Yusuf AKGÜL

JAKOBENİZM: Bir Fransız Hastalığı:

Fransız Jakoben anlayışının bizdeki yansıması olan hasta bir zihniyetle hemen kesimde karşılaşıyoruz. Kimisi bu ülkeyi hepimizden daha çok sevmekte, kimisi daha çok Müslüman olduğu iddiasıyla ortalıkta çaka satmakta, kimisi de hep yönetmek üzere görevlendirildiği kompleksi içinde ahkam kesmektedir..

Bu “seçkinci anlayış”a oldum olası gıcığımdır… Bu yazımda sizlere onlardan söz edeceğim ve onlara sesleneceğim.

İnsanlara zorla tek bir gömlek giydirmeye çalıştığınızın farkında mısınız? Oysa tek tip üniforma giydirmekle insanların her biri bukalemuna dönüşüyor. İçi başka dışı başka fertler üretmiş oluyorsunuz. Nitekim yıllardır Türk insanına giydirilmeye çalışılan deli gömleği dar geldi.

Farklılığın olmadığı yerde sahtekarlığın ve yalanın biri bin kıymet kazanıyor maalesef..

Erk’in ve eğitimin görevi insanı itaate zorlayan birey olarak üretmek değil, ona değer vermek ve saygı duymaktır. Jakobenlerin, despotların, güce tapanların izledikleri yol, yol değil, düpedüz korku salmaktır etrafa. Hepsi toplumu formatlamak için ömür tükettiler, fildişi kulelerden yöneltmek istediler kitleleri, tepeden baktılar “zavallı” diye insanlara.

Peki, ellerine geçen ne oldu? Ardından bıraktıkları sermayeleri: İçi boş kavramlar, düşünceden yoksun insanlar, toplum bilinci yerine yığınlaşmış öbekler, boş kuleler, boş saraylar ve sadece “elitist”lerin ağırlandığı mekanlar…

Sistemlerin amacı, insanileştirmek ya da şefkat abidesi olması gerekirken yöneticilerimiz hep “resmileşme”yi yeğledi; resmileştikçe halk da devletleşti, böylece kuşkucu, her şeyden nem kapan kitleler oluştu en sonunda..

Mevlana’mız, “Ne olursan ol yine gel!” diyerek bireye saygı duyarken, seçkinci oligarşik zümre, bırakın insanlığı, halkımızı bile hep” öteki” gördü, ya da bir “kullanımlık” kağıt mendil...

“Erk’imiz insana insanca bakamadı bir türlü... Mahkum etmek en kolay olanı idi, öyle de yapıldı. Böylece toplumla devlet arasında derin ve onarılmaz yaralar açarak durduk yerde başımıza dertler açtık.

İç barışı unutalı hayli bir zaman oldu, pembe şafakların doğmasını bekler olduk yeniden.

Bir türlü yakalayamadık o eski ihtişamımızı.

Örnek aldığımız Fransa bile, Avrupa Birliği’nde yer almamıza tahammül edemiyor. Kim bilir, “yeniden medeniyet oluruz kaygısı”ndan olsa gerek, bu tavrını ısrarla sürdürüyor… Üstelik içteki mekanizmalar yansız olmadığı için, olaylara tek pencereden ideolojik gözlükle bakmayı adet haline getirttiler ve her türlü görüş ve düşünceyi peşin peşin zindana mahkum ettiler.

Fransa bizi dış platformda ön yargılarla karalamaya çalıştı, iç platformda da elitistler öteki Türkiye’yi köleleştirmeye çalışıyor. Totaliter ağlarla etrafımız örülmek, dikte anlayışlarla beynimiz arındırılmak ve hizaya gelmemiz isteniyor hep. “Ya dediklerimizi yaparsınız, ya da kökünüze kibrit suyu dökeriz” tehdidine maruz kaldık adeta. Ruh kökümüz hep oyuluyor, “çocuk muamelesi”ne tabii tutuluyoruz. Elimize tutuşturulan oyuncaklarla “al oyalan bununla” deniliyor açıkçası.

Dahası da var: Kendine çeki düzen vermeyenlere(!) gözdağı veriliyor.

