Zor olanlardandık biz.
Gençliği de geleceği de çetrefilli diğer insanlar kadar…
Akranlarımız gibi bir elimizde içki, diğer elimizde telefon yoktu belki;
Belki de kumbaramızda duran onca kontürleri bir kez olsun sms yapmadık.
Mesajda atmadık “Slm” yazanlara… Ama dost canlısıydık.
Dostumuzun en ufak bir mesajına dahi heyecanlanan,
Yardım isteğine hemen cevap veren birisiydik.

Sevmezdik dönekleri, seni aptal yerine koyanları…
Çünkü biz yalansız bir dünyada fidan vermiş bir ağaç gibiydik.
Ne sonradan iyi meyve versin diye kökünden kesilendik;
ne de aşılanmak içi başka bir ağacın dalı eklendi üzerimize…

Tek bildiğimiz evimizin önündeki yemyeşil arazide yaptıklarımızdı.
Kâh kumdan kale yapardık.
Akranlarımın tersine çeliksiz, betonsuz ve sağlam temelleri olmayan.
En ufak bir yağmurda yıkılacağını bilsekte sebatla devam ederdi inşaamız.
Biliyorduk sağlam temeller üzerine yükselmeyen binaların yaprak kımıldatmayan saba rüzgârında bile çökeceğini!
Bile bile yapmak belki işimize geliyordu; yıkıldığını görmeye dayanamasak da;
Ama onun yıkıldığını görmek; gerçeklerle erkende karşılaşmak;
bizim için yalansız bir hayat gibiydi.
Odanın içinde rüzgârsız bir kandil…
Ne kadar da muhteşemdi oysa…
Kâh gürleyecek, kâh dimdik olup tavana yaklaşmaya çalışacak.
Belki o kadar mükemmel olmayacaktı hayatımız;
ama böyle tasarlamaktan ne kaybedecektik ki?!

Ufakken tahtadan oyma oyuncaklar süsledi önce hayatımızı,
Aksakallı dedelerimizin göz nurlarıydı onlar…
ardından plastiklerin ağır ve kekremsi kokusu ilişti bedenimize…
Oysa ne güzeldi çizgilerle dolu ve bir kaç çiviyle tutturulmuş;
kavak ağacından tekerlekler….
Plastik geldi, ardından demir girdi hayatımıza…
Sanki evin önüne yaptığımız kumdan kalelerin üzerine düşmüş gibiydi;
kalenin erişilmez surlarını ve sarayını yıkmıştık;
Yerini sadelikle bezediğimiz yollar almıştı.
İhtişamdan yoksun, gösterişten oldukça uzak…
Ardından arabaları sürmeye koyulduk;
yıktığımız kalelerin üzerine inşaa ettiğimiz yollarda…
Birde uzunca bir şerit yaptık hayatımıza yerleştirdiğimiz ilk yasakla birlikte!
Yanımdakiler kâh trafik polisi olurlardı; kâh vinç…
En ufak bir hatada ıslığı çalardı bir önceki gün yaptığı kale duvarına inatla…
Yasakçılık girmişti bir kere hayatımıza, kurtulmak ne mümkün, uygulamak elzemken!
Geç karşıma derdi, taştan yaptığımız paraları göstererek,
“Üç taş vermezsen geçirmem seni bu yoldan,” kafanı kırarım dercesine…
İşte buydu paranın hayatımıza girişi…
Kalelerin çöküşü… ve bir daha yerine gelmeyişi…

Daha sonra büyüdük…
Sefadan bir anda cefaya dönen hayatla şaşkındı zihnimiz.
Erken girdik hayatın ceremesine,
ve erken yaşlandık yüzümüzdeki sivilcelerle…
Elimizde orakla kâh yonca biçtik; kâh kara sabanın önüne düştük…
Filmlerdeki gibibir çift öküzümüz yoktu; ama bir öküzün yanına bir eşte biz oluverirdik!
Ne kaybederdik ki?
Yanımız sahte arkadaşlarla örülü değildi, ne dalga geçecek kimsemiz vardı,
Ne o espirileriyle sıcacık hayatımızı soğutacak birisi…

Bazen sorardık Sarıkıza, “Yoruldun mu?” diye…
Eğer dile gelip de “Yoruldum” dese, onu köşeye çekecektik bağlamak niyetiyle…
Bazen ketumduk. Sanki elimizdeki taştan paralar yüreğimizdeymiş gibi sinirleniverirdik;
Ama çoğu zaman yufka yürekliydik; üzerine yollar yaptığımız kaleden tozların zuhur etmesiyle….

Kör bir kedi gördük mü veya toparlayan bir enik;
Sahtelikten uzak gönlümüz elvermezdi onu dışarıda koymaya…
Sanki hayatımızın bir parçasıymışçasına, “Minnoş” demez; “Karabaş” deyiverirdik adına.
Onlar bizim şamaroğlanımız da değillerdi; şamatamızda.
Dostumuzdu, haldaşımızdı, yoldaşımızdı.
Öyle bir alıştırırdık ki yanımıza,
yanımızdaki insanları bile kıskandıracak sevgiye bürünüverirlerdi azıcık yaşamları…

Üstümüzde kutusundan yeni çıkmış gömlekler yoktu ama;
sırtımızda yamadan da olsa görünmeyen büyük bir sevgi vardı.
Pantolonun darlığını; genişçe şalvarlarımız alırdı;
Gönlümüzdeki sevgi kadar…
Ayakkabılarımız her ne kadar taze boyalı olmasa da;
Kimseye nasip olmayacak toprak boyasıyla kaplıydı da…
Âdem baba derdik, dillerine yakışmayan Hz. Adem’in yanı sıra,
Havva Ana derdik, bazılarının anmamasına rağmen…

Çünkü İnsan’dı topraktan gelen ve yine İnsan’dı toprağı dışlayan…
Ve yine… Betonları hayatına sokup onun altında kalan,
Toprağın bereketine karşılık çeliğin soğukluğuyla hayatını ören…

Âdemdi bir ismimiz, Hasandı diğer adımız…
En önemlisi KARDEŞTİK hepimiz…
Burnunun köşesindeki sümüğü kabullenen,
Ağzının kenarındaki toprakla filizlenen…
Yaptığı kaleleri, yıkan,
Bir yola tercih eden…

CAHİL diye adlandırdılar, YÜZKARASI dediler,
Ama biz olmasak onlar birer HİÇtiler.

Sevgi ve saygılarımla... * Büyüklerimden ve gördüklerimden alıntılanmıştır. Bize böyle yaşamak nasip olmadı // Ama bir zamanlar akranlarımın böyle yaşadığını bu saçma ve batıyla asimile olmuş nesle hatırlatmak en büyük mutluluğum olacaktır.
( Burnumuzdaki Sümükle Anadoluyuz başlıklı yazı Galip Argun tarafından 17.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.