Günü birlik yaşantılar aslında
metazori cümleler kurmadan bir pencereye serptiğim bisküvi kırıntıları.
Gönül torba değil ki: ne büzmek ne de
boğmak istiyorum lakin iç döküntülerim sızıyor ufaktan göreceli bir sağanağı
buyur etme isteğimle ben hala kepenklerini kapatmaya çalışırken gönül tezgâhımın
sonra elbet son vereceğim afakî umutlara.
Pervasız ya da pervazında konuşlu o
siperde, başını gömmüş iken müstakbel öngörüler.
Kolay lokma olmasa da zihin, ben tüm
görkemiyle korkularımın, yeni acılar üretme tarafındayım.
Acımaksa… ama asla acındırmadan
sadece için için acıyan ve acımakla bakışları da lav eden…
Mütereddit olduğum ise kaçınılmaz ve
derlediğim topladığım tüm önyargıları öğütüyorum ruhumun blenderinde sonra da
top yekûn boca edeceğim çikolatalı sosu ki yemek yapmaktan ne haz ederim ne de
anlarım… işte deşifre ettiğim bir detay daha belki de fazlasıyla bana dair bir
hicap yine yeme içme işlevinde ben tutumlarımı bir yerlere kayıt etmişken.
Darmaduman bir benlikten kasıt ne ola
ki?
Yoksa B12 vitamini eksikliğine mi
özlem duyuyorum?
Unutmalıyım evet, derhal unutmalıyım
sonra da başımı yastığa koyup sonsuzluğun minvalinde bir rüya frekansı bulup
devinmeliyim mutlu tebessümlerle.
Dağınık zihnin ya da kurmaca
hayatların fiyaskoya uğradığı ama öznel bir açılımdan genele düşen bir anket
babında belki de azınlık değil de çoğunluk öngörülü sonra da tüm istatiksel verilerle
izdiham yaratılmaya aday bir ortam ve gel-geç yüreklerde esen rüzgârlar sanki yel
değirmenlerinden hıncını alan köstekli saat mensubu rahmetli babamdan yadigâr
onca öğreti ve devingen mizacımın kutsanma kaygısı gütmeden şen bir kahkaha
atma istemim belki de istem dışı bir ürkeklikle ilk aklıma düşen…
O gün daha dün gibi hatırımda zira
küçücük yaşımda annemin bana sert çıktığı ilk vukuatım belki de son belki de
ansızın sezilerimden akıp yüreğimin küvet boşluğunda biriken.
Basit bir tebessüm ve gelişen
şenlikli bir vızıltı… on yaşında var yoğum lakin yaşımdan büyük gösterdiğimden
bihaber ben hala yeni doğmuş kardeşimi gıdıklamakla meşgulüm ve derken en güzel
pozunu yakaladığım o dünya tatlısı yanaklarında pembe bir kelebek misali
özümsediğim o sonsuzluk ki aslında bir dakikadan ne uzun ne de kısa…
Öğretilerden geldiğim nokta ki aradan
geçen bunca sene bile engel olmadı unutmama.
Olan biten ise fotoğrafçıdan elimiz
dolu dolu çıkıp da resimlere alelacele bakıp yakaladığım o neşeli pozun bende
yarattığı çılgın bir kahkaha ve de coşku ta ki annem çatıp kaşlarını beni
uyarana kadar:
‘’Sokağın ortasında kahkaha
atılmayacağını bilmiyor musun sen?’’
Belki de benzeri bir öğüt lakin
gözlerim dolu dolu eve gidene kadar kendimi zor tuttuğum.
Öykündüklerim asla geçmişin
baskısında bir gölge olmadığım bilakis sevinç ve acı harmanında, künefe tadında
mutluluğu bana çok görenlere duyduğum kırgınlık hele ki söz konusu
ötekileştirilmek adına açık arayanlara buruk bir tebessümle örselenmenin
getirdiği sıdkı sıyrılmış bir ayrıcalık belki de alaşağı edildiğim ama
önemsemekle dengeleri korumak arasında gidip geldiğim.
Dingin… Asla.
Devingen… Genelde.
Sığıntı bir ruh ise asla
kabullenmediğim bir yakıştırma ve hidayeti soluduğum her yeni acı her yeni
hayal kırıklığı.
Bir mizansen belki de bir pekiştireç.
Müdahil olmaksa basit bir izahat ama
andıkça dünü hala rimeli akan özlemlerimin de tepe noktasında dumura uğrayan
sığıntı bir sitemden an’a hala dokunaklı bir tını taşıyan.
Sivrildiğimiz mi sindiğimiz mi ya da
sindirildiğimiz?
Zaman alırken hıncını geçmişin ve
bizler hala mutlu olmak için tabulardan direktif alırken…