Bekçi kapıyı yavaşça tıklattı. Bu evin bahçesine girip de kapısını tıklatıncaya
kadar geçen süre içinde kendine çeki düzen verirdi hep. Ee, ne de olsa, bu
kapıyı tıklatmak her yiğidin harcı değildi. Başka kapılar olsa; şöyle rahatça
vururdu kapıya… Bilirdi ki o kapının ardındaki, üniformasından çekinecek, hatta
çoğu zaman korkacaktı. Ama, ya bu kapı?.. Yok! Öyle çok sert; insanı tanımayan,
insanlık bilmeyen bir mülk sahibinin kapısı değildi burası… Yine de, bu kapı
başkaydı; Mülk’ün Sahibi’nin verdiği görevi yapan ilçenin amirinin kapısını
tıklatacaktı, bekçi. Şöyle, üstünü başını düzeltmeli; hem işine hem de amirine
saygısını gösterecek çizgide ve seste durmalıydı, kapıyı açanın
karşısında…
Bu kapıyı, ister bir görevi yerine getirdiğini bildirmek
isterse amirine haberi ilk elden ulaştırmak için defalarca çalmıştı. İçeride
amiri varsa, amiri açardı kapıyı; yoksa, amirinden daha da sevecen ve güler
yüzlü amirinin eşi olurdu kapıda.
Fakat, dışarıdan azametli görünse de;
içinin güzelliğini ancak gönül kapısını tıklatabilenlerin cesaretleri ve
hayretleri ölçüsünce, kocaman yürekleri ile görebilecekleri bu kapıyı, yalnızca,
“üniformanın ona yüklediği” “iş icabı” tıklatmazdı, bekçi.
Belli
aralıklarla bu kapıya; bambaşka bir yürekle, bambaşka duygularla ve bambaşka
kimlikle gelirdi. Bu gelişlerinde, kapıya doğru yaklaşırken içini dolduran o
tatlı gülümsemenin ve hayretten donan gözlerinin yanı sıra bir eli kapıyı
vurmaya hazır durur; diğer eli ise sıcaklıkla dolu olurdu daima. O, ikinci
eliyle bir küçücük eli tutardı…
Bazen ayda bir, bazen haftada bir – belli
olmazdı – bu bahçeden seherin ilk ışıklarıyla girdiğinde, ”Be çocuk! Bir gün ya
kaybolacaksın ya da ezileceksin” diye iç geçirirken; bir taraftan da “Hay Allah!
Ne cesaret? Ne arıyordu ki küçük kız?” mırıldanışıyla hayretini gizleyemezdi,
olana…
Onu her yakaladığında, küçük kıza şöyle alabildiğine bağırmak
çağırmak, kızmak isterdi. Ama yapamazdı bunu… Kızamayışının sebebi; kızın,
amirinin kızı olması değildi… Küçük kızın o sevimli yaramazlığı, o cin
bakışları, o arayan kararlı gözleri, o kocaman yüreği bekçinin kıza bağırmasına
engel olurdu her zaman. Bu haline de şaşırırdı içinden, bekçi: “Şu küçük kızda
beni öfkeden ve bağırmaktan uzaklaştıran ne?” Böylesi soruları onlarca kez
sorardı kendine… Ama şaşılacak şey ki; yüreği cevabı hiç
bulamazdı…
Küçücük bir kızdı elinden tuttuğu… Sevimli mi sevimli… Afacan
mı afacan… Temiz mi temiz… Öyle anlamsızlık ya da ortalığa zarar verecek bir
yaramazlık okunmazdı kızın gözlerinden… Daha çok renkleri ve sesleri merak eden
yüreğin atışı vardı, o sevimli gözlerde…
Kızın oturduğu bu ev büyük bir
ırmakla ilçeden ayrılırdı; sanki, diğer evlere “ben amirinizim” der gibi… Daha
doğrusu ilçe, “o minik ilcik”; kızın evi, ırmak, ırmağı atlamak için köprü ve
geride kalan beş on ev diye sıralanmıştı…
Bekçinin görevi ilçeden amirin
evine kadar ırmağı, yolu ve köprüyü kontrol etmekti. Köprü, aynı zamanda büyük
kamyonların, otobüslerin geçtiği karayoluydu.Son zamanlarda işte bu kamyonların
geçtiği köprüde, daha gün ağarmadan, küçük kızı bulurdu. Kızı bulduğu o anlarda
kız, köprünün kenarlarına açılmış kocaman yuvarlak deliklerden başını aşağıya
sarkıtmış, çoktan ırmağın gürül gürül akışını seyre dalmış
olurdu.
Yıllardır, ilçenin bu bölgesinden sorumlu olmuş, saçlarına
zamanın akları düşmüş Bekçi’nin yüreği ağzına gelirdi; gördüğü bu manzara
karşısında…
Hay Allah! Buradan az önce kocaman bir yük kamyonu geçmemiş
miydi? Yine, Allah korumuştu şu yaramazı… Kızı o halde görünce; onu ürkütmeden,
yavaşça kızın yanına giderdi, bekçi. Kız öylesine mutlu ve öylesine ciddi
ırmağın akışını seyrederdi ki, kıza elini vermeden önce ırmağa bakar dururdu
adam. Kız, ırmağı seyrederken hiçbir şey duymazdı etrafta; bekçinin yanına
gelişini bile… Kızın kulaklarında yalnızca suyun şırıltısı vardı… Bekçi kızla
ırmağı bir arada gördüğü o an, hiçbir şey duymaz; tek şey düşünürdü derinden:
“Şu küçük kız şu çağlayan ırmakta ne görüyor acaba?”
O gün de, küçük kızı
büyük köprünün mazgallarından birinde görmüştü; sabahın ilk ışıklarıyla beraber…
Kız küçücük kafasını kendi bedeni kadar büyüklükteki yuvarlak delikten uzatmış:
yola yüzükoyun uzanmış; ayaklarını keyifle sallaya sallaya ırmağı seyrediyordu.
Onlarca araba geçiyordu köprüden… Ne hikmetse? İşte, bu sabah da küçük kıza
hiçbir şey olmamıştı. Kızmakla gülmek, bağırmakla susmak arasına hapsettiği
hayretiyle, gözünün önündeki manzarayı seyretmekten bir anda sıyrılıp hızlı
adımlarla kızın yanına geldi, Bekçi.
Küçücük kollardan tuttu; kızı bir
çırpıda ayağa kaldırdı. Bir taraftan kızın üstünü başını silkeliyor, diğer
taraftan da sevgi dolu bir yüzle:
“Nihan! Yine ne işin var, burada kızım?
Olmaz be yavrucak! Ezileceksin!”
Küçücük kız, az önce gördüğü ve yüreğine
işlediği doyumsuz manzaranın etkisinden olacak; bulunduğu yerin ve tehlikenin
hiç farkında değilmiş gibi bakan gözlerle gülümsedi Bekçi
Amca’sına…
Bekçi, beş yaşın güzelliğiyle hayata samimiyetle gülümseyen
gözlerin içine bakarken; içinden de kızın anne ve babasına söyleniyordu: Bak
işte! Yine sahip çıkmamışlardı yavrularına…
“Daha bir küçük kızlarına sahip
çıkamıyorlardı;bir de…” Bu son düşüncesini kurtlar kuşlar anladı sandı birden,
kocaman adam. Düşünceyi uzaklaştırmak için benliğinden; “tövbe, tövbeee” dedi,
bir solukta…
“Aaa, Bekçi Amca sen misin? Biliyor musun? Su, o kadar güzel
akıyor ki?..”
“Güzeldir kızım, güzeldir…”
(“Güzeldir de… Güzel olan ne, be
küçük? Ben, neden güzelliği görmüyorum?”)
“Nihan kızım! Buradan arabalar
geçiyor, seni ezerler…”
“Bana bir şey olmaz Bekçi Amca! Ben burada sessizce
duruyorum…”
“Yok, yok! Sen bir daha tek başına buralara gelme! Olur mu be
güzel çocuk!”
Bekçi Amca’sının elini bir an bile bırakmayan küçük kız, yol
boyunca aynı şeyleri söyleyip durdu:
“Ama, su öyle güzel akıyor
ki?..”