YÖK örneğinde olduğu gibi ikna odalarında terapiyle işe başladılar. O güzelim kızlarımız baskılara maruz bırakıldı. Olmadı, acımasızca andıçladılar, daha da olmadı karalandılar, hain ilan edildiler.

Hala 28 Şubatın yaraları sarılmış değil. Zaman zaman yeni 28 Şubat senaryoları sipariş verilmeye çalışılsa da gayretler boşa! Artık o konjönktrel şartların oluşması zor görünüyor. “Uyum Yasaları” bir bir devreye girdikçe, “Rejim elden gidiyor!” diye avaz avaz nara atıyorlar. Aslında feryat etmelerine bir gerekçe değil bu. Zira o çok hayranı oldukları Batıcı sistem ve Batılı yasalar, bu topraklarda yeniden kendine yer edinmektedir bu şekilde ve böylece. Yani insanımıza ve ülkemize sömürüden başka hiçbir şey getirmemiş olan Batılı sistemi yeniden yerleştirmenin kurguları sağlanmaktadır.

Öteden beri Cumhuriyeti kuran iradeyi kendi emellerine göre kullanmayı huy edinmişlerdi. Düşünceleri belli bir zaman dilimine hapsetmek sevdasından vazgeçemediler. Oysaki tüm bu çabalar hem o iradeye saygısızlık, hem de onları sevimsiz göstermekten başka bir işe yaramıyor.

Cumhuriyet kurulduğunda, o günün şartları gereği, bir nebze otoriter olmak zorundaydık. Geçiş sürecini sancısız geçirmek adına böyle düşünülmüş olabilir.
Fakat gelinen noktada devamlı otoriter kalmak isteği, toplumu çağın dışına ve kapalı toplum olmaya itmek demektir.

Her değişim evresi birdenbire gerçekleşemez, mutlaka yeni bir sistem oturtmanın bir bedeli vardır… 600 yıllık imparatorluktan daha çiçeği burnunda
Türkiye’ye geçişte, yeni devletin bir takım baskı uygulamalarını örnek alması teklif edildiğinde, bunun bir zulüm, istibdat olacağı düşünülerek o gün bile reddedilmişti. Bizatihi en yetkili ağızdan; “Öğreti istemem, yoksa dogmalaşırız !”denilerek demokrasi denemesine geçilmiş, ama bu engin anlayışın ömrü yetmemişti.

Anlaşılıyor ki; demokratik cumhuriyetin gerçekleşmesi sonraki kuşaklara bırakılmıştı. Belli ki, şimdiki sözde Kuvayi milliyeciler, 30’lu yıllara mıhlanmakta ısrarcılar, bu yüzden bir milim dahi mesafe kat edemiyorlar.

Oysa “Düşün ama ifade etme” diyen bir ülke olmak, insanımıza en büyük zorbalıktır. Geleceğe gözümüzü çevirmeli, yeni ufuklara kanatlanmalıyız. 1930’lu yıllar sadece kuruluş mayamızdı… O mayanın üzerine demokrasiyi inşa edebilirdik pekala. Nasrettin Hoca misali, göle demokrasi mayası çalma zamanı bugün değilse ne zaman?

Hoca’nın o meşhur espiri ile karışık; ‘ya tutarsa’ sözü, ileriye atılım yapılmasının gerekliliğine işarettir.

Cumhuriyetimizi bize armağan edenler; sakın ola bir adım ileri gitmeyin, bıraktığımız noktada çivilenip kalın diye devretmediler; modern uygarlığın (MUASIR MEDENİYET) en üst seviyesine sıçrayalım diye emaneti teslim ettiler. Anlayana tabi...

Evvela beyinleri özgürleştirerek işe başlanmalı, zihinler gülüstana dönüştürmeli ki toplumsal mutabakat gerçekleşebilsin.

Ferdin devlet gibi düşünme mecburiyeti rafa kaldırılmalıdır, eğer düşünceye saygılı isek… Çünkü düşünceye saygı, erdemliliktir.

Düşünceyi devletin erdemi yapamamış ülkeler, asla demokratik cumhuriyet olamazlar.

Değişen ve gelişen dünyaya “Fransız kalmak”, “Fransızlaşmak”tan başka bir şey değildir…

( Jakobenizm: Bir Fransız Hastalığı başlıklı yazı Yusuf Akgül tarafından 27.06.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.