O kadar çok bakan var ki, nedense gören az!..
 
                Her bakan görmek zorunda mı? Görmeyecekse neden bakıyorlar?..
 
                Gördüklerini baktıklarından mı görüyorlar, yoksa gözlerine mi ilişiyor?..
 
                Görmeleri gerekenleri neden göremiyorlar, yoksa görmek mi istemiyorlar?..
 
                Görünmek isteyenler görülebiliyor mu, yoksa kimse onların yüzüne mi bakmıyor?..
 
                Görülesi şeylerin neresinden bakmalıdır?..
 
Bakanlar görmeli mi, yoksa görenler mi bakmalı?..
 
Bakan körler var mıdır, yoksa körler hiç görmez mi?..
 
Bakanlar mı çok görür, bakmayanlar mı?..
 
Bakmayanlar varsa, görmediklerinden mi bakmıyorlar?..
 
Bu sorular böyle uzar gider de bir yerden başlamak gerekir…
 

Konumuzla ilgili gündeme alınması gereken kavramlar şunlardır:

 

1-      RE’Y- RU’YET-RÜYA-MİR’AT:  Arapça kökenli olan bu kavramlar dilimizde kullandığımız kelimelerdir:

 

a)      Duyu organları veya onun yerine geçen şeylerle görmek anlamında:

 

“Siz cehennemi göreceksiniz, sonra da gözünüzle apaçık göreceksiniz.” Tekâsür Suresi, 6, 7)

“Allah yaptığınızı görecektir.” (Tevbe Suresi, 105)

 

b)      Hayal ve tasavvur ile görmek anlamında:

 

“İnkâr edenlerin canlarını melekler alırken bir görseydin!” (Enfal Suresi, 50)

 

c)       Tefekkür ile görmek:

 

“Ben sizin görmediğinizi görüyorum.” (Enfal Suresi, 48)

 

d)      Akıl ile görmek:

 

“Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı.” (Necm Suresi, 11)

 

“Andolsun onu bir kez daha görmüştü.” (Necm Suresi, 13)

 

                Görmek anlamına gelen bu fiil tümleç aldığında ilim, bilgi anlamına gelir:

 

                “Kendilerine ilim verilmiş olanlar görüyorlar yani biliyorlar ki…” (Sebe Suresi, 6)

“De ki: Gördünüz mü / ne dersiniz? Eğer bu Kur’an, Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz!..” (Ahkaf Sures, 10)  

 

Yine bu kelime, kişinin zann-ı galip ile iki zıttan birine inanması demektir:

 

“Onları, göz görmesiyle kendilerinin iki katı görüyorlardı.” (Âl-i İmran Suresi, 13) Yani onları gözle görmenin gerektirdiği ölçüde, kendilerinin iki katı olduklarını zannediyorlardı.

Ayrıca bu kelimeden türeyen:

 

Terviye: Bir şey hakkında düşünmek, kanaat sahibi olmak için akla gelen düşünceler arasında tercih yapmak, 

 

Riya: Gösteriş yapmak,

 

Mürai: Gösteriş yapan, münafık

 

Re’y: (Siyasi) görüşüne bildirmek üzere oy kullanmak,

 

Rüya: Uykuda görünen şey,

 

Râye: Görünsün diye dikilen alamet, işaret,

 

Mir’at: Eşyanın suretinin göründüğü şey; ayna demektir…     

 

2-      NAZAR-NAZİRE-NAZARİYE-İNTİZAR-MANZARA-MÜNAZARA: Türkçemizde kullanılan bu kavramların da kökeni Arapçadır.

 

a)      Nazar: Bir şeyi algılamak ve görmek için gözü ve bakışı ona çevirmektir. Bununla bazen düşünmek ve araştırmak kastedildiği gibi bazen de araştırmadan sonra elde edilen bilgi anlamında da kullanılır. Nitekim merakını ve susuzluğunu gidermektir. Onun için baktın ama görmedin denir ki, bu da düşünmedin ve susuzluğunu gideremedin demektir.

