HÜLYA ABLA
İlkokul beşinci sınıftaydım. O zamanlar annemin gittiği zaman zaman bizi
de götürdüğü bir kuaförü vardı. Ufak tefek, esmer, bakımlı, hayat dolu bir genç
kızdı Hülya Abla… Çifte Minare Camiinin hemen arka caddesinde bulunan “Gül
Kuaför Salonu” ona aitti. Saçımı kestirmek için annemle beraber giderdim ama
her seferinde sonuçtan hiç memnun olmazdım. “Ne biçim kesmişsiniz!” diye
öfkelenir, sinirden saçlarımı yolardım. O ise sabırla ve tatlı dille yaklaşır,
beğenmediğim yerleri düzeltirdi. “Gülüm çok kesmedim ki! Şekil verdim. Başka
türlü olmaz ki! Okulunun öğretmenleri kulak hizasında kesilmesini istemişler.
Canım ben ne yapabilirim ki…” diyerek sonunda beni ikna ederdi. Kısa saçı
sevmiyordum ama öğrencilik hayatım boyunca okul kuralları yüzünden maalesef hiç
saç uzatamamıştım. Aslında öfkem bunaydı sanıyorum.
Kuaför Hülya Abla ile Zihni Ağabey birbirlerine deli gibi âşıklardı. İki
tarafın ailesi de bu evliliğe olur demiyorlardı. Hülya Abla iyi bir kuafördü ve
kazancı da oldukça iyiydi. Şehrin göbeğinde kuaför salonu vardı. Zihni Ağabey
de mobilyacının yanında kalfaydı. Dükkânları birbirine çok yakındı. Tatlı tatlı
bakışmalar, mektuplaşmalar derken aralarındaki aşk iyice alevlenmişti.
Aşklarının büyüklüğü karşısında aileleri de razı olmak zorunda kalmışlardı.
Evlendiler. Zihni Ağabey, eşinin çalışmasından rahatsız oluyordu. Bu nedenle
Hülya Abla’nın kuaför salonunda ne varsa hepsini sattı ve onun işyerini
kapattı. Hülya Abla zorunlu olarak evde oturmaya başladı.
Evlendikten bir yıl sonra çiftin kızları Esra dünyaya geldi. Esra; esmer
güzeli, kara boncuk gözlü, şirin bir bebekti. Hülya Abla’yı ve Esra’yı çok
özlemiştik. Bir gün annemden izin alarak ablamla birlikte bir iki sokak ileride
oturan Hülya Abla’ya gittik. Yemek yapıyordu. “Canım mantı çekti kızlar…” dedi.
Hamur açmıştı ve hamuru da küçük kareler halinde kesmişti. Bir kapta da
mantının içini hazırlamıştı. Dikkatle bakınca çok şaşırdım. Soğan, salça ve
baharattan oluşan bir karışım vardı tabakta... “Ama kıymayı unutmuşsun!” dedim
çocuksu saflığımla… “Gülüm, kıyma alamadım. Böyle olsun. Maksat gönlüm geçsin.”
dedi.
Eve dönünce olayı anneme anlattık. Annem Hülya Abla maddi sıkıntıya
düştüğü için çok üzüldü. “Keşke kuaför salonunu kapatmasaydı böyle sıkıntılara
düşmezdi.” dedi. Annem birkaç gün sonra onları yemeğe davet etti. Annemin
annesi de babası da Gaziantepli oldukları için annem oranın mutfağını çok iyi
öğrenmişti. En zor yemekleri bile el alışkanlığıyla kısa sürede yapardı ve
misafirler parmaklarını yerlerdi adeta… Çok güzel, lezzetli, değişik yemekler
hazırladı. Keyifli bir yemekten sonra tatlılar yendi, kahveler içildi ve onu
çay eşliğinde neşeli bir sohbet takip etti. Anlattığımız olaydan ise hiç söz
etmedi. Kimsenin işine karışılmayacağını daha o günlerde annemizden
öğrenmiştik.
Hülya Abla’nın çocuk sayısı arttıkça geçim darlığı da artıyordu. İki
kızın arkasından bir de oğlu olmuştu. Evde konu komşu çocuklarının saçlarını
kesiyor; kızların, gelinlerin kaşlarını alıyordu. Para almak istemese de
komşular az da olsa para veriyorlardı.
Aile bütçesine böylece katkıda bulunuyordu. “Mutlu musun?” sorusuna da
“Allah’ıma bin şükür!” diye cevap veriyordu.
