1
Zaman aralığı olmasını tahayyül
ettiğim, yine saadet zincirinde kopan bir halka misali…
Gün özürlü düşlerimi yaktığım ve
yıktığım nasıl da aşikâr ve az sonra kırılacak iç sesimin çıtırtılarına haiz
olduğum…
Gönül küpeştemde sakil bir duvar:
hulasa eksenin namert ve kaygan zemini ve az sonra öleceğimin de bilincinde.
Gözlerimde ne nemrut ne de yanlı bir
isyan sadece Allah, diye inleyen benliğim. Vakur bir düşü sahiplendiğim; bir
yüreği kundakladığım mı aşikâr ölümüne sevdiğim insanlar ve değerler mi yoksa tek
maktul?
Şimdilerin acısını örtüyorum sonra
ilişiyorum bir dostuma belki de dost bildiğim her terennümü şahsıma yöneltip
ben de sevgimi sunuyorum boyutsuzca.
Zaman, dirilen bazense dimdik ve
kaskatı kesildiğim bir külfet.
Alışkanlıklarımın esiriyim tıpkı gözüme
eşlik eden o hoyrat günce tutanağım.
Esiriyim de çoğu şeyin ve çoğu
insanın.
Yangınım ben: hem de ta kendisi
kıvılcımın.
Yılgınım fazlasıyla ve çok yorgun,
çok da hicap yüklü lakin kendime yönelttiğim eleştiri okları ile evrenin
sessizliğine şerh düştüğüm aslında hayatın bana attığı çelmeye karşılık ben
hala nasıl oluyor da yenilmedim ve ölmedim?
Düne gidiyorum dünümdeki iki sene
evveline…
Aslında an itibariyle ve bir dakika
sonrasını da dünün çengeline takacakken. Ne yani: maziye tutunmak bir hastalık
mı ya da dünde kalan dostları ve sevgiyi anmak bir obsesyon mu belki de günde
kaç kez elimizi yıkadığımız değil de gün boyu kaç kişiyi göz hapsine almadan
gönül kafesimize hapsettiğimiz… hani olur da kanatlanır; hani olur da terk eder
bizi…
Giden gittiğiyle kalsa keşke ve ne
yazık ki iki sene evvel o günü yeni bir milat bildiğime tanık sadece İlahi Güç.
Bir bilinmezin yanındayım aslında
dostane bir sohbetten de öte aslında kimliğimi sorguladığım yetmezmiş gibi
objektif bir açılıma ihtiyaç duyup dertleştiğim bir yabancı yoksa o da mı bir
hayaldi?
Tek düşen payıma sadece hayatıma
odaklanmadan odaklandığım güzelliklerden nasiplenmek/miş bir zamanlar ve evin
kapısı vurulduğunda koşa koşa açtıklarım aslında yüreğimin kapısına bir ömür
kilit vurup yine konuk ettiğim nice insanı şimdilerin…
Ne yani, durduk yerde mi yazıp
deşiyorum dünümü ve ölgün yanımı sonra da süzülen cümlelerden nasiplenip yeni
bir ben diliyorum yine benden asla ben bile bıkmışken benden, deme lüksüne
sahip çıkıp yine dirayetimi sınıyorum belli ki Allah da sınamakta beni ve ben
tüm gücümle sahip çıkıyorum kayıt altına aldığım rahmete de şükredip
insanlardan yeni bir şeyler öğrenmek bir o kadar sunumunu hayatın hafife
almadan ağır aksak yürüdüğüm yılların öcünü alıyorum her yeni günden gelin
görün ki; bir arpa boyu da yol almıyorum yazdıklarıma binaen bir bir dokunmakla
iştigal oysaki dokunduğum değil de dokunulduğum.
Dokunulmaz değiliz ki hiç birimiz ve
ne yazık ki; birbirimizle örtüşmediğimiz
hangi nokta ise sadece örseliyoruz aslında kaçırıyoruz gözlerimizi hem de
sevgiden ve samimiyetten sonra da koşullu cümleler kuruyoruz.
Kuruntu diyen kaç kişi?
Kurum kurum kurulan hangimiz değiliz
de kurcalıyoruz birbirimizi oysaki benim tüm inkılâbım sadece kendimi
kurcalamak adına yine de yaranamıyorum işte kendime.
Yaradan nasıl da muazzam bir sistem
kurmuş ve bizler sadece ayarını bozuyoruz sistemin.
Mevsim tabiri artık rafa kalkmışken
ve insanlar durduk yerde birbirini lanetlerken ve alay konusu yapmak adına
kusurları işlerken karşısındakinin kimliğine…
Oysaki alışkanlıklarımız böyle
olmamalıydı.
Sevgiyi şart koştuk madem… inkar
ediyoruz sevmediğimizi lakin gözlerimizde cirit atan koyu gölgeler bunun aksini
iddia ediyor.
Durduk yerde birbirimizin gözünü
oymak çok mubahmışçasına muğlâk terimlerle boyuyoruz evreni aslında gözünü
boyadığımızı sandığımız değil de gerçeklere hâkim ve İlahi Adaletin dengesini
koruyan tek olgu var ve tek güç.
