KADER, BRE ERENLER!..
Çarşının en aranılan ustasıydı. Orta boylu, esmer, kara kaşlı, kara gözlü,
halim selim bir adamdı. O çatık kaşları ile o pehlivan duruşunu karşıdan
görenler heybetinden çekinirler, onu kesinlikle gözünü budaktan sakınmayan bir
askere benzetirlerdi. Bu benzetiş yersiz de değildi hani; gençliğinde uzun
yıllar asker talimi almıştı babasından.Yürüyüşü, duruşu tam bir asker gibiydi. O
duruş yüzünden korku ve hayretle karışık yerinde çakılanlar, yanına varmayı göze
aldıklarında yumuşak ve müşfik kalbi görüverince bir kez daha şaşırırlardı.
Altmış yaşına merdiven dayamıştı. Fakat, kimilerine göre yetmişi çoktan
devirmişti. Kimilerine göreyse, o İstanbul’un görüp göreceği en büyük depremde
dokuz yıllık eşi biricik Nagehan’ını gözünün önünde Hakkın Rahmetine uğurladığı
geceden sonra, saçlarına bir ân’da aklar düşmüştü. Bu aklar yüzünden oldukça
yaşlı gözüküyordu; oysa daha kırk beşinde olmalıydı. Yaşı kaç olursa olsun öyle
dimdik duruşu vardı ki. İşte bu duruş, ömre bedeldi.
Dedesi bir
denizciydi, babası ise bir Serdengeçti.İlk sahip olduğu kitaplar ve ilk aldığı
dersler dedesindendi.Bu hünerli ellerinin bir ömür yaşattığı oymacılık sanatı da
babasından yadigardı ona. Babasının, aylar yıllar süren uzun seferlerinden
evlerine dönüşünde; yalnızca yorgunluğunu atmak için uğraştığı bir sanatın, onun
bütün bir ömrünün kaderini çizeceğini, o daha küçük bir çocukken kimseler
bilemezdi. Henüz dört beş yaşlarında küçük sandıklar, küçük çerçeveler yapmaya
başladı. Sekiz on yaşlarına gelince babasının götürdüğü bir oyma ustası ondaki
yeteneği fark etmiş ve onu göstererek babasına:
“Bu oğlancık iyi bir Oyma
Ustası olacak. Sakın ola bunu ziyan etmeyesin” demişti. Babası, Usta’ya
hürmetten olgunluk içinde “Kader, ustam! Belli mi olur?” demiş; içten içe de
“Ben asker yetiştireceğim oğlumu, şu adamın dediğine bakın hele!” diye
söylenmişti.O, hem babasının hem de ustasının gözlerinde o gün gördüğü manayı
hiçbir zaman silemedi benliğinden.
Kader Usta, babasının onu oyma
ustasının yanına götürüşünü neden şu anda yeniden hatırladığına hayret ederek
gülümsedi… Aslında, ustanın ona el vereceğinin işaretini aldığı o ilk günü ve o
ilk sözcükleri hiç mi hiç unutmamıştı ya! Elindeki rahlenin gül motiflerini ince
ince ve büyük bir sabırla oyarken o büyük ustanın, kendisinin gözlerinin içine
bakarak babasına söylediği bu sözler şu ân yine geldi aklına işte. Babası,
içinden de olsa ne kadar kızmıştı bu sözlere. Ama o, minicik yüreğinde ustasının
ona güven ve hayranlıkla baktığı gözlerden süzülen tatlı bir ılıklık hissetmişti
hemen oracıkta…Hem babası madem kızacaktı, neden götürmüştü ki
ustaya?
Kader Usta’nın asıl adı İhsan’dı. Çocukluk yılları, onun hiç
sevemediği, babasının asker talimleri ile geçti. Babası öyle büyük bir arzu ile
oğlunu yiğit bir serdengeçti yetiştirmek istiyordu ki, daha beş yaşındayken
oğluna sedef kakmalı, özel işlemeli kabzası olan dillere destan bir kılıç
yaptırmış ve bu muazzam kılıcı oğluna sünnetinde hediye etmişti. Ama o ne
yapmıştı? On beş yaşına az bir zaman kala asker babasının tüm itirazlarına
rağmen, bu talime baş kaldırıp Sinop’taki baba ocağından kaçarak, İstanbul’da
onu ilk keşfeden oyma ustasının yanına sığınmış, ustanın yanında çalışmaya
koyulmuştu. Usta, babasına İhsan’ın yanında olduğunu bir name ile bildirdi vakit
geçirmeden. Babasının olana rıza göstermekten başka yolu kalmamıştı. İstemeye
istemeye ustaya “tamamdır; oğlum sana emanettir” dese de, asker adamın, oğluna
gönlü onulmaz bir şekilde kırıldı. Zaten üç beş yıl geçmeden büyük üzüntüye
dayanamayan İhsan’ın babası bu dünyadan göçüverdi.
