GÖRENE İDİ, TECELLİ! O, GÜZEL RESİM İÇİN...
Nasip, on sekizindeydi ancak, babası Kadir Usta’nın o feci yangında can
verdiği sırada. Bu nasıl bir nasipti Ya Rabbi'm? On yıl ara ile hem annesini hem
de babasını almıştı Azrail ondan.Onların
rızıklarını sağlayan bu bereketli oyma dükkanı bir anda kül olmuştu. Biz olsak,
“ah, vah” ederdik; “kara talih” der dövünüp dururduk yerimizde. Ama Nasip, sizin
bizim gibi değildi! Babası nasıl kaderine razı olanlardansa o da kaderinin önüne
koyduğu nasibe, bütün gönlüyle rıza gösterenlerdendi. Biliyordu o, taa küçük
yaşlardan biliyordu. Biliyordu o, babası öğretmişti ona; canı alan da canı veren
de Hüda idi. Cana iki cihanda da gülistanı tattıran da Hüda. İnsan olana
yalnızca, bilmek görmek, bulmak gerekti.Eğer şu yokluk denizinde beden kayığı
can mumu ile yüzecekse daha, ummanı ve ışığı gösteren Rabb, nasibi de verecekti
elbet.
Hem, babası ona ve kardeşine öyle bir kader bırakmıştı ki. Daha dün yanmış,
oyma dükkanının ruhu hala yaşıyordu sanki. Üstelik, yanan yalnızca tahtalardı;
biliyordu bu oğlancık. O tahtalar ki, şimdiden sonra yolu aydınlatan köz köz
olmuş can ışığıydılar. Ruh vardı şu yanışla gelen dirilişte, iki yetime de son
nefeslerine kadar baki kalan.
Kader Usta’nın bu çarşıya, şu yaşadıkları mahalleye çok emeği geçmişti.
Yalnızca, ünü dört yana ulaşmış oyma eserlerine emek vermemişti o. Alın teri ve
göz nuru ile kazandığı akçeleri “çarşı sandığına” helalinden veren ustalar
arasında başı çekenlerdendi. Kaç çırak, kalfa; kaç kalfa kalfa-usta olmuştu
yanında. Hele kaç tanesi de, onun “peştamal giydirmesi” ile ustalığa ulaşmıştı.
O dahi sayısını unutmuştu yetiştirdiklerinin, destek olduklarının.
Çoğu zaman da, sandığın nasibine düşenden fazlasını – bir anda yanından
gidiveren, ama kalbinden hiç sökemediği gül yüzlüsünün; gül ağacının yanında
yüzünün güldüğünden emin olduğu için, sevinçle ve huzurla- fakirlere,
kimsesizlere, eri sefere giden yalnız gelinlere, evlenene, ev yapana, dükkan
açana, işi rast gitmeyen esnafa yardım olsun diye akçeleri dizerdi “sandık”a…
Kim ondan medet umarsa; onun yanında olduğunu yardım dileyene hissettirmeden
“medet peşinde olanın ta yanı başında olabilmek için” yapardı bu yardımları
can-ı gönülden… Onu örnek alan daha nice çarşı ustaları, onun yanında çalışıp da
kendi dükkanında usta olan nice erler de aynı yolu takip ederlerdi.
İşte gün gelmişti!.. Rabb'im, hangi kulunu yalnız, aciz, tek başına ve dertli
bırakırdı ki? Tek ki; yolu, ışığı, yüreği ve yazıyı iyi okumak, yolun yazısını
yürekle yazmak gerekti. Rabb, verirdi; dileyene… Rabb, verirdi; arayana… Rabb,
verirdi kendi nesfsinden önce başka can için canı yanana! Rabb verirdi; Rabb’in
gizemli işaretlerini sabırla okuyana… Rabb verirdi; almadan vermenin sırrına
eren yüreklere. İşte, gün gelmişti.İşte gün, bugündü.Rabb’in var ettiği gün. Tam
da vakti saati gelmişti o büyük tecellinin…Görene!
Görene! Görene idi
tecelli…Elbette, kader görene idi, ancak. Kader, bilmediğimiz değildi aslında…
Menzilin sonunda gördüğümüz o güzel resim için, yolları ilmek ilmek örmekti
Kader. Kader, bilinmeyen değildi aslında. Kimine görülmeyendi; kimine göre ayan
beyan yürekle görülen…İşte o gün geldi. Görebilmenin, erebilmenin vakti saati
geldi çattı. Kader, Nasip’e Kader Usta’nın nasibini sandık aracılığı ile verdi.
Öyle bir saatti ki bu, sanki bir tarafta canı ciğeri oyulmuştu babasının
gidişine oğlanın; diğer tarafta canı hayat bulmuştu nasibine erişine.
Çarşı esnafı yangının çıktığı gecenin hemen ertesi günü, sabah namazından
sonra birleşti ve iki kararı bir anda verdi Kader Usta’nın emanetleri için.
Birinci karara göre, Kader Usta’nın yadigarları iki pırlanta çocuk, çarşının
çocuklarıydı .Bütün çarşı onlara kol kanat gerecekti. Çocukların veliliğini
Sacid Molla hemen oracıkta, bu karar alınır alınmaz, kabul etti. İkinci karar
gereği ise, “sandık”tan yüklüce bir miktar akçeyi Nasip’e vereceklerdi. Nasip
hem medresede iyi bir talebeydi hem de babası Kadar Usta’nın yanında çıraklığa
kadar gelmişti.Bir taraftan medresede eğitimini sürdürebilecek; bir taraftan da
bBelli bir süre bir oyma ustasının yanında yetişmesine devam edecek; bir iki yıl
içinde onun da Usta olması için ona yol verilecekti. Dükkanı da bu sandıkta
toplanan para ile açacaklardı Nasip’e…
Bu kararlara bir karar da Çarşı Ağası ekledi: “Cennet mekan Kader Usta bu
çarşının babası, ustası, pîri idi. Çarşının yardım sandığına akçe verirken
yalnızca kendine düşen payla kifayet etmezdi o. Nasip ile Medet’e kimse bir
dirhem bir şey demeyecek! Ama biz onlara babasının her daim yaptığı gibi,
paylarından fazlasını yüreklerimizden kopararak vereceğiz.”
Bütün Çarşı ahalisi, bu sözün üzerine ne bir eksik ne bir fazla söz
söyledi.Ve o gün herkes bir güne düşen nasiplerini sandığa
eklediler…
Çocukların üzüntüsü daha taptazeydi. Bütün çarşı ve bütün
mahalle birkaç gün beklediler, çocukların toparlamasını. Aslında, geçen süre
içinde ne Nasip’in ne de Medet’in tek bir damla döktüklerine kimseler şahit
olmamıştı. Ama Sacid Molla’nın tanıklık ettiği bir şey vardı ki… O yangın
gecesinden ona kalan… Bu tanıklığı nasıl yoracağını, nasıl göreceğini
bilemedi.Gözüne yangın gecesinden bugüne kadar dirhem uyku girmemişti. Birkaç
kişinin ağzını aradı şöyle usulünce; yok, kendisinden başka kimse şahit
olmamıştı bu muammalı olaya… Ama Molla, kulakları ile işitmiş ve gözüyle
görmüştü… Kader Usta’nın yanmakta olan dükkanının içinde olduklarını fark
ettiklerinde, iş işten geçmek üzereydi. O büyük panikte, o insanların çaresiz
koşuşturmaları arsında, ağabeyi ile birlikte dükkanın yanan kapısına gelen
Medet, gözyaşları içinde “Babaaaaaaaaaaa!” diye bir çığlık atmıştı.