Acılarımız çoktan rüştünü ispat etti.
Kötülük diz boyu, demek bile bir
isyan değil mi?
Severek yüceltmek yerine kusurları
ile dalga geçtiğimiz ve yine dalga geçildiğimiz oysaki dalgalar aşındırmamalı
sadece okşamalı usul usul bazense hırçınca sevmeli.
Şimdi öldüğümü biliyorum ve akabinde
göz pınarlarımda çağlayacağımı da ve aheste aheste satırla sızıyorum çünkü içim
sızlıyor aslında kuramlar ve kurallar bağnaz esaretinde olduğum.
Ayaklarıma basmaksa söz konusu olan
ya da olmayan ayaklarıma kulp geçirip uçtuğuma dair bir yanılsama ve olmayan
gözlerimde iki çukura tekabül eden o koyu tabirler yine göz göre göre kendimi
ateşe attığım ve büyüyen acılarım, bitimsiz dogmaları evrenin hanidir
yoksunluğumu yok sayıp ve yok sayıldığımı bile şükür bilip… sınandığım kainatın
hangi boyutsuzluğunda, sahip olduğum şu minicik zerreyi kime ispatlayabilirim
ki eğer yazmasaydım yoksa kuru kuruna yazıları biriktirip de yakmalı mıyım
kendimi üstelik bir bidon benzini de üstüme boca edip?
Kararsızlığım…
Karamsar addedilen cümlelerim.
Âşık olduğum göreceli ve fakir
kelimeler üstelik birbirine eklediğim ve yakama diktiğim ismimden bile şüphe
ederken ve ben tüm samimi duygularımla yaklaştığım kim ise yediğim darbelerin
üstüne aydınlığa ve feraha çıktığıma dair bir kehanet geliştirmişken.
Bir furya belki de.
Bir şehir efsanesi imiş aşka ve
sadakat.
Birbirine dost insanların cıvıldadığı
bir gönül bahçesi arayışım ve uykudan uyanmanın verdiği rehavetle ben düşlerimi
gerçeklerle eşleştirip yine yaşlarıma teslim olduğum ve devrildiğim aslında
devirdiğime kani yine de devinmekten kendimi alıkoyamazken.
Sevdikçe sevesi geliyor insanın oysa.
Sevilmeden de hâkim olduğumuz bir
evren.
Nefreti denemediğimi mi sanıyorsunuz?
Bingo!
Nefret ettiğim kim ise kendime
yöneldi tüm sıkıntılı nefret silsilesi ve hislerimi uyuşturmayı becerdim
sonunda: ne sevgi ne nefret ne de kinaye.
Ya, sevdiklerim?
Akla zarar.
Akla zararım çünkü.
Belki de uçuk kaçık kimliğime sahip
çıkıp nasıl oluyor da ağırlığımı koyuyorum ve nasıl oluyor da hafife aldığım iç
sesim gecenin bir yarısı infilak ediyor?
Sormuyorum da üstelik ve evet,
kimseden izin istemiyorum.
Seviyorum sadece.
Ve inanıyorum.
Ve yanılıyorum.
Ve sessizce ağlıyorum.
Ama seveceğim ve sevdiğim bunca şeyi
bir hiç uğruna terk edemem ötesinde Yaratanı terk edemem ötesinde O’nun beni terk
etmesine izin veremem.
Koşulsuz cümleler kuruyorum sadece
belki de emir kipleri.
Gel, diyebileceğim kaç kişi mi?
Git, demeyi destur bellemiş hangi
yürek mi?
Yürek yürek atan evrenin nabzını
dinleyip can çekiştiğine tanık olduğum kaç uydu mu etrafımda dolaşan oysaki
benim tek uydum var: isteyen uyar isteyen reddeder.
Uydurduğum değil bilakis evrenin
bahşettiğini özümsediğim.
Uyar ya da uymaz sizlere lakin
uyduğum tek şartı hayatın ve çoktan geçse de hükmü üstelik kimseden izin
almıyorum.
Sevdiğim kadar sevilmediğimi bilsem
de lakin bu, beni asla alıkoymadı sevmekten ve inanmaktan. Tıpkı iki sene
evvelimin miladı o cümle:
‘’Hala ayaktayım ben.’’
Sivrildiğim değil bilakis huylarımı
törpülediğim ve sevgiyi layığıyla yaşayan iyi bir insan olmak adına.
Üstelik ben de herkes gibi
alışkanlıklarımın esiriyim ve çocuğuyum da ve tek kusurum ve tek vazgeçilmezim
ve hürmet ettiğim o hulasa duygu birikiminin çıktığı yol.
Ayaktayım her nasılsa ve sevdiğime
dair hiçbir şüphe de taşımıyorum ve bu sayede hidayetine teslim olduğum İlahi
Güç üstüne üstük kendimle zaman zaman kavgalı olsam da nefsimi terbiye etmekten
büyük haz duyduğum ve düştüğüm yerden kalkmasını da bildiğim aslında O’nun
tuttuğu elime kötülüğün ve nefretin dokunmasına asla izin vermeyeceğimin de
bilincinde belki de tüm günahlar ve tüm sevaplar yine insanın kendisine
çıkarken…