Evliliklerinin üzerinden birkaç yıl geçmişti. Biz “Onlar erdi muradına,
biz çıkalım kerevetine!” sözleriyle biten masallardaki mutlu sonu yaşadıklarını
sanıyorduk. Öyle olmadığını bir cumartesi öğleden sonra çarşı dönüşü annemle
Hülya Abla’nın evine uğradığımızda öğrendik. Bizi her zaman olduğu gibi güler
yüzle ve tatlı dille karşılamıştı. O sırada komşu kızının saçını kesiyordu. Kız
gittikten sonra anlatmaya başladı. Eşi evi terk etmişti. Başka bir kadınla
nikâhsız yaşamaya başlamıştı. Kerem ile Aslı’nın aşkına benzettiğimiz aşk kül
olmuştu. Değişmişti bütün dengeler… Hülya Abla mesleğini, kazancını her şeyini
terk etmişti, ailesini karşısına almıştı onun için… Yokluğu da sineye çekmişti.
Şikâyetçi ve dırdırcı değildi. Gülümsemesi yüzünden, aşkı ve sevgisi gönlünden
hiç eksik olmamıştı. Yavrularına kol kanat germişti. Sonuç maalesef buydu. Hak
etmemişti aldatılmayı, terk edilmeyi kadıncağız… Gözleri dolu dolu oluvermişti
ama çabucak lafı değiştirmişti. Gülümseyerek okulumuzu sormuştu. Öğretmen
Lisesi sınavlarını dereceyle kazandığımı ve yatılı olarak okuduğumu
anlatmıştım. “Oku gülüm, okumak gibisi yok! İşine sahip çık. Gerekirse eşini
bırak ama işini bırakma.” demişti buruk bir sevinçle…
Evlilikleri
süresince sık sık ev değiştirmişlerdi. Kira ödemekte zorlanıyorlardı. Kiracı
oldukları her ev birbirinden daha haraptı. Eşi kendisini ve çocuklarını terk
edince şehrin uzağında köyde babadan kalma bir arsaya briketten bir göz oda ve
mutfaktan oluşan sıvasız bir evcik yaptırdı ailesi. Tuvaleti de dışarıda üstelik
de derme çatma idi. Çok sık gidemiyorduk ama özellikle dini bayramlarda onu hiç
ihmal etmiyorduk. Hele kurban bayramlarında ona götüreceğimiz kurban payını
herkesinkinden önce ayırıyorduk. Koyunun genelde bir budunu veya kolunu ilk gün
onlara ulaştırıyorduk. Rahmetli annem çocuklar çevreden gelen kebap kokularına
imrenmesinler diye bu konuda çok titizlik gösteriyordu.
Yıllar geçti. Ablamla ben öğretmen olduk, üç yıl arayla evlendik. Geçen
zaman zarfında Hülya Abla’yı hiç unutmadık. Bizler de annemizden gördüğümüzü
uyguluyorduk. Kızları Esra’yı öğretmenlik yaptığım okula yazdırdım, onun
dersleriyle ilgilendim. Defter, kalem, silgi gibi bazı ders araçlarını ve çorap,
mendil gibi ufak tefek ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştım. Okulun Kızılay Kolu
da yoksul öğrencilere senede bir kez ayakkabı ve mont yardımı yapıyordu.
Kızılay Kolu Öğretmenini de öğrencinin durumundan haberdar ettim. Çünkü çocuk,
aile durumunu anlatmaya çekiniyordu.
Yine bir kurban bayramıydı. Annem
bana ve kardeşlerime her zaman olduğu gibi Hülya Abla’yı unutmamamızı
tembihlemişti. Biz de çok varlıklı değildik, kendi yağımızla kavruluyorduk.
Eşimle beraber ufak hediyeler ve geleneksel olarak bir koyun buduyla kapılarını
çaldık. Çok sevindi. Az önce diğer kardeşlerimin de uğradıklarını, kurban payı
bıraktıklarını söyledi. Çok neşeliydi. “Gülüm, Zihni Ağabey’in eve döndü. O
kadını artık terk etti.” dedi. Gözlerinin içi gülüyordu. Bu kez yürekten kopan
kahkahalar atıyordu.
Biz de çok mutlu olduk ama en az 10-15 yıl çocuklarını tek başına bin
bir zorlukla büyüttüğü günleri kim telafi edebilirdi ki! Dönse de aradaki
boşluk ne ile doldurulabilirdi ki! Bu kadının gizli gizli akıttığı
gözyaşlarının bir damlasını bile ödeyebilir miydi? Çocuklar 10-15 yılı babasız
geçirdiler, eksikliğini çeke çeke yaşadılar. O sürenin telafisi var mıydı?
Kafamda bir dolu soru ile oradan ayrıldım.
Bir süre sonra olayın içyüzü ortaya çıktı. Zihni Ağabey’in içkisine,
kumarına dayanamayan kadın onu kapının önüne koymuştu. Eskisi gibi bütün
kazancını kadına veremiyordu çünkü… Üstelik Zihni Ağabey’in ailesi de yardımı
kesmişlerdi. Birlikte yaşadığı kadın parasız adamın kahrını çekmek istemiyordu.
Zihni Ağabey, ailesinden de yüz bulamayınca sokakta kalmamak için Hülya Abla’ya
ve çocuklarına dönmüştü. Bence Hülya Abla da artık olayı kavramıştı ama
kocasına duyduğu derin aşk ve kadınlık gururu yüzünden gerçeği itiraf etmekten
kaçınıyordu.
Birkaç ay sonra duyduk ki kocası yine evi terk etmişti, kendi annesinin
evine dönmüştü. Hülya Abla zaten ona içki parası verecek durumda değildi.
Çocuklarının karnını zor doyuruyordu. Onların okul masraflarını ben
üstlenmiştim. Kadıncağızın “Kuaför Salonu” açacak gücü yoktu, vaktiyle çırağı
olan bir başka kuaförün yanında da kalfa olarak çalışmak ağırına gidiyordu.
Evde yaptığı ufak tefek saç kesme, kaş alma işleri evin ancak ekmek parasını
çıkarmaya yetiyordu. Neyse ki kira olayı yoktu. Telefon kullanmıyordu. Aramak
istediğimizde köy bakkalının telefonuna not bırakıyorduk.
O sıralar özel bir şirkette çalışan eşim
uzak bir ilde görevlendirilince o da işinden ayrılmış, ağabeyi Fatih ile
birlikte ticarete atılmıştı. Kozmetik ve parfümeri üzerineydi yaptığı iş… Eşim
Tarık üç çocuklu bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Kayınvalidem ise bekâr
görümcemle beraber yaşıyordu. Görümcem Sevinç zamanında birini sevmiş, ailesi
vermemiş. O da tepki olarak bütün taliplerini geri çevirmişti. Kayınvaliden
kalp krizinden aniden ölünce de bize cadde üstünde bir apartmanın birinci katı
miras olarak düşmüştü. Tarık burayı işyeri olarak kullanmaya başlamıştı. İşyeri
tam dört yol ağzındaydı. Üç oda bir salondu. Bir oda kendisinin makam odasıydı.
Bir oda sekreterine aitti. Üçüncü büyük oda da depo olarak kullanılıyordu.
Salonda ise ürünler raflara dizilmişti.
Bir akşam eşimle sohbet ederken Hülya Abla’dan söz ettim. “Onun için ne
yapabiliriz?” dedim. İşyerinin bir odasını ona vermesini kuaför dükkânıyla
kozmetik ve parfümerinin daha iyi olacağını söyledim. Sekreter için ayrı odaya
gerek olmadığını, zaten sekreterin devamlı salonda durduğunu anlattım. Ya
salonu ya da sekreter odasını hülya ablaya verelim. Kadıncağız eskiden çok iyi
bir kuafördü. Ona destek olalım. Çocuklarının da hayatı kurtulur böylece…”
dedim. Tarık kabul etti.
Bakkalı arayarak “Hülya Abla’yı telefona
çağırttık. “Akşam müsaitsen sana güzel bir öneriyle geleceğiz. Müjdemiz var.”
dedik. Çok merak etti ama sürpriz olsun diye ona bir şey söylemedik. Akşam bu
fikrimi açtığımda Hülya Abla çocuklar gibi sevindi. İşyeri için büyük odanın
biri düzenlendi. “Kuaför Gül” tabelası asıldı. Hülya Abla kuaförlüğe başladı.
Zamanla işleri açıldı, kazancı çok arttı. Ona destek olduğumuz için mi bilinmez
bizim de maddi gücümüz arttı. Verdikçe eksilmediğini öğrendik. Birliğin, beraberliğin,
dayanışmanın güzelliğini yaşadık.
Biz
de İstanbul’a taşındık. Orada bir imalathane kurduk. Apartmanın zemin katını
“Hülya Abla’ya bıraktık. Bizim firmanın Adana sorumlusu oldu. Kızı Esra liseden
sonra İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Öğrenci yurduna
çıkana kadar misafirimiz oldu. Sohbet esnasında “Neden Hukuk Fakültesini
seçtin?” soruma “Babamla annemi boşamak için… İlk davam bu olacak Hande
Ablacığım…” dedi. Babasız büyümenin acısını derinden yaşamıştı kızcağız… Bu nedenle
ona söyleyeceğim tek sözüm yoktu.
Yıllar geçti. Zaman bütün yaraları sardı mı bilmem ama ben bu cefakâr kadının çektiği çileleri hiç unutamadım. Şimdi ne
zaman mantı yapmaya kalksam içimde bir burukluk hissederim. Onun yokluk
günlerini nasıl da sabırla göğüslediğini hatırlarım. Şanslı olduğumu düşünerek
Allah’a binlerce kez şükrederim.
HARİKA
UFUK
ADANA
20 NİSAN 2015
SAAT: 12.40