Yaşantıda değer verdiğimiz bir çok önemli husus vardır.; hayatı güzelleştirmek ve şekillendirmek adına.Bu sebeple değer verilen hususların canlı tutulması, daima gündemde yerini bulması elzemdir.

Bazı nesneler vardır ki sahip olanı zor durumda bırakır.

Elindeki nesnelerin değerini bilip, yeteri gibi değerlendirmemek insana daha bir acı verir.

Zengin olup fakirlik içinde yaşayan kimi insan vardır ki elindekinin kendisine herhangi bir faydası yoktur. Bu çaresizlik insana acıların en acısını verir.

Kimi değerli eşyalar da vardır ki korunması apayrı bir eziyettir, sahibi için.

Zamana, ışığa, sıcağa, soğuğa, toprağa, depreme yenik düşen kimi değerler vardır ki dünden bu güne miras gelirken yarına taşınması hususunda insanı korkutmaktadır. Ne kadar da değer verirseniz verin kimi zaman tahribatın önüne geçmek imkânsızdır.
Şehir hakkında yazılan kitaplara oldukça önem veririm. Bu benim kendi tabiatımda yer edinmiş, kana karışmış mikrop gibi bir durumdur. Çıkan bir kitabı alamamak, bazen o günkü yaşantımı sıkıntıya bırakır.

Bazen kıymetli bir kitaba bir aylık maaşımın karşılığını gözümü kırpmadan verebilmem mümkündür. Halen elimde böylesi ilk basımı yapılan birkaç kitap vardır. Bu kitapların bir daha da basımının olup olmayacağı meçhuldür.

Şehir merkezinde ve ilçelerde fotoğraf çekme merakımın artması üzerine dört ayımı evde geçirmediğimi hatırlarım.

Elimizdeki birkaç nadide kitabın sayısını artırmayı elbette isterdim. Fakat bu tarz kitaplar Diyarbakır’da satılacak bir yer olmadığı için mi ortalığa çıkmıyor? Yoksa bu kitaplar halen sandıklarda mı durur?

Kimi zaman şahit olduğum kadarı ile nadide kimi kitapların evlerde değerli bir hazine gibi saklanmadığı, değerini bilmeyenlerce bir zaman sonra-torunlarca- atılacak nesnelerin arasında yerini aldığıdır.

Geçenlerde yanıma gelen bir arkadaşa çeviri yapıp yapmayacağını sordum. Bir zata ait matbuû kitabın günümüz diline çevrilmesini istedim. Çeviri sonrası ekleyeceğim bir o kadar dip not ve fotoğraflarla basımını yapabileceğimizi, bu çevirinin henüz yapılmadığını, yağıldığı taktirde en az 1000 adedinin kısa zamanda alınabileceğini belirttim. Yanımıza bir kitapçı arkadaş gelince işin önemi daha bir ciddiyete bindi. Bakıp ve görelim, bu çeviri ne zaman çıkacak?

Bir zaman çalıştığım iş yerinde çok kalın bir kitap arasında bulduğum küçük ebatta bir kitapçığın çok sınırlı sayıda basıldığını, yaptığım araştırmada öğrendim. Kimi zaman Osmanlıca kaleme alınan kitapların çoğunun kaderinin nasıl olduğuna dair anlatılanları bilmekteyiz.
Keşke İstanbul’da olma olanağımız olsaydı da sahaflara uğrayabilseydik.

Vaktiyle Amid’de bir milyon kırk bin kitabın bulunduğuna dair bir makaleyi Ali Emirî Efendi’nin çıkardığı Amid-i Sevda adlı mecmuada okuyunca dünyam değişti. Elimde bulundurduğum mecmuaya bakıp şaşa kaldım. 800 yıldan fazla bir zaman önce şehrimde böyle dev bir kütüphane varmış. Şimdiki ortama ve zenginliğe baktığımda ne derecede geri kaldığımızı bir daha iyi anlıyorum. Ibn Miskeveyh’in veciz ifadesine baktığınız zaman değerli nesneleri korumanın ne kadar zor olduğunu anlamamak !...

Ünlü Düşünür, “Yakut ve benzerleri gibi telef olmaktan uzak bulunan kıymetli taşlar da çalınma ve çeşitli hilelerle yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. “ der.

Biz bu dev kütüphaneyi nasıl yitirdik, nasıl çaldırttık? Şehrin Fatihi Sultan Selahaddin-i Eyyûbî, danışmanı Ebu Fadıl’a istediği miktarda kitap alma izni verir. Çok kıymetli kitaplar bir deve kervanıyla yola çıkar. Kimileri bu deve sayısının otuz beş kimileri daha fazla olduğunu belirtir.

Dünyanın kitap taşıyan en büyük deve kervanı Diyarbekir’den alınan kitapları Mısır İskenderiye Kütüphanesi’ne götürür. Acaba bu kitaplardan halen kalan var mıdır, kütüphanesinde İskenderiye’nin? Bilinmez!... Mısır Büyükelçiliği bu konuda bir açıklama yaparsa kimi kaynaklarda yer alan ve sadece söylemde kalan savaşta alınan kitap ganimetinin en fazla olduğu bu olayda bilinmeyenler açığa kavuşur. Şayet bu kitaplardan bir miktarı bulunursa veya kaynaklara geçmişse doğrulanan bu ifade hangi kitapların bu kütüphaneye taşındığını gösterir.

