
Bu nasıl bir cesaretti. 

Bu kadar mazlum insanı bu hale getirmeye kimin, ne hakkı vardı? İbret olsun diye gepgenç 
fidanları suçlu, suçsuz alelacele asmak insanlığa sığar mıydı?

Her ne kadar takım çavuşlarına ayağımda ağrı olduğunu söyleyip, devriyeden affımı istediysem de
beni pek dinleyen olmadı. Evet vatana hizmet için oradaydım. Ancak devriyeye çıkmak istemeyişimin
bir başka nedeni daha vardı. Eğer her hangi bir olayla karşılaşırsak suçsuz insanlara zarar 
vermekten korkuyordum. Günlerce işkence gören, büyük acılar çeken ben, şimdi bu darbecilerin bir 
parçası mıydım? Onlara mı hizmet ediyordum? Yoksa vatani görevimi mi yapıyordum? 

1980 yılında böyle bir olayın yaşandığını hatırladım. Belkide benim bildiğim olayın dışında da 
bir çok şey yaşanmıştı ve Mehmetçikle suçsuz gençler karşı karşıya getirilmişti.

1980 yılı 14 Eylül günü "22 yaşındaki Serdar SOYERGİN isimli genç bir çatışmada yaralı olarak 
gözaltına alınmış ve bir yüzbaşıyı öldürmekle suçlanmışdı. Beş gün içinde duruşması yapılmış, 40 
gün içinde de 25 Ekim 1980 tarihin'de de idam edilmişti. Genç ölene kadar yüzbaşıyı öldürmediğini 
haykırsa da onu kimse dinlememiş.

Neticede o yaşta hayatının baharında Adana Kapalı Ceza evinde asılmıştı. O sırada yanında olan 
arkadaşı Süleyman Aydemir de 15 Mart 1981'de bir çatışmada ölene kadar, "O yüzbaşıyı ben öldürdüm, 
Serdar'ı benim yerime astılar," demiş durmuş." Askerliğim bittikten çok zaman sonra öğrendim ki, 
yıllar sonra bir tanık, Alper Yalman ortaya çıkmış ve SOYERGİN'in işlemediği bir suçtan asıldığını, 
esas suçlunun yedi ay sonra ölen Süleyman Aydemir olduğunu söylemiş.

Hatırladığım kadarı ile Alper Yalman 2007 yılında bu davanın yeniden açılması talebinde bulunmuştu.
Ancak sonucunun ne olduğunu bilmiyorum. Sanki açılsa ne olacaktı ki Serdar SOYERGİN gerçek suçlu 
olup olmadığı belli olmadan kısa süre içinde idam edilmişti. Maksat sadece suçsuzluğunun ispatlanması 
ve adının temize çıkmasıysa evet belki olabilirdi. Oysa gideni artık geri getirmek mümkün değil.

İhtilalin üzerinden iki yıl geçmişti. Ama yinede üstelik acemi askerler olarak çıkacağımız devriyede
benzer bir olay yaşamamız pek ala mümkündü. Ne kimseyi öldürmeyi, ne de ölmeyi istemiyordum.

Çaresiz devriye hazırlıklarına başladık, ancak kullanacağımız teçhizat söylenince her hangi bir olayda
kimseyi öldüremeyeceğimizi anladım. Çünkü bize dağıtılan G3 piyade tüfekleri mermisiz olarak teslim
edilmişti, tabi ki bu da ilginç bir şeydi, mermisiz tüfeklerle devriyeye çıkmanın alemi neydi. Demek ki
bu sadece göstermelik bir devriye idi. Gerçi tüfekler mermili olarak bile verilse çoğumuz kullanmayı
bilmiyorduk. 

Göreve başlamak üzere Birlikten dışarı çıktığımızda müthiş bir soğukla karşılaştık. Bir müddet sonra
elimizde eldivenler ayaklarımızda postal ve yün çorap olmasına rağmen el ve ayak parmaklarımın kopacak 
gibi sızladığını hissettim. 

Çıkmadan önce Çavuşlar mataraya su koymamamızı söylemişlerdi. Önce bunun nedenini anlamadık. 
Ancak  grup grup ayrıldıktan sonra bizim başımızdaki Çavuş matara kapaklarını açın dedi ve içlerine 
bir şey doldurdu. Ardından çok üşüyünce mataranızda kini içebilirsiniz dedi. 

İçinde ne olduğunu bilmiyorduk. Ama ben çok üşümeme rağmen ne olduğunu bilmediğim şeyi açıp da bir yudum bile içmedim. Bir kaç arkadaş ise sürekli yudumluyordu. Bir müddet sonra bu arkadaşların birden 
neşeli bir duruma geldiklerini gördüm. Halen bilmem içinde ne olduğunu?
 
Evet bazılarımız için artık bu devriye neşeli bir hale gelmişti. Benimse gerginliğim devam ediyordu.
Üstelik iyice üşümeye başladım. Bir ara yanımdaki arkadaşım neyin var diye sorduğunda, çok, çok 
üşüyorum dedim. Arkadaşım sıkma kendini, serbest bırak, sıktıkça daha çok üşürsün cevabını verdi. 
Dediğini yaptım ve hayretle daha az üşüdüğümü gördüm. O günden beri soğuk havalarda kendimi hiç 
sıkmam ve gerçekten çok fazla üşümem.

Yılların öncesinden sararmış yırtık resmim
O günler yaşananın her anı birer ibret
Cana can yüreklerde şaire çıkmış ismim
Belki yazmak zor ama sabret yüreğim sabret

Sabaha karşı bölüğe döndüğümüzde çok şükür hiç bir olayla karşılaşmadan görevi tamamlamıştık. 
Bize bir kaç saat izin verirler dinleniriz diye düşünürken kahvaltıdan sonra herkesle birlikte içtimaya
çıktık, ardından da öğlene kadar izin verilerek koğuşlara gönderildik. Ama yaşanan gerilim dolu
bir geceden sonra uyuyamadan öğleni ettim.

Yetmiş dokuzuncu bölümün sonu
Mehmet Fikret ÜNALAN  
( Bin Dokuz Yüz Seksene Doğru (Yetmiş Dokuzuncu Bölüm) başlıklı yazı MehmetFikret tarafından 12.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu