“Gel! Bir oyun oynayalım.” dedi; kızıl ve kıvırcık saçları bir aleve benzeyen, çakmak çakmak gözleri zekiliğinin habercisi afacan ama sevimli oğlan çocuğu. Karşısında, hemen hemen onunla aynı yaşlarda bir kız çocuğu vardı. Her ikisi de, beş ya da altı yaşlarında olmalıydı. Kim bilir? Belki de, yılları saymayı bilmediklerinden bu yaşlarda olduklarına inanıyorlardı. Fakat, yıldızları görebiliyorlardı. Kızın yemyeşil gözleri, huzur veren bir orman derinliğiydi sanki. Rüzgârda dalgalanan simsiyah saçlarına güneş ışığı değince, o saçlarda binbir rengin birer kristal taneciği gibi gizlendiğini fark ederdiniz. Afacan arkadaşına göre hem daha sakindi hem de daha bir umursamazmış gibi bakıyordu dünyaya, küçük kız.
 
“Ne oynayalım Ateş?” dedi arkadaşına, deniz kız. Ateş, ”Bak! Elimde “altı” tane ( her ikisi de, altıya kadar sayabiliyordu daha) kırmızı altı tane de mavi taş var:..”
 
Deniz, yine dayanamadı: “Aa, nereden buldun o taşları?” diye sordu Ateş’e. Ateş, “Dur! Sözümü iki de bir kesme! Bir yerden buldum işte.” Diyemezdi ki arkadaşına, “Bunlar, düşlerimin penceresinden düştü.” diye… Çocuk, gerçeği gizlemek için olacak, “Ne kadar çok soru soruyorsun sen?” sorusunu sözlerine ekledi; arkadaşına hafifçe kızarak…
 
Hemen, Deniz’in yeşil gözlerinden gri bir bulut geçti, inceden. Rüzgârda sallanan saçları, o gözlere denizin yeşilini getirdi, şifa niyetine. Küçük kız, rüzgârı ve saçlarını çok severdi. Çünkü onlar, kendisindeki griyi diğer bütün renklerle çabucak değiştirirlerdi. Bunları hatırlayınca, “Tamam! Sustum Ateş.” dercesine bir gülümseme yerleşti yüzüne, derinden.
 
O yüzü görünce, sözüne yeniden başladı Ateş çocuk: “Bak Deniz! Elimde altı tane kırmızı, altı tane de mavi taş var. Taşların üzerine “ben” yazdım!”
 
 
“Ay, sen yazmayı da mı biliyorsun? “sorusunu soracaktı ki, Deniz; tam o sırada, rüzgâr “Sus!” diye işaret etti ona. Şu rüzgâr olmasa, siyahın renkleri nasıl yayılırdı ki zamana?..
 
 
Sorunun yerine cevap geçti hemen: “Anladım! “Ben” yazdın!”
 
“Sen sormadan söyleyeyim, Deniz: Dün gece uyumadan evvel, Ay Dede’ye baktım ve bir dilek tuttum. “Sana, istediğin şeyin yerine, başka bir şey vereceğim.” dedi Ay Dede. Bu sözü duyunca, bütün gece ağladım. Ne zaman uyudum? Bilmiyorum. Rüyamda, adını bilmediğim küçücük bir yıldız, “Ağlama! Sana verilen hediyeye inan!” dedi. Sabah kalktığımda, bir de ne göreyim; baş ucumda bu kırmızı renkli torba durmuyor mu?.. Önce inanamadım; sonra aklıma, gece tuttuğum dilek geldi. Penceremin pervazında da bu taşları buldum. Tam başımı pencereye çevirirken, bir kuşun kanadının cama çarptığını fark ettim, yalnızca.
 
Bana, öyle bir torba vermiş ki Ay Dede; içine sevdiğim bir şeyden koyayım iki tane oluyor, sevmediğim bir şeyden koyunca da, o şey yok oluyor. Denedim, biliyor musun? En sevdiğim çorabımın bir tekini kaybetmiştim. Bende olan tekini torbaya attım. Sonra, elimi torbaya daldırdım. İki çift çorabım elime gelmez mi?”
 
“İnanmıyorum Ateş! Sana inanmıyorum…”
 
“Bak işte! En önemli şey bu, Deniz. En önemli şey, inanmak! Ay Dede de böyle demişti.”
 
Bir an, mor bir sessizlik yayıldı sabaha…
 
Ateş, devam etti: “Zaten, senin bana inanmayacağını biliyordum. Bu oyunu da onun için seninle oynamak istedim. Oynayalım da bak, gör! Hem de, taşların üstüne en sevdiğim şeyi yazdım “ben”…”
 
Deniz, yeşil gözlerini kırpıştırdı. Dilek dilemek, pencereye bakmak, kuşun kanadı ve hele hele şu kırmızı torba; hiç de yabancı gelmedi ona. Ateş’e söylese, Ateş kesinlikle inanmazdı ama; o da, her gece Kutup Yıldızı'ndan bu sihirli kırmızı torbayı istiyordu. Üstelik, torbayı birkaç kez yatağının kenarında görmüştü. Fakat nedense, torba her defasında tekrar kayboluyordu. Bir keresinde de, pencerenin pervazına bıraktığı kırıntıların sabahın seherinde yağan ince bir yağmurla, yok olduğuna da şahit olmuştu. O sabah da, kırıntıların kaybolduğu anla bir, penceresinden odasına ışıl ışıl mor doğmuştu. Ama yalnızca bir kez… Düş mü görmüştü yoksa?..
 
Belki de Ateş’in söylediği gibidir her şey; torbaya sahip olamayışım, dileğimin gerçek olacağına inanmayışımdandır.” diye düşündü. Sonra güldü içinden: “Olsun! Ateş beni kendisi kadar akıllı ve güçlü sanmasın. Hatta, bir şeyler bildiğimi; kırmızı torbayı benim de bildiğimi hiç bilmesin. Ben, konuşmadan, onu dinlemeliyim. O, benim arkadaşım!”
 
Birden, düşüncelerinden çıkıp kendisine geldi, Deniz. Yeşil ormanıyla simsiyah dalgaları dikkat kesilerek o çakmak gözlerle alev saçlara baktı. “Bu çocuk, zeki olduğu kadar inançlı da…” duygu-düşünce karışımı sözcükleri biraz önceki düşünce zincirine eklendi birden…
 
“Peki Ateş, oyunu anlat bakalım!”
 
“Kırmızı taşlar senin olsun. Mavi taşlar benim. Birer birer kendi taşımızdan atacağız torbaya. Her attığımız taşa karşılık, bir “ben” yazan taş daha kazanacağız. En fazla bene sahip olan, oyunun birincisi olacak.”
 
“Şimdi, diyorsun ki sen; ben, bir “ben” yazan kırmızı taş atacağım torbaya, torbadan iki tane “ben” yazılı kırmızı taş alacağım. Öyle mi?”
 
“Eğer inanırsan! İnanmana bağlı…”
 
“Ve en fazla “ben”i olan kazanacak!?.”
 
“Evet! Anlamışsın. Ama galiba, pek inanamadın!”
 
“Oyunu anladım! Dileğinin gerçekleştiğine ve senin sihirli kırmızı bir torbanın olduğuna da inandım. Çünkü, ikisi de gerçek… Aklım ve gözlerim ikisini de kabul etti.”
 
Bir an sessizlik oldu; yalnız, dalgaların ta uzaktan sesi geliyordu…
 
Deniz mahzunlaşarak:
 
“Ama bir şey kafama takıldı. Hem sonra, neden “ben”?”
 
“Deniz, hala kafanda sorular var. Ne kadar çok soru varsa kafanda, o kadar çok inanmaktan uzaksın. Sen, bana ve bu oyuna inanmadın sanki. Hem yine soru!”
 
Ateş’in gözlerinin önünden hayal meyal denizin dalgaları geçti. Dalgalarla birlikte sesi yumuşadı alev çocuğun:
 
“Tamam tamam! Güzel bir oyun istiyorum seninle. Ve en yakın arkadaşım da sensin. Bir soru daha sorabilirsin! Sonra oyuna geçelim, olur mu?”
 
“Ateş, kafama takılan şu; en çok “ben”i olan neyi, neden kazanacak?”
 
Ateş, gittikçe ateşlenmeye başladı. Elindeki mavi taşlar bile kızıla dönmüş gibi görünüyordu. Diğer elindeki torba ise Deniz’in sorusunun geldiği anda, bir ışık huzmesiyle kuşandı birden. Birkaç saniye sonra Ateş, elindeki ışık saçan torbadan olacak, sakinleşti. Öylesine sakinleşti ki; alev saçları gelincik tarlasına dönüştü. İçini bir ılıklık sardı…
 
Deniz, hem Ateş’teki hem de torbadaki değişikliklere yeşil gözlerini kırpmadan ve rüzgâra özgürce bıraktığı saçlarından güç alarak bakıyordu. Küçük kız, Ateş’in de torbanın da son halini gördüğünde, siyah saçlarındaki tüm renkler Ateş’le Deniz’in ve aralarındaki torbanın ayakları dibine yayıldı…
 
Deniz, bu manzara karşısında; “Düş mü gerçek mi, bilmiyorum ama; içimde bir sevinç var! Hadi oynayalım!” diyebildi güçlükle…
 
O zeki ve alev yüklü çocuk, birkaç saniye önce bir ormanın ona soru sorduğunu hatırladı. Birkaç saniye önceki hali olsa; soruya kızar ve soruyu cevaplamazdı, belki…
 
Ama şimdi, şu anda; içinden gelen ses, soruyu cevaplaması gerektiğini söylüyordu ona. Bu da yetmedi; karşısındaki denize, Deniz’in bile unuttuğu soruyu hatırlatması gerektiğine inandı.
 
“Deniz! Biraz önce bana soru sormuştun. Unuttun mu?”
 
Karşısındaki küçük kız, sessizlik içinde Ateş’i seyretmekle yetindi…
 
(“Ne hoş!..” dedi içinden, deniz. Ateş bana ilk defa soru sordu. Fakat, bu gördüğümü ateş asla bilmeyecek! Ha bir gerçek, ha bir düş, bu soru; ikisi de bir. Ah, benim için ne demek olduğunu bir bilse…)
 
“Ne? Soru mu? Sorularım kalmadı artık!” diyebildi, fısıltıyla…
 
Gelincik tarlası, şöyle tatlı bir meltemle savruldu…
 
“Deniz, soru! Soru sormuştun! Cevaplamak istiyorum!”
 
“Sorularım yok oldu! “Ben, gözlerime inandım!” diyorum sana…”
 
“En çok beni olan, benlerini arkadaşına verecek ve arkadaşının sonsuz sevgisini kazanacak!”
 
Deniz, çok uzaklara baktı; hülyalı…
 
Ateş, bir anda titredi. Birkaç dakika önce Deniz’in sorusuna vereceği ya net cevabı yoktu ya da cevabı tam olarak böyle değil, daha bir “ben”liydi… Ama olsun! Şu anda, elinde tuttuğu torbanın ışığından ve gelincik tarlasından çok hoşnuttu. Deniz’in dalgasından da… İçinden ilk kez, kendiliğinden dökülen cevabından da… Onları asla bırakmayacaktı; ne şimdi ne de gelecekte. Arkadaşının beninden başka bir şey hatırlamıyordu şu an…
 
Bu sefer, Deniz hatırlattı: “Hadi oynayalım Ateş! At, mavi taşlarından…”
 
Ateş, bir mavi “ben” attı; iki tane ben çıkardı. İki attı, dört; dört attı, sekiz;….: Hatta, sekizi sayamadı. Ama altıdan çoktu; biliyordu… Kolları yorulana dek, evrenine taşlar sığmayana dek taşları attı. Uzunca bir zaman sonra, yorgunluktan bayılacak hale geldi. Ama mutluluktan uçuyordu. O kadar çok mavi ben olmuştu ki; Deniz’in sonsuz arkadaşlığını kazanmıştı, sonunda.
 
Dünyada bu güzellikten başka, gerçek dilediği de yoktu zaten Ateş’in… Ve ne kadar hoş bir duygu ki; kırmızı torbanın da bunu bildiğini biliyordu, Ateş! Ona taşları getiren kuşu hatırladı ve kuşa bir minnet mektubu gönderdi, gizliden…
 
Deniz, Ateş’in bu olağan üstü çabasına ve o gelincik tarlasına büyük bir gurur ve sevinçle baktı. O sevinçle bir an için, kanadını penceresinin pervazından tanıdığı mor kuşla göz göze geldi ve kuşa gülümsedi: Ateş, kırmızı torbayı ve tüm manzaranın büyüsünü anlamıştı, nihayet. Ve hepsinden önemlisi; Deniz’in içinde her şeyiyle yaşadığı gerçeğe, düşlerinin gücüyle, inanmıştı!”
 

“Ateş” dedi, Deniz:

“Bana verdiğin, sayamadığımız “altılarca” çok, mavi “ben”leri kabul ediyorum, arkadaşım. Sana teşekkür ederim! Madem ki onlar benim oldu; onların hepsi, izninle, ışıklı torbamızda kalsın. Şimdi ben, altı tane kırmızı “ben”lik taşımı, aynı anda, torbamıza, onların yanına atacağım.”
 
Ateş, şöyle bir gerçeğin gözüyle, düş gibi görünen Deniz’e baktı. Tam da, “ Hayır! Taşları tek tek atmalısın.” diye itiraz edecekti ki Deniz’e; o anda, Ay Dede ile Kutup Yıldız geceden kopup günün ortasına geldiler. Oluşan o kusursuz parlaklıkta, Zümrüd-ü Anka’nın manzarayı uzaktan ve sessizce, kanatlarını çırpmadan seyrettiği görüldü. Ateş, olanları görünce, huzur içinde, Deniz’i uyarmaktan vazgeçti…
 
Deniz, elindeki kırmızı “ben”leri, ikisinin de sıkıca tuttuğu torbaya attı. Henüz elini torbanın içine daldırmıştı ki; o an, orada bulunan tam “altı” tane “yürek” yalnızca bir kez yerlerinden hopladı. Yer yerinden oynadı sanki. İşte, o an; yüreklerin bulunduğu yerin her tarafını “ay”ın ve “yıldız”ın, “gece”nin ve “gündüz”ün sayamayacağı kadar çok “biz” kapladı…
 
Kutup Yıldızı ile Ay Dede gülümseyerek birbirine baktı. Kutup Yıldızı usulca, olanlara hiç şaşırmamış olan Ateş’in yanına geldi ve ona dedi ki:
 
“Nasıl olur bu? Denizin yaptığı; nasıl olur?..”
 
Dudaklarını kıpırdatmadan, sadece konuşan diliyle, yıldıza eğildi Ateş:
 
“Hiç sesini çıkarma, Kutup Yıldızı! O bize inandı. Ben de şu an, ona sonsuz inandım. Hiç, sesini çıkarma!”
 
Ateş’le Deniz bizi tutmuşken, başından beri sükût içinde bekleyen Ay Dede, Kutup Yıldızı’na:
 
“Pusulayı mı şaşırdı sen? Bilmiyor muydun? İkisi de, kırmızı torbayı ezelden tanıyordu. Ve “biz” daima içlerindeydi. Sonunda, mutlaka tükenmeyecekleri kadar “biz” olacaklardı…” deyiverdi…
 
Kutup Yıldızı, işaret ettiği yerden gözünü ayırmadan:
 
“Ben, bizin gideceği gerçeğe yerin ve göğün kulaklarıyla şahit olmasını diledim, yalnızca… Sen, onlara sonsuza dek ışık ver; ben, yol göstereyim. Onlar, Zümrüd’ün kanadında yol alacaklar. Ben, “biz”e inanıyorum!”
 
Etrafı, parlak mor bir sessizlik sardı…
 
Kuş, kanatlarını Ateş’le Deniz’e doğru eğdi; olağan bir tebessümle…
 
Sonsuzluğa uzanan mor kanatlarda, milyonlarca mavi-kırmızı kenetlenmiş kristal; düşle gerçeğin buluştuğu ay ışığında, güneşin içinde sakladığı binbir renk gibi, ışıl ışıl parlıyordu…
 
İnandınız mı?..
 

Yegâh Elif (R)    OYMA SANDIĞIMDA SAKLI RENKLERİM HİKAYE KİTABIMDAN... 

( Biz Hiç Tükenmeyecek Zümrüdün Mor Kanadında başlıklı yazı Rana İslam D tarafından 29.06.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.