Bazan bir şeyler yazmak ister, elini kaleme götürür sonra geri çekersin. İşte bendeki de o hâl. Yazmak için oturuyorum; aklıma bin bir türlü iş geliyor; çalışılacak kitaplar, okunacak yazılar, incelenecek makaleler derken vazgeçiyorum yazmaktan. Galiba en acısı da bu olsa gerek: Bir şeyler yazmak için masaya oturmak ama aklını çelen onca şey için geri kalkmak… Bugüne kadar yaşamadığım bu halin karşısında beynimde binlerce karartıyla oturuyorum bu kez. Aklım hinse ben de cinim. Çarpıp kalkacağım bu kez onu –diye niyetleniyorum. Meğer ne zor şeymiş cin olmadan bir şeyleri çarpmaya kalkmak. Olmuyor haliyle. Bende geçiyorum pencere karşısına. Güzel mi güzel bir müzik var dışarıda. Galiba Müzeyyen Senar olmalı. Pek kestiremiyorum başta. Inceden giriyor saz, tambur, ney… Aslında çıkan sesin hangi alete ait olduğunu öğrenebilecek kadar öğrenebilseydim mûsikiyi şimdi size güzel bir betimleme yapabilirdim; ama mûsiki benim ilgi alanıma girmiyor.
Dedim ya güzel mi
güzel bir güneş var. Bilmem Beşiktaş sokaklarını bilir misiniz? Kalabalıktır
çarşının biraz yukarısında kalan bu yer. Tüm sokak hıncahınç insan doludur.
Bugünde maç olsa gerek bir yığın insan aşağıdaki Nargileci’nin masalarını
iskambil kağıdıyla doldurmuş. Bir yandan hoyratça nargilesini fokurdatanlar
diğer yandan elinde tutuğu üç beş iskambil kağıdına bakıyor ve masada olanların
aynısını bulmaya çalışıyor. “Pişti”
diyorlar buna. Çok küçükken oynadığımdan pek hatırlamıyorum oyunun kaidelerini.
Zaten pek de mühim değil şu sıralar. Hayat bunca piştiyi benim aleyhimde yapmışken
oturup arkadaşımla umarsızca iskambil oynayamam.
Geride çalan
şarkının nameleri dolduruyor bir sokağı. Başka zaman olsa sinirlenir, açar
pencereyi ağız dolusu küfürler savururdum; ama bu kez çalan Müzeyyen Senar
olunca ses etmiyorum. Hatta pencereyi açıyorum sonuna kadar. Bedenim ve ruhum
kadar evimin de Müzeyyen ablanın şarkısıyla dolmasını istiyorum.
Karşı dairede
orta yaşlarda, çiçekli fistan giymiş teyzeye gözlerim değiyor. Tuhaftır; her
zaman gördüğüm teyze bu kez dikkatimi daha çok çekiyor. Hatta elinde tuttuğu
kovadan aşağıya su döküyor. Olacak iş değil! Beşiktaş’ın ortasında bir teyzenin
böyle yaptığı nerede görülmüş. Sonra aşağıya bakıyor. Bende kaydırıyorum
bakışlarımı. Bir çift, sevgili oldukları
her hallerinden belli, birbirlerine dikkat kesilmişken karşı binadaki teyzenin döktüğü su ile ıslanıyor baştan
aşağıya. Çocuk ile kız gülümsüyor.
“Yağmur” diyor
delikânlı kıza. “Bak ne güzel yağıyor.”
Kızda tebessümler
saçıyor etrafa. Hiç bir şey olmamışçasına gülümsüyorlar. Hâlbuki kafalarını
yukarı kaldırsalar aslında tepesine dökülenin yağmur değil, çiçekli fistan
giymiş teyzenin bilmem nereden aldığı bir kova su olduğunu görecekler. Kimse
umursamıyor. Yollarına devam ediyorlar.
Müzeyyen Senar bitiyor çoktan. Gökyüzü kararıyor, maç bitiyor, nargilelerdeki tütün yanıyor, Nargileci Mehmet “haydi iyi geceler” deyip kapatıyor. Geriye evimin biraz ilerisinde kalan sarı sokak lambası, ve bazı zamanlar martıların ve biraz ilerideki denizin seslerinin bozduğu heyûlâ bir sessizlikten başka hiçbir şey kalmıyor.
Pencereyi kapatıyor, perdeyi çekiyorum. Anamdan yadigâr beyaz kalın perdenin üzerine yansıyan sarı sokak lambasının ışığında elime tekrar alıyorum kalemi. Yazacağım bu kez! İnanıyorum. Şu aşk meselesine bir değineyim istiyorum.