1
Yaz mevsiminin başlangıcıydı.. O zamanlar mevsimler gecikmiyor, doğa
bizlerden henüz intikamını almıyordu… Takvimler Haziran ayının dördünü, yıllardan ise 1982’yi gösteriyordu… Ankara’nın
sokaklarında yürüyorum gün bitimine iki saat kala. Cebeci semtimizdeki Cebeci Camii’nin hemen solundaki
kışın araçların çıkamayıp aşağıda kaldığı ve sokağın bir başından bir başına
merdivenle kayıldığı meşhur yokuşlu Süngü Bayırını gençliğimin verdiği kuvvetle
çıkıyorum… Köpekler sokağı esir alsa da it sürüsü öyle böyle değildi.. Siz 10
bense 15 deyim… Tabana kuvvet hızlı
adımlarla yokuşu çıkıyorum. Aksilik bu ya; Allah korusun köpeklerin
saldırısında sokakta yardım alabileceğim kimsecikler de yoktu… Evimize de yüz metrelik
bir mesafe kalmıştı. Köpekler sıska da
olsa, bir araya gelmenin örgütlenmesiyle ne yapacakları belli değildi… Ağızlarından
akan salyalarına aldırış etmeden hepsi
birden havlamaya başladığında, adımlarımı daha da hızlandırıyorum.. Korkuyla,
kuduz iğneleri ikilemi arasında kenarda parlayan taş parçasını alıp ani
hareketle köpeklere atar gibi yapıyorum. Bu kez biraz önce bana dayılanan köpeklerin
hepsi birden duruyor… Bir iki hamle ile üstlerine gidiyorum, hepsi geri
çekilerek yönlerini değiştirdiklerinde kalbimin atışı da yavaşlıyordu…
Eve girdiğimde ellerim boya ve benzin
kokuyordu… Mesleğimi merak ettiniz değil mi?
“Boyacılık mı?” diyenleriniz olmuştur. Hayır. 1980 yılında yayınevimiz
ve matbaamızı sonlandırdıktan sonra altın bileziğimi konuşturup matbaada dizgi
operatörü olarak çalışmaya başlamıştım. Patron çocuğundan işçiliğe insem de
ekmek parası için yapmayacağım yoktu…
Neyse köpekler birkaç sokak ileride uluya dursunlar, ikinci katın arka tarafına düşen evimize
girdiğimde, misafir odamız doluydu. Üstüm başım ve matbaa mürekkebi sinen
vücudumla misafirlerin yanına gitmem doğru olmaz, diyerek kestirmeden mutfağa geçtim. Dökme betonlu siyah- beyaz desenli tezgâh
üstünde annemin yemekleri henüz soğumamıştı… Karnımda fena acıkmıştı… Kaşığımı bir cacığa,
birde tabağa koyduğum şehriyeli pilava daldırdıkça gözlerimin feri yerine
geliyordu… İnce sarılı dolmayla, su böreği de annemin en meşhur yemekleriydi… Bir dilim su böreğiyle birkaç dolmayı da mideme
gönderdiğimde “Artık doydun” uyarısı da beynime ulaşmıştı. Mutfak penceremizden dışarıya gayri ihtiyari
baktığımda karşı komşumuzun da ışıkları yanıyordu. Şeffaf perdemizde karşıyı ayna gibi
gösteriyordu. Pencere’nin ardında iri
gözler ocakta pişendeydi… Bende
pencereyi araladığımda karşıdan gelen koku patates kızartmasından başka bir şey
değildi… Gözleri iri, yüzü
ise ay parçası gibi güzeldi… Kalbim
hızla atmaya başladığında her tarafımdan “Aşk” duyguları vücudumun her tarafını
sarmıştı.. “Alev bacayı sardı” derler ya işte öyle tutulmuştum… Karşımdaki kız araladığım pencereye
bakmıyordu bile. İçimden “Ben bu kızı
hemen tavlamam lazım” diyerek içeri geçip misafirlere; “Hoş Geldiniz” desem de
aklım yüreğimi yakan kızdaydı…
Misafirlerin ne konuştukları umurumda değildi.. Sordukları sorulara kısa
ve geçiştirici yanıtlar veriyordum. Su
içme bahanesiyle mutfağa tekrar gittiğimde karşı komşumuzun mutfak ışığı da
sönmüş, bıraktığı pencerenin aralığı
sanki kalbini bana aralamıştı… Aşk’tan her yanım sırılsıklamdı… İçimden yüz
kere, bin kere; “Ben bu kızı nasıl tavlasam?” diye kendimi soru bombardımanına
tutuyordum. Mutfağa kaç kez gittiğimi
anımsamıyorum. Her gidişimde, iri gözlerin ışığını arıyordum.. Ama bir türlü
denk getiremiyordum. Gecenin yarısı misafirler gittiğinde bende odama
çekilmiştim. Her gün mışıl mışıl uyuyan yorgun bedenim bu kez uykuya dalması
mümkün değildi. Bir sağıma dönüyorum, bir soluma, iri gözlerin ateşi içimi bir
kez yakmıştı… “Nasıl, nasıl
tavlamalıyım, daha doğrusu nasıl tanışmalıyım?”
