Yakası açılmamış küfürlerimi annemin çeyizlik bohçasına sarıp sarmaladığım,
gün görmez sandığına kitlemeden önce makyaj malzemelerinin bulunduğu kutudan
aşırdığım ruj ile üzerine “ayıplı laflar, açmayınız” dediğim yıllardı. Hafızam
beni yanıltmıyorsa, dedemin beni sırtında taşıyabileceği kadar genç, benim de dedemin sırtında dünyayı, özgürlüğü, sırra kadem basan hatırları, anıları
bulduğum; kollarımı açıp koskoca arazide hoyratça çığlıklar atabildiğim;
evimizin önündeki babaannemin bin bir dualarla suladığı, “büyüsün, serpilsin de
altında oturalım,” diye gözünün içine baktığı fakat bir türlü büyümeyen dut
ağaçlarının ham dutlarını tavukların önüne yem diye attığım bir ilkbahar
vaktiydi. Sezen Aksu’yu, Bozkır’ın Tezenesini, aşkı, acıyı, ölen çocukları ve
ölen insanları, diktatörleri, memleketi, insanların ırkını bilmediğim ve dâhi
hayatı dedemin omuzlarında yaşadığım çiftlik evinin birkaç yüz metre
ötesindeki benzin istasyonuna giderken geçtiğimiz köprülerden, yürüdüğümüz
taşlı, engebeli ve çukurlarla dolu patikalardan ibaret gördüğüm çocukluk
zamanlarımdı. Hafifçe esen ilkbahar ayazının peşinden söylensem de hayatı koşturduğum
koyun ve inek sürüsünün peşinde, günlüğü yirmi beş liraya otuz kişilik ırgat
topluluğunun tarlanın bağrına indirdiği kürek, orak ve dahi çapa kadar anlamlandıramasam ve bugünkü betimlemeleri o gün yapamasam da mutluydum. Çocukluğun ayazında
titreyen bedenim, dedemin güneş misali varlığıyla, kulaklarımda nasihatleri ve
göz çeperlerini ve boynunu saran tecrübe dolu çizikleriyle ısınsam da seneleri
durdurmak pek mümkün gibi görünmüyordu. Doğru söyledim, çocukken bile bu
dünyanın çarkına çomak sokmak, zamanın dıngır mıngır işleyen mekanizmasını
ortadan ikiye ayırmak; yaşadığım o anda tekrar doğmak ve yaşamak ve ölmek
istiyordum. Çocukken bile bunu istiyordum; istemem gerektiğini biliyordum.
Belli bir vakte kadar, kendi hayalimde canlandırdığım dünyanın peşi sıra
çiftlik evinin önüne, o hiç büyümeyen babaannemin dualı sularıyla beslediği,
canlandırmaya çalıştığı dutların olmayan gölgesinde inşaatlar yaptım, elektrik
tesisatları kurdum, hayali kuyular açtım ve ortasına çeşme hortumunu
yerleştirip oradan su çıkarmayı başardım. Hayallerimi büyütüp beslediğim suyun
o kuyudan geleceğine o gün bugünkü kadar emin olsaydım onu daha derinleştirir,
hortumun suyunu kuvvetlendirir, ruhumun en mücerret kıyılarını o kuyu için daha
da hırpalardım. Bildim de emin olamadım aslında. Dahası, motorlar yaptım, çıkıntı
biçerdöver deposundan benzin akışını sağladığım gün hayallerimin büyük kısmını
gerçekleştirdiğimi düşündüm; ama netice de kafamın ortasında on altı dikiş
iziyle her bir anımı başımın üzerinde taşımaya başladım. Fırıncı oldum, arpa
unundan hamurlar yoğurup fırınlar inşa ettim, onun içinde ekmekler pişirdim.
Hiçbirini yiyemedim; ama çiftlik hanesinin vazgeçilmezi olan köpekleri onlarla
besledim. Seneler böylelikle gelip geçti. Bugün kitabımda kullandığım “Hayata
hazırlanmak demek, çocukluğun kum ve toprak ve dâhi serbestlikle geçmesidir,” cümlesinin
minnettâr olduğu günler akıp gitti. İlk dostumun dört yaşında, ikinci dostumun
beş yaşında olduğu günlerde acı kavramının ne olduğunu bildiğimi
söyleyemeyeceğim; ama hatırladığım kadarıyla “acı” ile tanıştığım günü şöyle
anlatabilirim:
Güneş gitmişti gökyüzünden ve yerine ay gelmiş, çevresine annemin
ayıkladığı pirinç tanelerinin tepsideki hali gibi yıldızlar dizilmişti.