Kızın elinden şefkatle tutmuştu Bekçi. İlçeden, ırmaktan, yoldan,
köprüden hızla uzaklaşarak eve doğru yürümeye başladılar
beraberce.
Bekçi, evin bahçe kapısını aralarken söyleyeceklerini geçirdi
içinden… Aklı ve yüreği karmakarışıktı. Ne kıza ne de kızın büyüklerine
kızamayacağını anladı! Kapıyı tıklattığı sıra, daha sabahın altısıydı.
Az
sonra kapıyı kızın annesi açtı. Kızını evin dışında görünce çok şaşırdı anne.
Gözlerini ovuşturdu. Anlaşılan evin büyükleri “kapının sesiyle" daha yeni
uyanmıştı…
“Günaydın Yenge! Nihan’ı bu sabah da köprüde buldum yine.
Dikkat edin be Yenge’m! Korkuyorum; bir gün ezilecek şuncağız…”
Annesi
bir an durakladı. Aklı başına daha yeni gelmişti. Korkudan dudakları uçukladı, o
anda. Kızına döndü; telaş ve dehşet içinde kızına sıkıca sarıldı…
“Nihan!
Yine mi köprüdeydin? Ne arıyorsun kızım, sen oralarda?”
“Ama anne! Su, o
kadar güzel ki!..”
Anne ile Bekçi sorar gözlerle birbirine baktı; ardından
Bekçi anneye selam vererek oradan uzaklaştı. Küçük kız, Bekçi Amca’sını el
sallayarak uğurladı.
Bekçi, memnuniyet ve şaşkınlık içinde bahçe kapısını
kapatarak dışarı çıktı.
Bahçe kapısının hemen dışında, bir süre durdu,
düşündü… Geldiğiyle aynı hızdaki adımlarla köprüye gitti. Küçük kızı bulduğu
yerden; köprüden aşağı baktı, baktı, baktı… Ama bir farkla; bakarken küçük kız
gibi yere yatarak yuvarlaklardan kafasını uzatamadı. Köprünün parmaklıklarına
dirseklerini dayadı; ellerini de şakaklarına… Uzunca bir süre öylece
kaldı…
Birden… Kendine çeki düzen verdi; gökyüzüne başını çevirdi… Ve
yürekten sordu!
“Ey Mülk’ün Sahibi! Irmakta güzel olan neyi gördü ki küçük
kız?..”
Bu soruyu sorunca yüreği rahatladı bir anda ; büyük bir gururla güneş
yükselene dek suyu seyretti. Gözlerini güneşin ışıklarına dikerek ışığın kör
edici gücüyle karşılaştı.İrkildi ama gözlerini çekmedi ışıklardan...Gözleri
kararmaya başladığı, tam o sıra köprüden gürültüyle bir yük kamyonu geçti. Az
kalsın ezilecekti!..Korku içinde yüreğini, yüreğini tuttu birden…Hızlı hızlı
nefes almaya başladı. Sükûnetini sağlamak için bildiği dualar kendiliğinden
dilinden döküldü.Yüreğine söz geçiremiyordu ki dili…
Gökyüzü, ırmak!
Bekçi’nin yüreği ve dili! Şaşkındı bekçi; önünde duran kapıdan olsa gerekti
şaşkınlığı... Başka kapılar olsa, şöyle, rahatça vururdu kapıya; ee, bu kapıyı
tıklatmak her yiğidin harcı değildi! Nefes alışının hızıyla beraber, içini
ılıklıkla saran esrarlı bir hisle, köprüden aşağı eğdi kafasını…
İşte o
ân! Küçük yüreğin yüzünü gördü, ırmağın üstünde, eli yüreğinin üstünde duran
Bekçi:
“Sahi, söyle bana küçük kız, ne var ki şu ırmakta?” diyebildi,
usulcacık…
Yegâh Elif (R) - "OYMA SANDIĞIMDA SAKLI RENKLERİM" HİKAYE KİTABI "- (İkinci Bölüm: Muhteşem Manzara) Syf.76-77-78-79, Telif Eser