diye yatağımda kıvranıp durduğumda sabah ezanı gecenin sessizliğinde çok
duyguluydu. İri gözlerine tutulduğum kız “Belki gecenin bir yarısı susamıştır” diyerek
sessiz adımlarımla mutfağa girdiğimde ara boşluk yine karanlıktı… Pencerenin
aralığına öylece bakakaldığımda, namaza kalkan yaşlı komşularımızın öksürük ve
aksırıkları gecenin sessizliğini bozuyordu.
Birkaç
saatlik bölük pörçük uykuyla erkenden uyandım.
Penceremi açtığımda farklı bir hava odamdaydı. Günlerden Cumartesi’ydi…
İşe de öğleden sonra üçte başlayacağıma sevindim. Yüzümü bile yıkamadan ev
ahalisini uyandırmadan mutfağa yine fare kıvraklığında sessizce girdim. Karşı
pencere yine aralıktı… Gözüm dakikalarca orada belirecek küçük bir hareketi
bekledi... Hareket olmayınca dudağımı bükerek tekrar yatağıma geçtim. Gözlerimi tavana dikip, neler yapmam
gerektiğini düşündüm. Önce küçük bir kâğıda “Sizinle ciddi olarak tanışmak
istiyorum” diye yazsam, nasıl karşılardı?
Yüzüme pencereyi kapatır mıydı? Yoksa beni aileme mi şikâyet ederdi? Aşk
insanlara neler düşündürmüyordu ki… Aşk gözü kara olmak değil miydi? Düşüncem
odamın kafasını şişirmişti… Geçenlerde
okudum bir yazı hafızamdan jet hızıyla geçti. Aslında bir kadın hayattır
diyordu. Bir kadına ne verirseniz verin
onu daha büyük hale getirir, ona bir ev verirseniz; size bir yuva verir, sebze
verirseniz size yemek yapar, gülücük verirseniz size kalbini verir, ona bir
şarkı söylerseniz size konser verir, kendisine verileni çarpıp çoğaltarak geri
verir ve bu yüzden ona çamur atarsanız karşılığında bir bataklıkta boğulmaya
hazır olun. Bu dizelerin son satırları
beni gülümsetmişti. Kalbimi çarpan iri gözlerde kaybolmak, ana sebzeler almak,
etrafında serenat yapıp en güzel şarkıları yuvamızda söylemek istiyordum. Yani
ciddiydim… Yatağın içinde yalnızca düşünüyordum… Yatmanın sırası değildi,
birazdan karşı mutfağımızda hareket başlayacak; yine patates kızartmasının
kokusu aklımı başımdan alacaktı.