Evet, emindi Molla; o bu yaşına kadar konuşmayan çocuk ses vermişti… Nasip’e
soracak oldu… Nasip daha babasının ölüm şokunu ve üzüntüsünü atamamıştı. Böyle
bir şeyi ne duymuş ne de görmüştü.Görse bile unutmuştu. Ağabey olduğu için
sessizlik ve vakarla ölümü kabullenmiş görünüyordu ama, Hoca'sı onu iyi tanırdı.
Bu içli delikanlı içten içe, kimselere belli etmeden yıkılmıştı. Ve bundan sonra
da hiç belli etmeyecekti, içine gömdüğü üzüntüsünü… Medet’e bakıyordu o haykırış
saatinden sonra her ân Molla; hatta bir kez yanına giderek “Medet, sen
konuşuyorsun.’Baba’ dedin, duydum” dedi çocuğa… Çocuk, Molla’nın gözünün içine
baktı ve insanın içine işleyen bir gülümseyiş gönderdi hocasına… Ve hiç mi hiç
ses çıkarmadı. Yine de, Hoca bildi bu susuşu; Medet ancak hakiki yürüyüşlerde,
hakiki yanışlarda, hakiki görüşlerde dile geliyordu ve gelecekti bundan sonra
da.
…
Aslında, Sacid Molla dünden razıydı, Nasip’le Medet’i himayesi altına almaya…
Bütün umutlarının karardığı bir ân’da hazine değerinde iki oğlan armağan etmişti
Hüda ona… Ne sonsuz hazinesi vardı Rabb’in… Otuz beş senelik evli Hoca’nın hiç
çocuğu olmamıştı şimdiye kadar. Yine de o, bir günden bir güne ne eşine ne de
Rabb'ine “of” bile demedi. Hanımı kendini eksik hisseder diye, bir gün olsun
“çocuk” sözü etmedi. Zaten medresedeki tüm çocuklar, onun ve Hatun’unun
çocukları değil miydiler? Medreseye gelen tüm çocuklara hep kendi çocukları
gözüyle bakmamışlar mıydı? Hayır! İtiraf etti Sacid Molla: Nasip’le Medet’i
diğer talebelerinden bir parça fazla sevmişti yüreği. Yalan söyleyemedi kendine
bile. Nasip on yıla yakındır ondan ders alıyordu. Medet’in de yanına gelmesii üç
dört ay ya olmuştu ya olmamıştı. Nasip, medresenin en gözde talebesiydi. İki
cihana ışık olacak bütün güzel amellerde gelecek vaad ediyordu. Her yönüyle
herkese örnek, herkesin gıpta ettiği bir gençti Nasip.
On iki yaşına gelen
Medet de eğer duyabilseydi, eğer konulabilseydi…”Duymak” deyince yine yangın
gecesini hatırladı Molla:
”Allah’ım bu bir ışık mı yoksa? Belki gün gelir
tamamen konuşur ve duyar Medet! Sen medet ihsan eyle bize!” diye mırıldandı
yürekten.
İşte eğer duyabilseydi, eğer konuşabilseydi, herkes görüyordu ki, bu oğlan da
ağabeyinin yolundaydı. Üstelik, nasıl olduğuna kimseler akıl sır
erdirememişlerdi ama, Medet iki aylık kısa bir sürede ağabeyinden okuma yazmayı
sökmüştü. Sanki, ağabey ile kardeş arasında kimsenin çözemediği, çözemeyeceği
gizli bir dil vardı.