Kalan kitapların akibeti de 1. Cihan Harbi’nde öncekileri gibidir. Şehre gelen yabancılar aldıklarını almış, kanlı ya ateşe vermiş ya da sahipsiz bıraktırmıştır.

Bu esnada 1.500.000 kitabın mevcudiyeti kayıtlara geçmiş olmasına rağmen 100 yıl sonra şehrimde mevcut olan kitap sayısı okullarda okuyan öğrencilerin, kitapçılarda satış amaçlı kitapların, kütüphanelerde bulunanların sayılarıyla belirtilen meblağa ulaşmamaktadır.

Ebu’l-İzz Efendi’nin meşhur kitabının kopyaları da çalınmıştır. Diğer eserler de kayıplara karışmıştır. Özellikle kıtlık yıllarında kitaplara dadanan yabancıların yüklü miktarda kitap aldıkları sıra dışı bilgilerden değildir.

Gerçekten insan elindekini korumak ister. Ali Emirî Efendi’nin annesine bakmak ve kitaplardan ayrı düşmemek için evlenmediği söylenilir.

Tanıdığım bir dostum, kitaplarını benden esirgemesine rağmen bir dönem sonra koruyamadığı kitapları elden ele dolaşmış, bu kitapların ancak bir kısmı talandan sonra İl Halk Kütüphanesi’ne aktarılabilmiştir.

Rahmetli Beysanoğlu, vefatından yıllar önce bir kısım kitaplarını Dicle Üniversitesi’ne bağışlamıştır.

Diyarbakır’ın bu esnada mevcut kültürel zenginliğine değinelim mi?

Yeteri kadar tahribata açık olan tarihî yapıları koruduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Bizim üzüntümüz yelin bazalttan aldığı değil, insan eliyle yapılan tahribattandır.

İbn Miskeveyh’i okumak isteyenler olabilir. “Ahlakı Olgunlaştırma” adıyla çevirisi yapılan bu felsefî eseri, ilgi duyanlara tavsiye edebiliriz. Orada Doğu Felsefecileri yanında Socrates’i de Platon’u da bulabilirsiniz.

Bu bizim ileri sürdüğümüz Tarih Kültür Folklor Araştırmaları Merkezi olmuş olsaydı bu gün böylesi bir yazı kaleme almaya gerek var mıydı? Bir yirmi yıl sonra geriye dönüp baktığımızda böyle bir merkez kurulursa zararın neresinden dönülse kârdır mantığı ileri sürülebilir mi?

Öncelikle şehrimizden kitap ta olsa surlardan bir taş ta olsa şehrimize ait olduğu için alınamayacağı bilincini şuur altlarına yerleştirmek gerekir, insanların. Bir zaman şahit olduğumuz şu durum vardı: Dönemin Kültür Bakanı, bir çok kitabı şehirden alıp Konya’ya taşımıştı. Acaba bu kitaplar götürüldükleri yere uyum sağlamış mı? O kitapları orada okuyan var da yıllardır bu şehirde hiç okuyanı kalmamış mı? Bildiğim şekliyle bazen onlarca yıl kütüphanemde duran kitabı, bakarsınız iki kere ya açmışım ya açmamışım. Gerekmedikçe kimi kitaplar açılıp okunmaz. Gerektiğinde de bu kitaplar günde yirmi-otuz kere açılır.Sanal ortamda bilgiye ulaşmaya halen alışamadım. Biz, kuşak olarak kitabı elimize almadıkça kâğıdın kokusunu ciğerimize çekmedikçe bir kere rahat olamayız.

Diyarbakır’da kitap satışlarının son zamanlarda azalması karşısında bazı satıcılar bir alana bir bedava arayışına girmiş. Ben uzun zamandır sadece ilgi alanıma giren kitapları aramakta, bulduğumu da fiyatı ne ise almaktayım.

Bazen sararmış kapağa sahip bir dergi bazen kenarı kırık bir plâk, bakarsınız solmuş siyah beyaz bir fotoğraf… Şehir hakkında ne bulabiliyorsam almaya çalışıyorum. Bu hastalığı merak ediyorsanız size anlatayım: On yıl sonra bu merkez kurulursa bari katkımız olsun. Kitaba saygının olduğu bir dünya özlemi içinde bu hafta her okurun bulunduğu şehri tanıtan bir kitabı okumasını istersek, her hafta kendilerine yazı yazma zahmetine giriştiğimiz okur bizi bu masum isteğimiz sebebiyle kıracak mı? Hiç zannetmem.

Kitapları kaybettiğimizi, dünyamızdan kitapları soyutladığımızı belirtelim. Bu böyle olmasaydı, şu anda Diyarbakır’da en az 3.000.000 milyonluk kitaba sahip bir kütüphane olurdu? Daha ne diyelim?



( Zenginlik Ve Mahrumiyet başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 1/20/2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.