Komedinin gözünden küçük bir kâğıt parçası çıkarttım çıkarmasına ama
kalemi de zor bulmuştum. “Güzel
hanımefendi, sizinle ciddi olarak tanışmak istiyorum” diye yazıp, bulduğum
lastikle defalarca çevreleyerek kâğıdı ağırlaştırmıştım. Mutfak ve yattığım odanın kapısını aralayıp
gelebilecek sesi bekledim. İki küçük çocuğun sesi ortalığı yıkıyordu… Mutfağa
koştuğumda ışığı yakmadan perdenin aralığında yine iri gözleri gördüğümde
kalbim sanki yerinden fırlayacaktı. “Aşk” dedikleri işte bu olsa gerekti…
İnsanın elini ayağını titretip, ayaklarını yerden kesiyordu. Evimizin ahalisinden ses yoktu… Bu
sevindiriciydi. Karşımdaki pencere iyice aralandığında bende pencereyi açıp,
yazdığım kâğıdı iri gözlü kıza fırlattığımda, kâğıt hedefi bulamadan boşluğa
uçmuştu. Rüzgârın hava dolaşımını hesaplayamamıştım. Tekrar odama geçip bir kez
daha aynı satırları yazıp bu kez kâğıt uçmasın diye mandallayıp karşıya
attığımda duygularım kuş gibi karşı pencereden içeriye süzülmüştü. Pencereyi kapatıp, perde gerisinden olup
biteni seyre dalmıştım. Yazımın
okunmasından sonra pencere yüzüme kapanıp perde sertçe çekildiğinde, kalbim
paramparça yerlerdeydi… Üzülmüştüm…
Odama geçip, “Sen manyak mısın, böyle yapılır mıydı?” diye kendime kızıp durdum!… Tekrar gelip
pencereyi kontrol ettiğimde hareket yoktu. Saatler ilerledikçe işe gitme vaktim
de geliyordu. İşte gittiğimde nasıl çalıştığımı bilemedim. Bir an önce mutfak
beni kendine çekiyordu. İş dönüşü mahallemizin arkadaşları köşe başını
kapmıştı. Onlara bir “Merhaba” diyerek eve gitmeyi düşündüğümde, “mutfak aşkım” iki yeğeni ile birlikte
önümden geçtiğinde belli ki bakkala gidiyorlardı. Mahalle arkadaşlarıma göz
kırpıp, bende peşlerine gittim. Sokağın ortasındaki çıkıntıya oturup geri
dönmesini bekledim… Çocuklar önden güle oynaya gidiyorlardı. İri gözlüm ise
arkalarından geliyordu. Peşine takılıp, “Çok ciddiyim” dediğimde, “Adımlarını
hızlandırarak çocuklara yetişmişti… Eve
döndüğümde annem, her ne kadar yemeği
içeri salona hazırlasa da, “Fazla aç
olmadığımı ve mutfakta atıştıracağımı” söyleyerek gözüm yine karşı
penceredeydi. Soluk sarı lambanın etrafında böcekler serenat yapıyordu. Pencere
yavaşça aralandığında iri gözler bu kez bizim penceredeydi. Umutlanmıştım.
Yüreğim kaldığı yerden tekrar atmaya başladı… Bu küçük bakış bile beni sabaha
kadar uyutmamıştı. Heyecanlıydım. Yarın mutlaka takip edip, yanına
yaklaşmalıydım. “Abla ben bakkala gidiyorum” sözü sanki bana bir şeyler ima
ediyordu. Bende çarçabuk hazırlanıp
ondan önce kapının önüne çıktım. Bu kez bizim taraftaki Nurettin amcanın bakkalına
yönelmişti. Apartmana giren kapımızın
önündeki soğuk ve boyası dökülen demirlere oturup beklemeye başladım. İri
gözlüm, hardal rengi pantolonu, perma saçları ve desenli tişörtüyle şıktı.
Önümden geçtiğinde çok ciddiydi. Bende beş on metre sonra takibe başladığımda
bir alt sokağa dönmüştü… Tüm cesaretimi toplayıp yanına yaklaşıp; “ Sizinle
gerçekten çok ciddi arkadaş olmak istiyorum” sözünü söylediğimde, yüzüme bakmadan utangaç bir tavırla; “
Yalnızca bir kez…” sözüyle bakkala kadar yan yana yürürken ne anlatılabilirdi
ki… Tanışma faslı bile yetmeden bakkala
gelinmişti. Dışarıda bekledim zaman bir
ömür gibiydi. Tekrar geri döndüğümüzde bana; “Babama sözüm var… Bir erkekle
tanıştığımda ona haber verecektim…” diyerek suç işlediğini ve babasına ihanet
ettiğini düşünüyordu… Ve biz bir değil,
sayısız çıktığımızda artık aşkımızda kemikleşmişti… Karakterini öğrendikçe ona
aşkım gittikçe büyüyordu…
Artık ay
ışığının huzmeleri mutfağımıza başka yansıyor,
yıldızlar ise başka gülümsüyordu. Ev ahalisinin uyumasını beklemek ve
sabahlara kadar mutfaklarımızda sessizliğimiz gözlerimizde kayboluyordu… İşe
gitmeyi istemiyor, günlerce aç susuz mutfakta öylece kalabilirdim… Geceler ise
bambaşkaydı. Ellerimizin uzatılmasında ancak parmak uçlarımız kan dolaşımımıza
karıştığında, sıcaklığımız yüreğimizde
birleşiyordu… Hep böyle mi gidecekti gecelerin tatlı rüyaları? Aman Allah’ım ne
güzel bir duyguydu âşık olmak ve sabahın uyanmasında onun varlığını hissetmek
ve ona koşabilmek, onun gözlerinde eriyebilmek…
Ayrılık ve özlem nedir bilmeden zaman su gibi akıp gidiyordu… Ne zaman
bir gecenin sessizliğinde “Ben yarın
memleketime gidiyorum” sözüyle uzanan parmak uçlarımı daha da ileriye götürmek
istediğimde neredeyse mutfak boşluğunu boyluyordum. İçim burkulmuştu bir kez.
Benimde Karadeniz sahilinin güzel şehirlerinden Ordu’da iş teklifi almam
ikimizi de özlem ve ayrılığı tanıştırmıştı… İnsanın sevdiğinden ayrı olması anlatılmaz
kötü bir duyguydu… Gurbet sokaklarında adımlarınız aptallaşır, deniz kenarında
oturduğunuz banklarda hep onu hayal eder, deniz kenarında oltanın ucunda çıkıp
gelecek diye hayal kurarsınız. Sayfalarca mektuplara döşersiniz tüm
duygularınızı, gözyaşlarınızın sel olmasında… Şiirleri dize dize sıralarsınız… Onu görmenin heyecanı ile çalışırsınız yaban
ellerde… Telefonlarda saatlerce konuşursunuz jeton atımlarında… Ve bir gün
telefonun diğer ucunda; “Ben babama konuyu açtım, çünkü ona bir erkekle ciddi
olduğumda tanıştıracağıma söz vermiştim. Seni tanımak için bekliyorlar”
dediğinde bir Kurban Bayramı sabahında kendimi sevdiğimin evinde salonda
koltukta bulmuştum… Ona ilk tanışmamızda yazdığım gibi “Ciddi olduğumu” ispat
etmiştim… Ve 1984 yılının 10 Kasım’ında Atamızın ölüm yıldönümünde
yetkililerden izin alarak evlerinde nişanlandık. 19 Ağustos 1985 tarihinde saat
11.25’de evlendik. Ankara’ya yerleşip evliliğimizin ilk devresini yaşadıktan
sonra şimdilerde ikinci devresini Bursa’da yaşamaya devam ediyoruz. Uzatmaları
nerede oynarız veya oynamaya vaktimiz olur mu bilmeden, on bir yıl sonra dünyaya geç gelen oğlumuzu
topluma iyi bir birey olması için çabalıyoruz… Ve Ankara dışında yerleştiğimiz
Bursa’da yaşam da bizlerden bir şey alsa da sevgimizden hiçbir şey eksiltmedi…
Sevgimiz katlandıkça ‘sevgi yumağı’ oldu… Şimdilerde İri gözlümü incitmeden ona
bir çiçek gibi bakıyorum, hem sağlığında hem de hastalığında…
Ertuğrul Erdoğan
Ağustos 2011/Bursa