Halk dilinde nazar, daha çok gözle bakmak anlamında, ulema dilinde ise, daha çok basiret anlamında kullanılır. Ayrıca bir şeyi görüp onun üzerinde düşünmektir.

 

“Bakmıyorlar mı o develere, nasıl yaratılmış?” (Ğaşiye Suresi, 17)

 

“Göklerin ve yerin yüce nizamına bakmıyorlar mı?” (A’raf Suresi, 185)

 

Yüce Allah’ın kullarına bakması ise, onlara ihsanda bulunması ve onların üzerine nimetlerini bolca yağdırmasıdır:

 

“Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacaktır.”  (Âl-i İmran Suresi, 77)

 

b)      Nazire: Karşılık olarak, benzetilerek yapılan davranış, söz; ya da başka bir manzume örnek alınarak aynı ölçü ve aynı uyakla yazılan manzume.

 

c)       Nazariye: Kuram, teori.

 

d)      İntizar: bekleme, gözleme:

 

“Siz bekleyiniz, biz de bekliyoruz.” (Hûd Suresi, 122)

 

e)      Manzara: Bakışı, dikkati çeken her şey, görünüş, durum, tablo, konusu bir doğa veya şehir parçası olan resim ya da desen.

 

f)       Münazara: Bir konu üzerinde, belli kural ve yöntemlere uyarak yapılan tartışma.

 

3-      BASAR-BASİRET: Basar kelimesi, görme organına; göze denir.

 

“O zaman gözler kaymıştı.” (Ahzab Suresi, 10)

 

“İşte senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık görüşün keskindir denir.” (Kaf Suresi, 22)

Diğer taraftan göze neredeyse ‘              basiret’ adı hiç verilmez. Gözle görmeye ‘ebsertu: gördüm’; kalp ile görmeye ise ‘ebsurtu/besurtu’: denir.

 

“Niye işitmeyen, görmeyen putlara tapıyorsun?”  (Meryem Suresi, 42)

 

“Ben onların görmediklerini gördüm.” ( (Tâha Suresi, 96)

 

Basar: Göz, ileriyi görme, algılama yetisi gibi anlamların yanı sıra ‘Basar: Yüce Allah’ın gizli, aşikâr her şeyi görmesi anlamındaki, subutî sıfatlarındandır.

 

Basiret:  Doğru görüş, uzağı görüş, seziş, uyanıklık, anlayış, kavrayış, dikkat, sağgörü.

 

Basireti bağlanmak: İyi düşünmez, gerçeği görmez bir duruma düşmek demektir.

 

“Gözler O’nu görmez, fakat O gözleri görür.” (En’am Suresi, 103) Bu ayette geçen ‘ebsâr’ kelimesi, hem göze, hem düşünmeye hem de anlamaya işarettir.

 

Yine basiret bağlamında baktıklarını arka planıyla görmek anlamında şu ayet oldukça manidardır:

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hacc Suresi, 46)

 

Besair: İbret alınacak ibretlik şeyler demektir:

 

“Ve bekle gör, onlar da göreceklerdir.” (Sâffât Suresi, 179)

“Oysa isteselerdi gerçeği görebilirlerdi.” (Ankebut Suresi, 38)

 

Kalp  (gönül) Gözü: İnsanın maddi gözüne “basar”, kalp gözüne de “basiret” adı verilir. İnsan beden gözüyle eşyayı görürken kalp gözüyle de gerçekleri müşahede eder…

 

Öyle anlaşılıyor ki, asıl körlük kalbin kör olması, yani gerçekleri görmemesidir. Dünyada iken gerçekleri görmeyenler ahirette kör olarak diriltilirler. Kur’an bunu şöyle anlatır: 


“Her kim de benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz. 

 
- “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim” der. 


- Allah: “Böyledir, sana ayetlerimiz gelmişti de onları sen unutmuştun, bugün de öylece unutulursun” der. 


- İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları biz böyle cezalandırırız. Ve muhakkak ki ahiret azabı daha şiddetli ve daha devamlıdır.” (Taha Suresi,  124-127) 

 

Denilir ki: “Kalpten çıkan söz kalbe gider. Ağızdan çıkan söz ise, ancak kulağa varır.” Halk arasında “gönül (kalp) ehli” denilen muhterem zatlar vardır. Bunların sükûtu bile adeta konuşma gibidir. Bunlar “kalp diliyle” konuşurlar…

 

Şair ne güzel demiş:

 

 "Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez.

                Gönülden gönüle gider yol gizli gizli."

 

4-      ŞAHİD-ŞUHUD-ŞEHADET-MÜŞAHEDE-MEŞHED-ŞEHİD-TEŞEHHÜD:

 

ŞUHUD: göz veya basiretle görerek hazır olmaktır. Kimi zaman sadece ‘hazır olmak’ anlamında kullanılır. Ancak en uygun olanı şuhud,’ hazır olmak’; şehadet, ‘görmek’ anlamında kullanılır.

 

“Allah görülmeyeni de görüleni de bilir.” (Secde Suresi, 6)

 

Meşhed: Hazır bulunulan yere denir. Kocası yanında bulunan kadına da ‘müşhid’ denir.

 

                Şehadet: Basiret veya gözle görmekten meydana gelen bir bilgiden kaynaklanan bir sözdür.

               

                “Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına şahit tutmadım. (Kehf Suresi, 51)Yani ben onları, basiretleriyle göklerin yaratılışına muttali/bilgisi olanlardan kılmadım…

 

                Bu kelime iki anlamda karşımıza çıkar:

 

1-      Bilgi anlamında ki, onunla tanıklık edilir. Dolayısıyla tanığın (şahidin), biliyorum demekten ziyade şehadet ederim demesi gerekir.

2-      Yemin anlamında kullanılması şeklinde.

 

Şehadet bazen de hüküm verme anlamında da kullanılır.

 

Şahid: Şahitlik yapan, bilen, tanıyan, gören ve senet yerine geçecek derecede makul ve muteber sayılan demektir.

 

Şehid:  Hazır olan, bir şeye şahit olan demektir.

 

Şehid, neye şahid veya ona kim şahid ki, kendisine şehid denilmiştir? Kelime itibariyle şehid, şahidin mübalağalısıdır. Şâhid olan, meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden Müslüman,  Hakk için hayatını feda ederek ölen, Allah'ın rızasına eren kimsedir şehid.. . Naklinde ve gaslinde (yıkanmasında) rahmet melekleri hazır oldukları için yahut kıyamette geçmiş ümmetler hakkında şahitliğine başvurulan kişilerden olduğu için yahut vefat etmeyip huzur-u İlâhîde hazır ve zinde olduğu için yahut âlem-i mülk ve melekûtu müşahede eylediği için "şehid" denmiştir.

 

 Şehid, ölmekte olan kişidir. Ona bu ismin verilmesi ağırlıklı olan görüşe göre, meleklerin onun yanında hazır olmalarından dolayıdır, denilmiştir.

 

Müşahede:  Gözle görmek, gözlem altında tutmak, seyrederek anlamak, seyretmek ve muayene etmek anlamında kullanılan bir kavramdır.

 

Teşehhüd: Kişinin, ‘Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın resulü olduğuna şehadet ederim’ demektir.  Teşehhüde oturmak ise, kelime-i şehadeti tahiyyatla birlikte okumak üzere oturmak demektir.

 

5-      RASAD-RASADHANE-MİRSAD: Rasad (rasat), gözetlemeye hazır olmak demektir. Başka bir ifadeyle; gözetlemek, beklemek, pusuda olmak anlamındadır.

 

Rasad(t)hane:  Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tespit etmek için veya yıldızların hareketlerini tespit ve takip maksadıyla çalışılan yer.

 

Mirsad:  Gözetleme yeri, gözetleme âleti, suçluları gözleyip duran, pusu, suçlular için hazır bekleyen manasında bir kavramdır.

 

“Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemektedir.” (Fecr Suresi, 14)

“Allah, elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.” (Cin Suresi, 27)

“Gerçekten cehennem, bir gözetleme yeridir.” (Nebe’ Suresi, 21)

 

6-      RAKABE-RAKÎB-RİKBE-MURAKIB-MURAKABE: Rikbe/rakabe kelimesi gözlem, müşahede, kontrol ve gözetim demektir.

 

“Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit (ve örnek) idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.” (Maide Suresi, 117)

 

“…Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisa Suresi, 1)

 

“…Şüphesiz Allah, her şeyi gözetleyendir.” (Maide Suresi, 52)

 

Rakîb: Bu kelime Yüce Allah’a atfedildiğinde ki, Rabbimizin en güzel esmasındandır; Rakib, koruyup gözetleyendir. Öyle ki hiçbir şey O'ndan kaybolmaz. Gizlilikleri ve sırları bilen, görendir. Hiçbir söz ve gizli konuşma O'na gizli değildir. Allah, unutmasının mümkün olmadığı mutlak ilmiyle bütün varlıkları gözetleyip denetleyendir. 

 

Murakıb: Murakabe eden, teftiş ve kontrol eden kimse manasına gelir.

 

Murakabe: Kontrol etmek,  inceleyip vaziyeti anlamak, teftiş etmek, kendini kontrol etmek, iç âlemine bakmak, gözetmek, korumak, beklemek demektir.

 

7-      FERASET:  Öngörü ve önsezi diye özetlenebilecek olan firaset ya da feraset, zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak…  Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen seziştir. Diğer nev'i ise kesbîdir. Muhtelif huy ve tabiatları bilmek neticesinde hâsıl olur.

 

Özelikle inanmış bir insan kalbini kin, nefret, münafıklık, çekememezlik, düşmanlık ...vb. her türlü kalp hastalıklarından temizleyip, iman nuru ile takva muhabbetiyle doldurduğunda, aynaya akseden eşyanın sureti gibi bazı sırlar adeta cilalanmış olarak kalbine akseder, "başkalarının gönüllerindeki saklı olan şeyleri de keşfedebilir ki, işte bu gerçek "firasettir". Nitekim Hz. Peygamber:  "Müminin firasetinden sakınınız; zira o Allah Teâlâ'nın nuru ile bakar" buyurmuştur. (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağır, 1, 24)

 

Firaset kabiliyetinin iman nuru ile yakından alakalı olduğunu destekleyen şu ayeti burada hatırlatmak gerekir. "Ey iman edenler! Şayet Allah'tan ittika ederseniz, o size furkan (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir" (el-Enfâl Suresi, 29) (Elmalılı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV. 2392).

Hayatın kullanma kılavuzu olan kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bakmak ve görmek anlamında farklı vurgularla meselenin önemine dikkatimiz çekilmektedir.

 

Öyleyse, görmemiz gerekenleri görelim, re’yimizi makul bir şekilde ortaya koyup sahip çıkalım, riyakârlıktan uzak duralım, gösterişe kaçmayalım ve çevremizdekilere ayna görevi yapalım…

 

Manzaraya nazar ederken arka planıyla birlikte görüp okuyarak Allah’a şükredelim ve kem gözle kimseye nazar etmeyelim. Gereksiz ve bilgimiz olmayan konularda münazaraya girmeyelim, sadece güzel şeylere nazire yazalım, yapalım…

 

Kalp gözümüzü açık tutmaya çalışıp, basiretsizce davranmayalım, ferasetle hareket edelim…

 

Gözetmemiz,  gözetlememiz gerekenleri ve mahiyetimiz altındakileri gözetleyerek her türlü kötülük ve tehlikeden korunmalarını sağlamaya çalışalım…

 

Unutmayalım ki, Yüce Allah her halükârda bizleri görmekte, gözetlemekte ve murakabe etmektedir…

 

Bakmasını bilmek, baktığını görmek, gördüğünü anlayıp maksada uygun bir şekilde değerlendirmek esastır. Böylelerinden olmak temennisiyle…

 

 

MFK

 

( Bakmak Ve Görmek Üzerine başlıklı yazı MFK tarafından 2.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu