Kadın, kapının zili ile uyandı.
Gözlerini ovuşturdu. Terliklerini giyerken "Geliyorum!" diye seslendi
kapıdakine. Aceleci adımlarla ilerlerken gözü girişteki saate takıldı.
"Saat dokuz buçuk olmuş. Bu saatte gelen kapıcı olmalı… Nasıl da
uyuyakalmışım!" diye söylenerek kapıyı açtı.
Her sabah olduğu gibi kapıcı:
"Ekmek!" dedi. Kadın, mis gibi taze ekmek kokuları gelen sepetten bir
ekmek aldı. Antredeki konsolun üzerinde duran minik ayı biblosunun kucağından
bir 50 kuruşluk alarak kapıcıya uzattı. Abone olduğu gazeteler de kutudaydı.
Gazetelerini aldı oradan. Artık uykusu kaçmıştı. Yeniden yatsa da
uyuyamayacaktı zaten... Ekmeği ve gazeteleri mutfak masasına bıraktı, banyoya
doğru ilerlerken "Ah, şu yalnızlığın gözü kör olsun!" dedi.
Ilık bir banyo iyi gelmişti ona. Gevşediğini hissetti. Derya Baykal, bir
televizyon programında "Banyodan sonra bütün vücudunuza krem sürün
hanımlar..." demişti. Bir bildiği olmalıydı. O halde o da ilk kez bütün
vücuduna krem sürecekti. Şimdiye kadar yoğun iş temposu nedeniyle kendine
yeterince vakit ayıramamıştı. Bundan sonra kendine daha fazla vakit ayırmaya
karar verdi.
"Kuaföre gitmeliyim, bıktım
monotonluktan... Yıllardır aynı renge boyanmış ve aynı tarzda kesilmiş
saçlarımdan başlamalıyım değişikliğe... Sonra yeni giysiler, yeni ayakkabılar
da almalıyım. Üç yıldır eski nişanlımın boy takıntısı yüzünden topuklu ayakkabı
bile giyemedim." dedi aynadaki siluetine...
Mutfağa geçti. Çaydanlığı ocağa koydu,
çay demlenirken kahvaltı sofrasını hazırladı. Ocağı 15 dakikaya kurdu. Günlük
gazetelerini alarak salona geçti. Her zamanki gibi berjer koltuğuna oturdu.
Önce gazetelerin başlıklarına göz attı. Pek de iç açıcı değildi yazılanlar...
Canı sıkıldı. Sevdiği köşe yazarının yazısını okudu. Yazarın tarzıydı, alaycı
bir dille yazardı. Olayları komik yönleriyle ele alır ama acı gerçeği de
anlayanın yüzüne bir şamar gibi patlatırdı. Bunları aklından geçirirken ocağın
saati öttü. "İyi ki saati kurulan bir ocak almışım, yoksa gazetelere
dalardım, çaydanlığı bile yakardım."
düşüncesiyle mutfağa gitti.
Kahvaltısını yaptıktan sonra masayı
topladı, bulaşıkları yıkadı. Aheste aheste yatak odasına geçti. Giyindi,
tarandı, süslendi. Gardırobun boy aynasında kendini süzdü, fena da sayılmazdı
bu görüntüsüyle. Evden çıkmadan kuaförünü aradı, kalabalık olup olmadığını
öğrenmekti amacı. Kalabalıksa tenha bir saatte gitmeyi plânlıyordu.
Kuaför:
"Sema Hanım, şu an tenha, hemen
gelin." dedi.
Kuaföre gittiğinde fön çektiren havalı
bir bayan etrafındaki elemanlara emirler yağdırıyordu. "Kızım, su
istemiştim." derken suyu eline verilmişti bile... Yine de bayan
memnuniyetsizdi. Ojesi yeni sürülmüştü. Elini bardağa uzatırken tırnağının
birindeki oje bozulmuştu.
Kadın, yine elemana
bağırdı:
"Senin yüzünden! Bak gördün mü, beğendin
mi yaptığını? "
Eleman:
"Affedersiniz, şimdi tazelerim
ojenizi..." dedi.
Kadın:
"Hayır, hepsini sileceksin, koyu pembe
ojeden sür bu defa!"
Sema şaşırmıştı. Bu kadar kapris de
fazlaydı. Kuaförlük çok zor bir meslekti, ama hangi meslek kolaydı ki! Kuaförün gösterdiği yere oturdu. Saçlarını
kızıla boyattı: katlı, hareketli bir model kestirdi. Kaşlarının şeklini
değiştirtti. Katalogdan havalı bir saç modeli seçti. Kızıllığın çok yakıştığı
ipeksi saçlarına fön çektirdi. Manikürü, pedikürü de istediği gibi olmuştu.
Kırmızı oje sürdürdü. Makyajını da yeşil gözlerini belirginleştirecek şekilde
yaptırdı. Sema, aynadaki görüntüsünü çok beğendi. Kuafördeki yardımcılara,
çıraklara yüklü bahşişler vererek oradan ayrıldı.
Arabasını şehrin en büyük alış
veriş merkezinin önüne park ettiğinde dudağındaki gülümseme kaybolmamıştı. En
lüks mağazaların, en seçkin ürünleri arasından seçtiği kendine çok yakışan
kırmızı bir elbisesi, ona uygun aynı renkte ayakkabıları, kırmızı çantası ile
model dergilerinden fırlamış gibiydi. Yine aynaya baktı, mutluydu." İşte
bu!" dedi. Satıcı kız da gülümsüyordu. Gerçekten müşterisi çok özel ve çok
güzeldi. Bir kıyafet ancak bu kadar yakışabilirdi birine...