Medet, uzun uzun dinlemeyi seven bir çocuktu. Hep başı biraz öne eğik gibi
durur; ama bulunduğu mekanın en ince ayrıntısını hemen hafızasına alırdı. Sanki,
insanların ağzından, gözünden, nefesinden medet umarcasına usul usul dinler ve
yüreğine nakşederdi olanı. Onu seyre dalan bir kişi, onun duymadığına ya da
konuşmadığına asla ihtimal vermezdi. Her sohbeti başından sonuna kadar pür
dikkat dinlerdi. Sacid Molla “bu çocuk duyuyor mu acep” diye geceler boyu uzun
uzun düşünceler dalmıştı bir vakitler. İlk zamanlar yoğun bir şekilde bu
düşünceye kilitlendi yüreği. Sonra bir gün, bu yanlış düşüncesinden kimselere
sezdirmeden utanıverdi. O ki, bu medresenin en ulu kişisiydi; nasıl anlamamıştı
ki? İdrak günü gelince, utancı tövbeye döndü o dem. Tam bir hafta, herkesten
sakladığı bu kusurunu affettirmek için inzivaya çekildi ve Allah’a el
açtı:
”Bu çocuğun kulağı duymuş, duymamış! Ne gam! Yüreği duyuyor. Ey Güzel
Allah’ım! Ben bunu nasıl görmem? Görmeyişim için affet beni!”
Medet, kendi isteği ile, medresenin mutfağında aşçıya yardım ediyordu. Ama en
sevdiği ve en önem verdiği görevi, şöyle kıpkırmızı billur gibi çay demlemekti.
Çok zaman geçmeden medresedekiler ve medrese sohbetlerine gelen misafirler
Medet’in çayının tiryakisi oldular. Çay aynı çaydı aslında… Çay aynı çaydı ama,
Medet’in değil de aşçıbaşının eli bile değse, bu çay aynı billur çay olmazdı
ki…
Sacid Molla, kendi kendine kanaat ettiği “bu çocuk duymuyor” hatası için bir
hafta odasına kapanıp mağfiret diledikten hemen sonraki günlerde, Medet’le Nasip
kadar, bazen Nasip’ten de öte ilgilenmeye başladı. Şimdiye kadar yarı acıyarak
ilgilenmişti Medet’le, ama madem ki çocuğun yüreği ile duyduğunu idrak etmişti;
dizinin dibinden ayırmadı onu. Çocuktaki alametleri, izleri iyi anlamalı, iyi
okumalıydı… Hem de hayretle...Hoca, “çocuğu duymayanlardan” olmayacaktı bundan
sonra.
Çocuğun yakınına kadar gelip de, onu duymaya başladığından bu yana, Hoca her
gün çocukta bir başka güzellik keşfetmeye başladı. Bir gün, çocukta bir farklı
güzellik, bir farklı alamet daha gördü: Çocuk, “ben bu sohbetlerden anlıyorum,
her kelimesini duyuyorum” dercesine dinlediği sohbetlerden bir figür, bir
minyatür resmediyord sessizce.Bu minyatür ya bizzat sohbetin konusunu anlatan
bir iz, figür oluyor ya da sohbetin en feyizli kişisinin tasviri. Bakardınız ki,
bir sohbette “çeşmelerden” bahsolunuyor, işte o an çocuk çeşme resmetmiş;
bakardınız ki, o gece sohbetin tüm konusu yardımseverlik, konunun tamamını
özetleyen büyükçe bir minyatür düzüvermiş, Medet!! Ya da bir bakardınız; en
hoşsohbet, en alim, sohbet ehli zatın resmi var önlerinde, Medet’in ellerinden
süzülen…
Molla, yapılan sohbetlerle çocuğun resmettiği minyatürlerin arasındaki
isabetleri gördükçe günden güne daha büyük hayretler içinde kaldı. Nasip,
şairlik, neyzenlik ve alimlik yolunda ilerleyedursun; Medet de minyatür ve hatt
sanatında çırak olmaya başlamıştı.Çay demlemekte zaten çoktan Usta idi
oğlan.
İşte, öz evlatları gibi sevdiği ve bu çocuklar kendinin yanına geldiğinden
beri, medresenin namının ve hikmetinin kat be kat arttığını gördüğü böylesi
bereketli iki yavruya, Nasip’le, Medet’e babalık yapma zamanı gelmişti.Ne yüce
bir mertebe idi, onun için. Mertebenin büyüklüğünü hissettikçe yüreği kabarıyor,
gözleri nemleniyordu. Bu kutsal görev için bir taraftan tarifsiz bir mutlukla
doluyordu içi; diğer taraftan da sebebini bilmediği bir sıkıntıyla daralıyordu
yüreği… Çocukların yanında kaldığı bu birkaç gün bu sevinç, hayret ve sıkıntı
girdabında Hocanın ağzından tek bir söz çıkar olmuştu: “Allah Allah!”
Bir haftaya yakın medresede kaldı çocuklar. Cumartesi gecesiydi.O büyük
felaketin ardından beş koca gün geçmişti.. Babasının ölümünden beri bir damla
yaş dökmediği gibi bir damla da uyku uyumayan Nasip, medrese odasında kandilin
ışığı altında düşünüyordu.
Cuma namazından sonra Çarşı ahalisi Çarşı Ağasının başı çekmesi ile yanlarına
gelmiş hem kararlarını Nasip’e bildirmişler hem de “sandık payını” Nasip’e
vermişlerdi. Nasip ve Medet, o kadar olgundular ki o ân… Ne ”Bu akçeler de
nereden çıktı” dediler, ne de “Aa zaten bu ân’ı bekliyorduk” duruşu
sergilediler… Sanki sandığın sırrına bu küçük yaşta erdiler… Dinlediler;
yalnızca saygı ve kanaatle dinlediler.Yalnızca bir bir büyüklerin elini öptüler
ve “Allah razı olsun”” dediler… Her ikisinin de dili söyledi bunu, inanın!
Nasip düşünüyordu.Son beş gündür, tüm bu olanları düşünüyordu. Sekiz yaşından
bu tarafa, belki de bu kadar ciddi, bu kadar kılı kırk yararcasına düşünmemişti.
Nasip ağabeydi! Düşünmeliydi Nasip Ağabey! Düşünmeli ve en hakiki kararı
vermeliydi, kendileri için… Ağabey olduğu için bundan sonra nasiplerinde neler
yaşayacaklarını kavrayabilecek ve kimden, neden medet umabileceklerini bilecek
oydu.
Medresede kaldığı sürece; annesi Nâgehan’ı, babası İhsan’ı, babasının sembolü
Kader Usta’yı, kardeşi yüreği duyan Medet’i ve kendinden öte kendinin içindeki
Nasip’i düşündü. Ne yapmalıydı? Neler yapmalıydı? Kim ve ne onlara yol
gösterecekti? Bütün oymaların bir gece içinde bir anda, insanın aklını başından
eden kül oluşundan sonra; gündüz, bir gün ışığında, bir atan yüreklerin rızası
ile sandıktan çıkarak bir çırpıda ayaklarına kadar gelen o büyük “sır” neydi? Ve
bu sırrın değerine layık nasıl bir adım atmalıydı?
Bu, insana "ansızın"
görünen “oluş-lar”da, “kader”in “bir” “işaret”i vardı, “mutlak”! Kardeşler
nasiplerine düşeni iyi görmeli, iyi duymalı ve gördüklerince, duyduklarınca
layıkıyla yaşamalı, hayat yolunda can bulmalıydılar… Ama bu nasip bu medrese
değildi onlara; bunu anladı, işte o gece Nasip! Daha tam çırak olamadığı oymacı
dükkanı da nasipleri olamazdı… Anladı, anladı da olmayacakları…”OL”AN NEYDİ?
Bundan sonra ne yapmalıydılar; iki yürek bir olup…Kader’i nasıl
okumalıydılar?...Sırra nasıl varmalıydılar?
Tek şeyi net biliyordu… Fakat, bildiğini, anladığını nasıl anlatacaktı? Sacid
Molla’ya ne diyecekti ki? Karıncayı bile incitmeyen kalbi Hoca’sını incitemezdi
ki!..
Tek oluşu mutlak görüyordu şu an: O, Medet’in tek velisiydi artık…
Seher yeli incecikten vururken açık pencereden odasına… Seher yeline bir taze
yüreğin nidası karıştı:
“Medet, Ya Hû!”
Yegâh Elif (R)