İhsan bu ölümle çok
yıkıldı. Günlerce yemeden içmeden kesildi. Ne olurdu sanki, babası ona rıza
göstermiş olsaydı. Ama kaderin İhsan’a oyunu bununla da
kalmayacaktı.
Daha babası ile arasını düzeltemeden babasının âni ölüm
haberini alışından mıdır; büyük bir felaketin ardından biri sekiz biri iki
yaşında yetim kalan iki erkek çocuğunu tek başına yetiştirmek sevdasına
düşüşünden midir; yoksa her zorluk ve yokluk anında insana huzur veren bir
gülümseme ile söylediği “Kader! Bre erenler…” deyişinden midir, nedir? Yıllar
yıllar içinde Çarşı ahalisi İhsan’a “Kader” ismini münasip gördü. Ve yine yıllar
Kader’i günün birinde, namı dört yana yayılmış Kader Usta yaptı. O da öğrendi
sonunda, “Veren de alan da Allah"tı. İnsan kaderine razı olmalıydı. Bu, kaderine
çoktan razı olmuş adam, ismini hiç yadırgamadan bağrına bastı. Sadece, cuma
geceleri oğullarıyla birlikte ney ve hat dersleri verdiği gençler onu İhsan Baba
diye bilirlerdi. O, çarşının ihsanı bol, vazgeçilmez kaderiydi.
Bugün
elindeki rahle Kader Ustayı her zamankinden fazla uğraştırıyordu. Ve bugün
yüzüne yayılan o sıcak ve huzur dolu gülümseme, sabahın seherinden şu ikindi
vaktine kadar onu hiç bırakmadı. Şimdi, ceviz tahtaya oymakta olduğu şu tek gül
motifini her zaman iki-üç saatte bitirirken bugün tam sekiz saattir uğraşıyordu
motifle. Üstelik, gül deseni tam manasıyla da bitmemişti daha…
Sanki
gülün her bir taç yaprağını sabırla ve gülücükle tahtaya oyduktan sonra eli
kendiliğinden cevizden aşağı kayıyor; sanki görünmez bir el ellerinden tutuyor,
görünmez bir göz ise gözlerini hayal perdesinden açılan mazideki gerçeklere
götürüyordu bu akşam.
On on bir yıl öncesi açıldı şimdi yine önünde. Çok
sıcak bir Ağustos gecesiydi. Kendisinin ve eşinin el emeği göz nuru ile
biriktirdikleri akçelerle aldıkları Çamlıca’daki bu ahşap eve yerleşeli henüz
bir yıl olmamıştı. Nagehan o gece eşinin yaptığı devasa tezgahının başına geçmiş
o güzelim halılarından birini daha dokuyordu. Büyük oğlu Nasip babasının yanı
başına oturmuş;mektepte yeni tanıştığı arkadaşına küçük bir kutu yapıyordu.
Henüz iki yaşındaki Medet’i annesi uyutalı bir saat ya olmuş ya olmamıştı. Her
gece olduğu gibi bu gece de aile yemeğini yemiş; büyüklerin namazından sonra
herkes işine koyulmuştu. Sekiz yaşındaki Nasip’in çoktan uyuması gerekiyordu ama
arkadaşına o kadar keyifle kutu yapıyordu ki, İhsan bu gece büyük oğlunun
uyumamasına göz yumdu. Nasip, büyük adam edası ile öylesine aşkla işine
sarılmıştı ki, babası onunla gurur duyduğunu düşündü o an… Belki de bu gururla
oğlunun kocaman bir adam olduğunu düşünen yüreği, oğlanın uyanık kalmasına ses
çıkarmadı. Kim bilir?
Zaman su gibi akıyordu. Baba ile oğlu oymaların
aşkına; anneleri Nâgehan dokuduğu halının renklerinin nârına bu gece zamanı
unutmuş gibiydiler. Yatsıyı geçeli epey bir zaman olmalıydı.