Alış veriş merkezinden ayrılırken
Sema'nın cep telefonu çaldı. Arayan, arkadaşı Ayça idi. Ayça, resim sergisine
Sema'yı mutlaka beklediğini, işlerinin yoğunluğu nedeniyle davetiyeleri geç postaladığını
söyledi. "Belki eline geçmemiştir
davetiyem ama seni mutlaka sergimde görmek isterim canım!" derken o kadar
içtendi ki!
Sema:
" Ayça'cığım, gelirim elbette...
Davetiyenin elime geçmemesi önemli değil, çağırdın ya, sözlü davetin daha önemli
benim için." sözleriyle Ayça'nın içini rahatlatmıştı.
Yarım saat sonra Güzel Sanatlar Resim
Galerisi'ndeydi. Arkadaşı onun gelmesiyle çok mutlu oldu. Ondaki değişime de
çok sevindi. "Ne iyi etmişsin kendini yenilemekle..." diyerek onu kucaklayıp öptü. Başladı
anlatmaya… Serginin açılışını vali bey yapmış ama gideceği başka yerler olduğu
için hemen ayrılmış. Arkadaşlarına Sema'dan söz etmiş, Ayça'nın arkadaşları da
merakla onu bekliyorlarmış. Bunları bir çırpıda heyecanla söyledi Sema'ya. Bir
kokteyl tutuşturdu eline ve ressam arkadaşlarıyla Sema'yı tanıştırdı.
Oldukça kalabalıktı. Sema, sağ taraftan
başlayarak tabloları incelemeye başladı. Güzel bir sergiydi, belli ki çok emek
harcanmıştı. Bazı resimler yapılırken kendisi de gözlemlemişti arkadaşını ama
sonuçta bu kadar güzel eserler çıkacağını düşünmemişti doğrusu...
Arkadaşı, portakal rengi hayranıydı,
tablolardan turuncunun yansıması etrafa sıcaklık yayıyordu âdeta… Zaten
serginin adı da "Ayça'nın Turuncu Sevdası" idi. Soyut bir resmin
önünde durdu, hayallere daldı. "Bir içecek alır mıydınız?" diyen
garson, onu düşlerinden kopardı. Kokteyl almak üzere tepsiye yöneldi. Tam o
esnada uzun boylu, geniş omuzlu, esmer bir beyefendinin bembeyaz dişlerini
ortaya çıkaran gülümsemesiyle karşılaştı. Beyefendinin iki içecek alıp birini
kendine uzatmasıyla kendine geldi. Teşekkür ederek aldığı kadehi dudaklarına
götürürken bu adamın düşlerinin bir uzantısı olduğunu düşündü.
"Turuncu Düşler" adlı tablo hakkında
konuşmaya başladılar. Bu; derinliği olan, insanı gerçekten düşlerde gezdiren
etkileyici bir eserdi.
Adam gülümsedi.
"Henüz tanışmadık, resimlerin güzelliği
bize tanışmayı unutturdu. Ben Mehmet Tufan Canoğlu..."
Sema:
"Memnun oldum, ben de
Sema Nil Yılmaz..."
Tanışma faslı bittikten sonra tablo
üzerinde konuşmaya daldılar. Sema, tabloyu unutmuş, düşlere dalmıştı. Aradığı
adam, hayallerini süsleyen kahraman buydu belki de... Neden olmasın ki, böyle
tanışıp mutlu sona ilerleyenler yok muydu sanki? Mehmet Tufan, çok kültürlüydü, resimden
anladığı yaptığı yorumlardan anlaşılıyordu. Sema, gittikçe tablolardan,
yorumlardan uzaklaşıyordu. Bu adam, düşlerindeki beyaz atlı prensine ne kadar
çok benziyordu! Belki onu bir kahve
içmeye davet ederdi, telefon numaralarını birbirlerine verirlerdi, belki dost
olurlardı, sonra da...
Mehmet Tufan, başka bir tablonun
üzerinde konuşuyordu. Sema, sadece ona bakıyor, dinlermiş gibi yaparak başını
sallıyordu. Bir ara kuaförde gördüğü kaprisli kadının gülümseyerek kendine
doğru yaklaştığını fark etti. Bu aksi kadını burada görmek onu huzursuz etti.
Nezaketen gülümsemesi gerekirdi oysa... Bu nedenle zoraki gülümsedi.
Kadın, Mehmet Tufan'a:
" Sevgilim, sergiye gelemeyecektim
ama son anda dernekteki işimi kısa keserek yanına geldim." dedi.
Mehmet Tufan: "İyi etmişsin. Bak seni Ayça'nın
arkadaşı Sema Nil Yılmaz'la tanıştırayım."
dediğinde Sema dudaklarında kırık bir gülümsemeyle "Memnun oldum.
Benim çok önemli bir randevum vardı. Şimdi hatırladım. İyi günler..." diyerek yanlarından uzaklaştı. Ayça'yı tekrar kutladı ve buruk bir halde
sergi salonunu terk etti.
Nişanlısından ayrıldı ayrılalı ilk kez
birine yakınlık duymuştu. Belki de düşlerinde gördüğü adama bu kadar benzemiş
olmasıydı onu Mehmet Tufan'a yaklaştıran. Bir anda hayallere dalmış, kendi
kendine gelin güveyi olmuştu. Bu davranışından utanmalıydı.
Dışarı çıktığı anda birkaç damla yağmur
düştü yüzüne. Sanki kendine gelmesi için ilahi ve küçük uyarılardı bunlar...
Birdenbire yağmur hızlandı, bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı, Sema'nın
gözyaşlarıyla karışarak toprağa düşen hüzün yüklü damlalar, onun kısa süren
düşünün izlerini taşıyordu. Yağmurdaki düş izleri Sema Nil’in gözyaşlarıyla
yıkanıyordu artık…
HARİKA UFUK
9 AĞUSTOS 2010
ADANA