Karanlıktan korkmazdım o zamanlar. Yılandan, çiyandan da korkmadığım, toza
alerjimin olduğunu fark etmediğim çocukluğumda dedemle çıkarken
zorlanmayacağımız bir tepe bulur, yere hasır atar, üzerine yatardık. Yıldızları
seyreder, dolunayı şekillerden şekillere girdirir, kayan yıldızların arkasından
dilek tutmaz, dua ederdik. Allah’a niyâz ederdik. Çoğu zaman dedemle
tarladan getirdiğimiz ham ve yumuşacık nohutları yer, bazan da ismini hala
bilmediğim bir otun kökünü soyar, üst kısmındaki yaprakları temizler, havuç
misali dişlerdik.
Olayda eksik olan kısmı anlatmam gerek galiba: Dedemin de benim de cinsini
bilmediğimiz, bembeyaz tüyleri olan, boynunda kalın iğneli tasmasını gururla
taşıyan Toraman adında bir köpeğimiz vardı. Bizim çiftliğe ne zaman geldi, kim
getirdi, ne yerdi, nerede kalırdı gibi bilgilerden azâde, Toroman benim için
gücün, kuvvetin, şefkatin, varlığın, güzelliğin, kısacası aklınıza ne kadar mefhum
gelirse onları ifade etmekle kalmaz, yaşamı da en güzel bir biçimde anlatırdı.
Kim bilir belki de o çiftlikte iki kuşağı belki üç kuşağı görebilen tek canlı
dost oydu. Bana hayallerimi hatırlatır, eksik kalan noktaları tamamlatırdı.
Kısa bir aradan sonra devam edecek olursak, dedemle tepenin üzerine çıkmış,
ay çekirdeklerini elimize almış, hasırı sermiştik. Gökyüzüne bakacak, dedemin
keyfi yerindeyse ya da çok yorulmamışsa ve ben o gün şanslıysam bana
geçmişin derinliklerindeki anılarını çıkaracak, hayıflanacak ve onları anlatacaktı. Belki öyle
olacaktı, bilmiyorum; belki de olmayacaktı.
Hasıra uzanmış, dolunayı seyreylerken bize doğru nefes nefese koşan birisinin ayak seslerini
duyar gibi olduk. Bir gölge nefes nefese koşuyor gibi hissetmiş, kıkırdamıştım
o gün.
“Dede,” diyen sesin kalbindeki heyecanı, gözlerindeki buğuyu, ruhunun
derinliklerindeki hışmı o gün siz de orada olsaydınız, hissedebilecektiniz. Yemin ederim. “Toroman ile bir köpek kapışmış. Hayvan can çekişiyor aşağıda. Öldü
ölecek. Bi’ gel.”
Dedem ile aşağıya indik. Ben eve girdim, o Toroman’ın yanına; sonra değişti
tüm hayat birden bire. Farkına varamadım, hülyalarımda büyüyen bu hızın. Ne açtığım kuyular, ne çektiğim elektrik tesisatları ne
de arpa unundan ekmekler pişirdiğim fırınlar kaldı. Toroman gitti, tüm
hayallerim de yıkıldı, virân bir şehre döndü. Çocukluğum bitti, okul başladı;
çiftlik gitti yerine soğuk beton duvaları, dört odası bir de ortasına koskoca
bir televizyonun yerleştirildiği bir salonluk apartman binaları geldi.
Memleketim orada, yerinde kaldı, yerine iki yakası bir araya gelmeyen İstanbul geldi.
O günlüğü yirmi beş liradan otuz kişilik ırgatlar gitti yerine günlüğü
bedavadan samimiyetsiz, soğuk insanlar geldi.
Sonra… Çok sonra… Kim bilir, geriye neler gidecek ve yerine neler gelecek?
Hiç bilmiyorum.
Muhabbetle.
13/Aralık/2015.