Bir ân,
havanın her zamankinden çok daha fazla sıcak olduğunu hissetti İhsan. Hatta
alnındaki boncuk boncuk terleri fark etti; sofranın kenarında duran peşkirle
alnını sildi.Yanındaki şu gayretli Nasip’e baktı. Bu bakışta her zamankinden çok
daha fazla bir şefkat hissetti. Sonra kıyamadı bebeğine, ona da aynı ölçüde
şefkatle bakarak gülümsedi. Ne kadar da güzel uyuyordu Medet? Bu da yetmedi
yüreğinin karanlığını aydınlatmaya… Gül yüzlüsünü hatırladı ansızın. Sanki
Nagehan’ı çok uzaklardaymış gibi, onu her zamankinden çok özlediğini düşündü…
Tezgahın ahenkli sesini duyunca yüreğine su serpildi. Bir garipti bu gece…
Kendine gelmek için bir tas soğuk suyu içti bir solukta. Yok, bu hararetin, bu
şefkat selinin, bu incelişin kesileceği yoktu. Ailesini ne kadar çok sevdiğini
düşündü, birden.Kalp atışları hızlandı durduk yere. ”Acaba, bu dört kişilik
ailesini neler bekliyordu?” Bu soru aklına gelince irkildi. Ürperdi, silkeledi
kendini! Bugün hem çok sıcak hem de çok yorulmuş olmalıydı. Yanında büyük bir
sabırla küçük kutuya kendi çiçek motiflerini kazıyan oğluna döndürdü bakışını.
Onun omzunu tuttu, biraz olsun ferahlamıştı:
“Bak hele şu oğlancağıza?
Aferin, bu gidişle boynuz kulağı geçecek! Bak hele…” Biraz önceki ürpertinin
yerini gururla gülümseyişin huzuru aldı… Yine tatlı düşüncelere
daldı…
Hele, şu Nasip yok mu? Bu hünerli Nasip… Kim bilir, onun nasibine
de neler yazmıştı Hüda… Nasip’i, dört yaşından beri özenle yetiştiriyordu. Dört
yaşında mahalle mektebine başlamıştı Nasip, mahallenin bütün çocukları gibi.
Altı yaşından sonra babası onu arkadaşı Sacid Molla’nın medresesine göndermeye
başladı. Sacid Molla, çocuğu daha ilk gördüğünde çocuktaki o göz ve gönül
açıklığını görüverdi. Nasip de babası gibi oymacılıkta hünerliydi. Henüz çok
küçük yaşlarında bile yaşına aldırmadan ney üflemek için nefesini tüketişi vardı
ki; görenlerin canı giderdi. O da babası gibi, halim selim, becerikli, akıllı,
çalışkan bir çocuktu. Oymacılıktaki hüneri kadar, okuduğu kitapların çokluğu ve
manalarındaki zorluğu ile babasıyla yarışıyordu Nasip. Bu derviş gönüllü oğlan
yıllar içinde hikmetli hikâyeler, şiirler yazacak; ilimlere aşık bir gönül
taşıyacak, kalbi karıncayı bile incitmeyecek incelikte bir Efendi olup hem
babasının hem de hocasının gurur kaynağı olacaktı.
Özenle yetiştirdiği
oğlunun bu güzelliklerini gören İhsan, “Ah şu oğlumu gönlünü kırdığım babam da
görebilseydi keşke” diye mırıldanırdı her gece ve ardından yere biraz daha
eğdiği gözlerini ailesine göstermeden “Kader bre” derdi… Bu gece de aynı şeyleri
mırıldandı, başını öne eğerek…
İnsanı kavuran bu ağustos gecesinde, aynı
düşüncelerle iç geçirip gözlerini ailesinden kaçırırken aniden bir gürültü oldu.
Gürültünün ardından yer yerinden oynadı sanki. Aile bir anda neye uğradığını
şaşırdı. Nasip de Medet de, ortalığa birden bire düşen büyük gürültüden ağlamaya
başladı. Evin babası büyük bir sarsıntı ile sallandıklarını anlamakta gecikmedi.
Medet’i beşiğinden kaptığı gibi Nagehan’a seslendi. Nagehan, oturdukları odanın
açıldığı büyük sofanın en sonunda kocasının yaptığı büyük tezgahın başındaydı.
Bu arada, korkudan babasının paçasına yapışan Nasip’i de diğer eline aldı İhsan.
Sarsıntı şiddetlenerek devam ediyordu. Evin içindekiler bilmiyordu ama, o canım
İstanbul, ömründe görüp göreceği en büyük depremle yerle bir oluyordu işte tam
bu sıra.
İnsanın aklını başından alan o anlarda sağlıklı düşünmek çok
zordu. Adam şaşkın şaşkın bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Önce sokak
kapısına yöneldi. İçinden bir ses onu geri döndürdü. Farkında olmadan “Nagehan,
Nagehan” diye feryad etmekteydi. Ama kadınından çıt çıkmıyordu.Sofaya doğru
yöneldi yeniden. Büyük bir acıyla, “Nagehan neredesin? Buraya gel!” diye
gürledi. Çocuklar babalarının bağırışına daha büyük bir çığlıkla karşılık
verdiler. İhsan, düşen tahtaların, yuvarlanan eşyaların arasında, sonunda eşinin
bulunduğu yere ulaşabildi.Ulaştı ulaşmasına ama… Ama artık çok geçti… Ağır
tahtalardan yapılmış ve yarıya kadar halı dokunmuş o büyük tezgah ile yatak ve
yorganların bulunduğu tezgahın arkasındaki o ağır yüklük Nagehan’ının üzerine
düşmüştü. Gözlerine inanamıyordu adam!! Daha hayatının baharındaki kadını, gül
yüzlüsü, gül kokulusu oracıkta can vermişti. İçindeki ateşi ile gözlerindeki
yağmuru dindiremeyen çaresiz adam, eşine son bir kez hasretle baktı. Ne
yapmalıydı Ya Rabbim? Bir eşine, bir çocuklarına şaşkınlık ve çaresizlik dolu
bakışlarla dönüp durdu bir süre… Bir an, aklı başına geldi: Biraz daha kalsalar
bu evde, elindeki biçareler de can verecekti.
Artık tek şey
düşünebiliyordu; ona emanet kalan Nasip’le Medet’i kurtarmalıydı buradan. Son
bir kez daha o güzel yüze baktı. Nedense, bir ân tezgahta yarım kalan halıya da
gözü takıldı. Eşine son duasını yaptı. Biraz daha kalırsa gül yüzlüsünden ona
kalan güzel emanetler de elden gidecekti. “Beni affet gül yüzlüm” dedi ve
yıkıntıların arasından yolu aradı. Bir solukta kendini ve çocuklarını
yıkıntıların arasından güçlükle dışarı attı… Bir dakika içinde enkaz haline
gelen evden koşan üç tane can, gökyüzünü yırtarcasına ağlıyorlardı…
Bütün
gece sabaha kadar dışarıda beklediler. Sabahın ilk ışıklarında çocukları söğüt
ağacının dibinde güçlükle uyutabilen İhsan, evin yıkıntıları arasına tekrar
daldı. Gül yüzlü Nagehan’ın yanına koştu; onu büyük bir huşu içinde gözlerinden
süzülen iplik iplik yağmura aldırmadan evlerinin bahçesindeki gül ağacının
yanına gömdü…
O büyük depremden ona yadigâr “o, canının parçası gül
yüzlünün ona son gülüşü” ve iki küçük yetim kaldı.
Ustanın deprem
gecesini hatırladığı her an, şimdi olduğu gibi nefesi kesilir; o büyük depremin
dehşet anları gibi terler içinde kalır; arkasından, boğazına bir şeyler
düğümlenirdi. O düğüm yapıştı mı bir kez, kolay kolay da çözülemezdi ki. Tek
şifası vardı düğümün; eve gidip de gül yüzlüsünün emaneti çocuklarına sarılmak.
Ve her seherde gül ağacını sulamak…
Saatlerdir dükkanından çıkamayan
Kader Usta kimsenin görmesini istemediği iki damla yaşı sol kolu ile sildi. Yine
gül yaprağının başına döndü. Ancak böyle huzur bulurdu. Yok, hayır! Bugün hiç
çözemediği bir tuhaflık vardı ki, Kader Usta havadaki bu gizeme hayatında ikinci
kez şahit oluyordu. Havayı daha önce solumuştu da, henüz çözemediği şey, bu
tuhaflık neredeydi? Tuhaflık ya bugündeydi, ya da o hünerli Kader Usta’da… O
çocuklara ve yoksullara merhametli, düşmana ve haksızlıklara karşı cesur,
Allah’ın dünya ve ahretteki nimetlerine ermek için oymaların diline teslim olan
el, bugün tutuktu işte. Sanki, onun elinden daha büyük olduğunu yalnızca onun
anlayabildiği bir El onu bir bahçeye çekiyordu.
Bu çekişi taa içinde
hissetti İhsan Baba. Vakit hayli ilerlemişti ama bugün ayakları onu eve de
götürmüyordu, nedense! Son yaprağı oymaya geçerken kalbinde hem bir sızı hem de
bir ferahlık hissetti İhsan…
Nasip’ini ne de güzel yetiştirmişti. Şu
geçtiğimiz Cuma tam on sekiz yaşına basmıştı Nasip. Medresenin gözde
talebelerindendi. Okumak ve yazmak Nasip’in en vazgeçilmeziydi. Sacid Molla,
Kader Usta’nın hatırına haftanın bir günü babasının bu oymacı dükkanında
çalışması için izin vermişti ona. Nasip, hünerli, sabırlı ve istekliydi
oymacılıkta ama… Ancak çırak olabilmişti oğlu. Şöyle bir “ah” çekti içinden. Ama
biliyordu gerçeği Kader; oğlu onun yanında çalışırken bile, aklı kitaplarda ve
yazmaktaydı.Bu arzuyu, ondan daha iyi kim bilebilirdi ki? ”Eh, buna da şükür!”
dedi içinden.
Şükretmesiyle bir, Medet’ine aktı kalbi. ”Medet” dedi İhsan
Baba ciğeri yanarak: “Ah, Medet’im! Ne hekimlere götürdüm seni, kimseler çare
bulamadı derdine. Tam da anlamadılar sana neler olduğunu. Duymamanı ve
konuşmamanı o büyük zelzeleye bağlıyorlar. Biz o yaşlarında anlamadık ki. Seni
ilk ağabeyin fark etti. Ah Nasip’im… Sana benden çok babalık yapan, kol kanat
geren Nasip’im. Seni benden çok anlayan Nasip’im. Bizi duymuyorsun ama çok iyi
anlıyorsun, biliyorum. Ben ney üflediğimde notaların her birini, sanki kalbinin
tam içinden duyup huşû içinde dinliyorsun beni. Sen o huşu içindeyken seni
izlediğimde, hem “galiba bizi duyuyor” diye seviniyorum, hem de “bu nasıl olur
Ya Rabbim, bu işin sırrı nedir” diye tir tir titriyorum. Ama o anlar var ya,
işte o anlarımız var ya; sen de ben de huzurluyuz, biliyorum.
Nasip
hocasından dileyince, Sacid Hoca da izin verdi de medresenin çayhanesinde
çalışıyorsun son birkaç aydır. Ne de güzel çay demliyormuşsun! Geçen gün hocadan
işittim; sen de artık çok güzel minyatürler resmetmeye başlamışsın. Mutfakta
işin bitince ağabeyinin yanına gidiyormuşsun her gün aynı saat. Ona baka baka,
onun yazdıklarına benzeterek kendinin, annenin, benim ve ağabeyinin isimlerini
yazmaya bile başlamışsın. Ben artık seninle ilgili duyduğum her güzelliğe
şaşırmıyorum. Ey güzel Allah’ım! Bu çocuk duyuyor mu duymuyor mu? Bilemedim ama…
Belli ki, dili konuşmuyor ama, yüreği konuşuyor benim oğlumun. Buna da
şükür.Onlar senin bereketine emanet. Bana ihsan ettiğin her şeye
şükür…
İçindeki coşkun ırmaklara set çekemiyordu artık Kader Usta. Hem
zamanı hem de elinin ağırlığını unutmuştu. Yalnız, ırmağın seline takılıp
çizgileri oyuyordu derince. Gül motifi bitmek üzereydi ama o artık bu bitişi
bile göremiyordu. Yüreğinin diline dur durak yoktu bu saatten sonra.Ve dükkanın
her yerini gül kokusu sarıyordu usulcacık, misler gibi…
“Bunların hepsi
Kader Rabbim. Sen ne eylersen güzel eylersin. Biz bu dünyada yokuz. Var olan
yalnız sensin. Nasip’e de Medet’e de senden ve babamdan öğrendiklerimi
öğrettim.Artık canımı alsan da gam yemem.Gül yüzlüm…”
Etrafı önce tarif
edilmez sıcaklık, sonra da insanı alıp götüren bir aydınlık kapladı.O aydınlıkta
Gül Yüzlüsünü gören Usta’nın huzur içindeki gülümsemesi, gül kokularına
karıştı…
…
_ Heyy! Kader Usta, Kader Usta! İçerde misin?
_ Bu koku da
neyin nesi? Allah! Allah!
_ Su getirin erenler… Dükkan yanıyor…
_ İhsan
Baba, İhsan Baba aç kapıyı!
_ Ses ver bize! Orda mısın, orda mısın Kader
Usta…
_Bre yiğitler! Babam içerde, babam içerde…Koşun, yetişin…
?...
_ Babaaaaaaa!...
Yegah Elif (R)