…
İnsanoğlunun hayatı boyunca duyduğu
pişmanlıkları ya da keşkeleri mutlaka olmuştur. Hata yapmayan insan yoktur.
Önemli olan yaptığı hatalardan ders çıkarabilmektir…
Çok iyi hatırlarım 60’lı yılların
ortaları. Ben çocuğum. Kışın kar yağdı mı benim boyumu aşar, nerede ise evin
çatısına yaklaşırdı. İlkokula başladım. Kışın düşe kalka okula gidip geliyorum.
Fırsat buldukça çantalarımızla kızak kayar, çantalarımız parçalanırdı. Şimdi ki
gibi poşetler nerede? Anam bez parçalarından çanta dikerdi.
Okuma yazmayı sökünce, dedem beni “kuran kursuna” kayıt yaptırdı. Okuldan arta kalan zamanlarda
ve tatillerde de kuran kursuna gidiyorum. Okulda başarılı idim. Kuran kursunda
da kötü değildim.
Zamanla, dedem kendisi ile birlikte
beni camiye namazlara da götürmeye başladı. Beş vakit camiye de gidiyordum.
Dedemin kıvanç kaynağı idim. Torunu onunla birlikte namazlarını kaçırmıyordu.
Okul, kuran kursu, cami üçgeninde zaman geçiyordu.
Bir gün evde dedem “hadi oğlum bir ezan oku” dedi. Hem heyecan, hem çekince derken ezanı okudum. Dedem beğenmişti… Evde ezan okumamdan sonra, namaz vakitlerinde camide de ezan okumaya başladım. Zamanla, namazlarda müezzinlik yapmaya başladım.
Zaman içerisinde, okul, kuran kursu
ve cami üçgenine, teyzemin oğlu ile birlikte, “at arabası” ile sebze satmak da eklendi. Henüz 10-11
yaşlarındayım. Ankara’nın o karlı kış günlerinde, dedem sabah erkenden
uyandırır, caminin anahtarını da vererek “hadi
oğlum sabah ezanını oku da gel” der, camiye gönderirdi. Hava tam
aydınlanmamış olur, lastik ayakkabılarla, karda düşe-kalka, bata-çıka camiye
gider, ezanı okur, namazda müezzinlik yapar dönerdim.
Beş vakit namazda müezzinlik yapıyor,
cemaat dağıldıktan sonra arkadaşlarım ile caminin içerisinde misket oynuyorduk.
Bazen hoparlörleri açık unutur, içerideki kavgalarımız, küfürlerimizi
istemeyerek de olsa mahalleye dinletirdik.
Falancanın küçücük oğlu 5 vakit namaz
kılıyor, müezzinlik yapıyor diye de ün salmıştım, sanki türbe ziyaretine
gelinir gibi, her gün onlarca insan beni görmeye gelir, her gelene de dedem “hadi oğlum ezan oku da görsünler” diye
ezan okuturdu.
Çocukluğumu hiç yaşamadım. Yaşıtlarım
oyun oynarken ben, okul, kuran kursu, cami ve sebzecilik dörtgeninde iyice sıkışıp
kalmıştım. Bu yoğunlukta ilkokulu çok iyi derece ile bitirdim. Öğretmenim de
ailemi “ortaokula gönderin, çok
başarılı” diye tembihlemişti.
Dedem kafasına koymuş bir kere, benim “imam-hafız” olmamı istiyor. Bu nedenle İmam-Hatip Lisesine gönderecek ama ben gitmek istemiyorum. Tabii dedemin dediği oldu. İmam-Hatip Lisesine kaydım yapıldı. Okula başladım. Bir adım okula giderken iki adım uzaklaşıyordum. Birinci dönem sonunda dokuz zayıf ile eve geldim. Babam Ankara dışında görevli, izine gelmişti. Karnemi gördü; “ben seni tanıyorum, bu karne senin değil, söz ver, sınıfı geçecek misin?” dedi. Ben mahcup bir şekilde “söz” diyebildim. Sonuçta sınıfı geçtim.
İkinci sınıfta haylaz bir çocuk
olmuştum. Kendim gibi birkaç arkadaş ile okulu asar sinemaya giderdik. Ya da
Cuma günleri, Cuma Namazına gitmemiz için okul erken biterdi, hocalarımız da,
gittiğimiz camide verilen hutbe ile ilgili ödev verirdi, ama biz camiye gitmez,
herhangi bir camide verilen hutbeyi öğrenir ödevimizi yapardık.
Babam yine izinli gelmişti. Ben evde
ders çalışıyorum intibaı vermek için kitaplarımın arasına çizgi roman koyar
onları okurdum. Okula gidiyorum diye evden çıkar, ama gitmezdim. O gün de okula
gitmeyerek arkadaşımla sinemaya gittim. Sinemadan çıkınca, okuldan dönüyormuşum
gibi eve gittim.
Babam sedirde oturuyor. Karnımı
doyurunca yanına çağırdı “gel oğlum
yanıma otur, bugün okulda ne yaptınız, tekrar edelim” dedi. Benim; hiç
tereddüt etmeden, “bugün okula gitmedim,
arkadaşımla sinemaya gittik” dememle birlikte, elini omzuma koydu; “aferin oğlum, hep böyle ol, yalan söyleme,
ben seni takip ettim, falan sinemaya gittiniz” diyerek sırtımı
sıvazladı. Ne söyleyeceğimi bilemedim. O
güne kadar da hiç yalan söylememiştim. Ama utanmıştım. Babamın, “benim oğlum yalan söylemez” düşüncesiyle
gururlandığını hissettim.
… Ve okulu yürütemedim. O sene ikinci
sınıfta kaldım. Sınıf tekrarında da devamsızlıktan okuldan atıldım. Çocuk
yaşta, okul, kuran kursu, cami ve sebzeciliğin yükünü taşıyamamıştım.
Babamın “yalan söyleme ve kul hakkı yeme” öğütleri hala kulaklarımda
çınlar. Yalan söylemedim, bilerek kul hakkı da yemedim. Babam vefat edeli 4.
sene olacak, nur içinde yatsın, bana bıraktığı en büyük miras “dürüstlük” oldu.
İşte hep bu nedenle düşünürüm ve “keşke” Babam, beni takip edip, sinemaya gittiğimi öğrenip, “aferin yalan söylemedin” diyerek sırtımı sıvazlayana kadar, “kulaklarımı da çekerek”, “tamam yalan söyleme, bu son olsun bir daha okulunu bırakıp sağa sola da gitme” deseydi hayatım farklı olur muydu?
Daha sonra okumadım. Hayat şartları
çeşitli yönlere götürdü. Yine çocuk yaşta (17) evlen(diril)ip, çoluk çocuğa
karıştık, askere gidip geldim. Zamanında okuyamadığım üniversiteyi 40 yaşından
sonra okudum.
Yanlışlarım (ız) olmadı mı? Elbette
oldu. Ancak, çocuklarıma; babamın bana dedirttiği gibi “KEŞKE BABAM ŞÖYLE YAPSAYDI” dedirtmemek için yaşamaya ve yaşatmaya
çalışıyorum.
KEŞKE demeyeceğimiz,
sağlıklı, hayırlı ve mutlu günler dileklerimle…
Mustafa KARAAHMETOĞLU
18.12.2012