1.6-) Allah’ın Oluşla Birliği ve Oluşta Gizliliği

 

                                   Tanrının kendini gizlememesi muhaldir demiş olduk. Bunu biraz açalım. İslam’a göre Tanrı görülmezdir yani bu algıladığımız âlemlerde gizlidir. Çünkü görülebilen bir varlığın bir mekanda olması, cisminin bulunması ve ona bakılabilmesi gerekir. Bunların hiçbiri Tanrı ile bağdaşmaz.

                                    Kur’an’da bunun için:

“Gözler O’nu idrak edemez; Fakat O ,görüşleri idraktadır...” (16/103),  “Sen , Ben’i göremezsin..(Ya Musa)” (7/143)   gibi ayetler vardır.

                             Mutasavvıf Fahreddün-i Iraki’ de şöyle der: “Gündüzleri seni övdüm, geceleri senle beraber uyudum. Tanıyamadım. Ben öyle sandım ki her şey benim. Halbuki hep senmişim, bilemedim. Bu makamda aşığın duası, Yarabbi beni nur et, varlığın karanlığından kurtar, daima şuhut makamında tut, ben ben oldukça seni göremem dir. Zira bir hadiste, peygamberimize Rabbini gördün mü diye sorduklarında, bir yoruma göre Allah nurdur O’nu nasıl görebilirim, bir yoruma göre de, O’nu nurani olarak görüyorum şeklinde cevap vermiştir.”

                                   Burada önce ilk cümleleri yorumlayalım. Fahreddün-i Iraki(12), tasavvuf yolculuğunun başında Vahdet-i Vücut’tan etkilenerek daha önce bahsettiğimiz ‘Sen O’sun’ hissine kapılan mutasavvıflardandır. Ancak hissiyatı Vahdet-i Şuhuda erdiğinde, anlattığı gibi ‘Sen O’ndansın’ yolunu tatmaya başlamıştır. Bu, çoğu Mutasavvıfta görülen hallenmeler,  Vahdet-i Şuhud’u sistemleştiren İnsanlık tarihinin en büyük felsefi bilinç sahiplerinden biri olan İmam-ı Rabbani’de(13) de görünür. Önceki hallenmelerini kendisi de açık olarak tanımlayıp, yer yer eleştirir.                                                    

                                    Yukarıdaki alıntının ikinci bölümünüde söylemek istediklerimizle bağlantılı olarak açmaya çalışalım. Diyebiliriz ki burada hadisin iki yorumu da aynı kapıya çıkar. Allah’ın, bildiğimiz bu âlemde, gördüğümüz mümkünatları (evrende olan ve olabilecek her oluş ve varlık) görmeye alıştığımız gibi görülemeyeceğini vurgular. Allah’ın Mutlak görünüşünü, Kur’an’da anlatıldığı ve bilindiği üzere Peygamberimiz ve Hz. Musa’da görememiştir. Yine miraçtan hatırlayacak olursak, Cebrail o mertebeye hiç çıkamamış, kendi izafi görüşünde dahi Allah’ı algılayamamıştır. Bu bağlamda yukarıda geçen Şuhut makamı, Şahitlik makamı demektir. Kul ve tüm varlıklar, yaratılmışlar; Yaradan’ı direkt olarak göremez, bilemez. Ancak sıfatlarına, alametlerine, yarattıklarına şahit olabilirler.  Hepimiz Vahdet-i Vücudun bir unsuru ya da parçası değil, sadece Vahdet-i Şuhud’un bir algılayıcısıyızdır. Şuhut

 

yani şahitlik hali, saptırılmış bir Vahdet-i Vücut kavramına karşı, özellikle İmam Rabbani’nin son sistematiğini kurduğu, Mutlak Felsefe’yi koruyan has bir düşünce halinden kaynaklanır. Kitabımızda yer yer bu çok önemli konu üzerinde her seferinde, bu adı anmasak da durulmaktadır . Hatta tüm demek istediklerimiz bu bozulmamış has felsefenin açılımlarından ibarettir diyebiliriz.

 

 1.6.1-) Allah’ın Görünmezliğine Yakından Bakış

 

                                  Allah’ın görünemeyeceğini ya da bilinemezliğini Mevlana da şöyle dile getirir:  “Zülkarneyn kaf dağına dedi ki: - Ey sözler söyleyen, ey her şeyden haberi olan dağ; ne olur bana Allah’ın sıfatlarını söyle. Kaf dağı cevap verdi: - Hadi yürü işine git. Allah’ın sıfatları söze sığmaz, anlatmaya gelmez.”, “Aziz dostum, her şey görünmez ki. Rüzgar da gizlidir. Onu tozların yükselişinde, yaprakların savruluşunda seyret!”

                                  Aynı felsefe kadim Uzakdoğu dinlerinde de vardır. Hua hu ching’de: Büyük ve aydınlık gökleri/ Tao’nun bedeni olarak görmek tehlikelidir/ Eğer Tao’yu herhangi bir şekle büründürmeğe kalkarsan/ Onu göremezsin”, “Evrenin latif gerçeği dile getirilemez ve düşünülemezdir/ Bu yüzdendir ki öğretilerin en yüceleri sözsüz olanlarıdır/ Benim sözlerim ilaç değil reçetedir/ Maksat değil, ona ulaşmakta kullanılacak bir haritadır/ Oraya ulaştığında aklını sakinleştir/ Tao’yu tahlil etmekten sakın”, “En yüksek hakikat kelimelere sığmaz/ Bu nedenle/ En yüksek üstadın söyleyecek hiçbir şeyi yoktur ”,

 

Tao her şeye şekil olur

Ancak onun hiçbir şekli yoktur

Şayet zihninde resmetmeye kalkarsan kaybedersin onu

Kelebeği toplu iğne ile bir yere tutturmaya benzer bu

Değersiz kısım elde kalmıştır ancak,

Uçmak yok olmuştur, uçmak

gibi ifadelerle, Tanrı’nın gizliliği ve kavranılmazlığı vurgulanır.

                                Bir şeyi fiziksel olarak görmek için, o şeyin dışında olarak o şeye bakmak gerekir. Burada görmek ve bakmak kavramlarını idrak etmek, herhangi bir düşünce, olay ya

 

da varlığı tüm hat ve detaylarıyla kavramak, kuşatmak olarak da genelleyebiliriz. Bu yapılamadığında bir bütün olarak o şeyi değil, o şeyin bir bölümünü görmüş, kavramış oluruz.

                                  Burada itiraz olarak akla, ‘dışında olmadığımız’ hava gelebilir. Havayı görebilecek hassaslıkta bir yetimiz olsa, içinde olduğumuz halde havayı görürüz denebilir. Ya da derya içre olup deryayı bilmeyen balık misalinde; balığın içinde olduğu halde suyu gördüğü veya mantıken öyle bir algılama gücüne sahip olsa görebileceği söylenebilir. O zaman da, ‘bir şeyi fiziksel olarak görmek için, o şeyin dışında olarak, dışından o şeye bakmak gerekmez’ denebilir.

                                   Bu itirazlara iki yönden cevap verebiliriz: Birincisi, balık bir bütün olarak deryayı değil, içinden algı kapasitesi ölçüsünde bir bölümü görür. Biz de bir bütün olarak atmosferi değil, içinden bir kesiti görebiliriz. Bir bütün olarak ve tam haliyle görebilmemiz için atmosfer ya da derya haricinde olmak için: 1. şart; atmosfer ya da deryayı algılayabilecek incelikte bir görüşe sahip olmak,  2. şart ;  Dahi, görüş yelpazemiz ölçüsünde, ondan yeter uzaklıkta olmaktır.

                                   Bu şartları Allah’ı görme konusuna uyarlarsak hiçbirini yerine getiremediğimizi ve getirmemizin de imkânsız olacağını anlarız. İkincisi ise, biz atmosferin içinde olmamıza rağmen kendi varlığımız olarak atmosferin haricindeyizdirde. Veya balık deryanın içinde olmasına rağmen, deryadan ayrı bir şeydir. Bu nedenle haricimizdeki şeyi görebiliriz. Bunu da Allah’ı görme konusuna uyarlarsak, bu durumun da varlıkların Allah’ın indinde olması açısından, muhal olduğunu anlarız. Allah, sadece atmosferin bizi deryanın balığı kuşatması gibi her şeyi dıştan kuşatmış olmanın haricinde, her şeyin içinde de var olandır.

                                 Burada da şu sorular akla gelebilir: 1.)Ben kendimi görüyorum. Öyleyse kendi içimde olmama rağmen kendimi görmem, her şeyin özünde olan Allah’ı da şeyin görebilmesi gerekliliğini göstermez mi? 2.) Ve hadi bunu gerektirmese, Allah’ı içte olan yönüyle değilse bile, dışta olan yönüyle görebilmemiz gerekmez mi? 1. soruya şu cevap verilebilir: Biz kendimizi, görme fiiline araç olan gözümüzün haricindeki yerlerimiz olarak görebiliriz. Gözümüzü göremeyiz. Gözün direkt olarak kendisini görmesi olamayacak bir şeydir. Çünkü kendisine dışarıdan bakması gerekir ki bu imkânsızdır. Demek ki görme özelliğine sahip olan bir şey, ancak haricindekileri görür. Ama bu elbette içinde yaşadığımız fiziksel dünya şartlarına kayıtlı birimler için olan bir sınırlamadır. Yoksa Allah ehlinin görmek için göze, duymak için kulağa ihtiyacı olmayabilir. Göz ve kulak sadece vasıtalardır ve gerçek, görüp duyan bu bedenin özünde latif olan bir varlıktır. Kaldı ki onlar için hariçlerinde denebilecek bir mekân değil, her şeyin birliği vardır.  Görme özelliğine sahip olan bir şey ancak haricindekileri görse de, iç gözü gelişmiş olanlar, basarlarıyla değil basiretleriyle görenler, içteki Allah’ı idraktedir:

 

“Kesin bilgiyle inanananlar  için yeryüzünde ayetler (işaretler) vardır. Ve nefislerinizde de (kendi özünüzde de), hala görmüyor musunuz?” (51/20,21)

 Onlar, o basiretleriyle dışlarındaki Allah’ı da idrak eder. Dikkat edelim, burada iç ve dış kavramları varlığın kendini ayrı bir birim olarak var bilmesinden dolayı söylenen şeylerdir. Gerçekte Mutlak ve Tek Birlik söz konusudur. 2. soruya, yani ‘Allah’ı içte olan yönüyle değilse de, dışta olan yönüyle görebilmemiz gerekmez mi?’ sorusuna şöyle cevap verebiliriz:  Bizim gördüğümüz her şey aslında Allah’ın varlığındandır. Biz gördüklerimizle,Allah’ın varlığının bazı yansımalarını görürüz. Bu bakımdan Allah’ı görmüyor değiliz, görürüz, ancak bunun idrakinde değilizdir:

“Her ne yana dönerseniz Allah’ın vechi (Vechullah) oradadır” ”(2/115)

                             Yine Hua hu ching’de, buna benzer olarak :

“Dünyalar ve parçalar, bedenler ve varlıklar, zaman ve mekanlar/ Tüm bunlar Tao’nun geçici ifadeleridir/ Görünmez, kavranmaz olan Tao/ Herhangi bir çözümleme ve sınıflandırmanın ötesindedir/ Aynı zamanda, nereye bakarsan bak onun hakikati oradadır/ Aklınla ondan vazgeçer ve kalbinle ona sarılırsan/ O içinde sonsuza dek yaşayacaktır” denir. Yani, yine Fahreddün-i Iraki’nin deyişiyle: Hiçbirşey göremezsin ki, her neye bakacak olsa, ondan evvel veya ondan sonra veya onun içinde veya onunla beraber Allah’ı da görmemiş olsun.” diyebiliriz.

                                    

  1.6.2-) Latif’liği Habir’liğinin Nedeni Olan Allah

 

                                       Gördüğümüz şeyler bizim algı kapasitemize göre olduğundan, şeyleri ancak kesitsel özellikleriyle görürüz .(çünkü evreni, beş duyu ya da kesitsel algı araçlarımızla algılarız). Öz yönünden, latif olan yönünden (yine Kur’an’ın ifadesiyle, kadim Uzakdoğu dinleriyle paralel bir gerçek olarak Alah latif olandır.) göremeyiz. Bu göremediğimiz için görmeme değildir. Tamamen algı kapasitemizle alakalıdır. Gördüğümüzün aslını görememe, bilememedir.

                                    Ayrıca Allah’a tamamen dışından bakamadığımız için de bu idrake erişmiş olsak bile; yine bazı yönlerini (zuhur, sudur, yansıma, sıfat, tecelli) görürüz. Ama bir bütün olarak göremeyiz. Bu da hiçbir kulun yani yaratılmış olanın Allah’ı yani Yaradan’ı hakkıyla bilemeyeceği gerçeğinin sonucudur:

 

 

“İnsanlar ayetlerimize (biayatina) ikan sahibi olamadılar.” (27/82) , “Allah’ı hakkıyla idrak edemediler.” (22/74)

                                   Zira Tao te cihing’de de Yol için: “Örümcek ağı gibi varlığı belli belirsiz ortada dolaşır; O’nun kavranılması yıkılması demektir.” denir.

                                  Yaradan’ın yaratılanlar tarafından hakkıyla bilinememe durumu, Taoizmde adsızlık olarak tanımlanmakta ve bu tanımı taoist yorumculardan Lin Yutang(14) “Anlatılabilen Tao, Mutlak Tao değildir”, Chung Liang Huang(15) “Sözü edilen Yol, sonsuz Yol değildir”, Fung Yu Lan “Tao’lanan Tao, değişmeyen Tao değildir” diyerek açıklamaktadırlar. Tao te ching de Tao’nun bu tanımsızlığı: “Bütün dünya, yol çok büyük ama bütün tanımların dışında, diyor./ Yol, büyük olduğu için bütün tanımların dışında.” denerek vurgulanır.

                                  Burada hemen bir parantez açarak, Kur’an’da geçen, Allah’ın Latif oluşuyla ilgili bazı ayetlere bakalım:

“Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri(görüşleri) idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (hüvel latıyfül habır)” (6/103), 

 “Ey Oğulum, şu bir gerçek ki, yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa, bir kayanın içine veya göklere, yahut yerin bağrına konsa, Allah onu yine de ortaya getirir. Çünkü Allah Latif'tir, Habîr'dir ( innellahe latıyfün habır).”  (31/16),

“Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır ( innellahe kane latıyfen habıra)” (33/34),

“O, yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir ( huvelletıyfulhabiyru).” (67/14)

                                      Bu ayetlerde, dikkat edilirse latif olmak, her şeyin haberinde olmakla birlikte anılır. Bunun nedeni, Latif Mutlak Varlığın bizim âlemimizde (yani mümkünât aleminde de) , izafi varlıkların en derin katmanında halihazırda oluşta bulunuyor olmasıdır. Bu nedenden ötürü; hardal tanesi kadar küçük bir oluş ya da eylem, göklerde ya da yerin derinliklerinde de bulunsa, düşünebilecek her an ve mekânda bu Latif Varlık da oluşlarla birliktedir. Oluşların perde arkasında olan ve oluşları olduran Mutlak Varlıktır. Ve dolayısıyla O’nun tarafından bilinir. Bu durum, O’nun yarattığını biliyor olması haliyle, yani bilinçli bir yaratıcı olmasının gerekliliğiyle vurgulanır. Ve yine Latif ve Habir (herşeyden haberdar olan) olması nedeniyle, gözler O’nu idrak edemez. Ama O, gözleri (görüşleri) her an idraktedir. İşte bu Kur’an’i düşünce yolu, Mutlak Varlığın ayetlerini (işaretlerini) ortaya koymasından ve bu ayetlere dayanarak insanda salt gerçeğe yönelik bir bilinçlenme hali yani hikmet oluşturmasından dolayı yaşanan her an hatırlanmaya çalışılmalıdır.

 

 1.6.3-) Allah’ın Oluşu Kendinden Ayrı Yaratamaması

 

                                 Ayrıca ;  ‘Peki Allah’a neden tamamen dışından bakamayız?’ diye sormamız gerekir. Bunun nedeni varlığımızın Allah’ın varlığının dışında olmamasıdır. Bu tüm varlık âlemi için geçerlidir. Aksi hal, Allah’ın varlığının haricinde başka bir varlık yaratması demektir. Bu durumda da, o varlıkla Allah arasında sınır ilişkisi olur. Bu hal, Allah’ın vücudunun sınırlanması anlamına gelir ki bu da olamayacak, kendiyle çelişik, saçma bir şeydir (muhal durum). Allah’ın vücudu sınırlara sahip değildir.  Öyle olsa, O’nun varlığının bir sonu ve sonunun olduğu yerde de başka bir varlığın varlığı ya da mutlak hiçliğin varlığı gerekli olur. Bunun neden olamayacağına ilerde yer yer değinilecektir.

                                  Yine yukarıda : ‘Allah’ın oluşu başka türlü oldurması; oluşu, kendinden ayrı oldurması muhaldir. O zaman oluş, Tanrı’dan ayrı bir tanrı olurdudemiştik. Bunun açıklamasını da kısmen yapmış olmamıza rağmen biraz daha açalım: Allah’ın, oluşu kendini oluştan ayrı tutarak gerçekleştirmesi demek, olan şeyin Allah’tan ayrı bir yerde olduğunu gösterir. Bunun, Allah’ın varlığını sınırlamak nedeniyle imkânsız olduğuna yukarıda değindik. Böyle bir şey olmuş olsa, o şey Allah’tan ayrı bir varlık olacaktır. Her ne kadar Allah yaratmış olsa bile, onu kendi haricinde yaratmış olması, o şeyin var oluşundan itibaren varlığının Allah’a dayanmayabileceğini gösterir. Bu, o şeyin tanrılığıdır. Oysa Allah’ın, herhangi bir varlığı kendi Zat’ının olmadığı yerde yaratabileceği düşünülemez. Çünkü böyle bir yerin olması imkânsızdır. Allah’ın zatının sınırı yoktur. Daha doğrusu O lamekândır ve bu nedenle mekanın belirleyicisi olan sınırdan da uzaktır. (Burada ve bu bölüm boyunca, ifadelerimizde Allah’ı ister istemez mekanla anlatma durumunda kalmış olmamız, başka türlü anlatamamamızdandır).

                                  Tüm varlıkların varlığının öz mekanı, O Zat’ın varlığıdır. Varlıklar, O Varlık’tan var olmuşlardır. Yani varlık yoktan var olmamıştır. Var’dan var olmuştur. Bu konuyu ilerde açıklayacağımız için çok detaya girmiyoruz. Ancak şunu söylemekle yetinelim: Varlık Allah’ın zatının (haşa) bittiği bir yerde varlık bulsa, gerçek anlamıyla mutlak yoklukta var edilmiş demek olur. Bu, mutlak yoktan var olmak demektir ve olamayacak bir şeydir. İslam’a göre Allah, kâinatı ilminde yaratan ve varlığıyla kâim kılan (ayakta tutan) Mutlak varlıktır. Sonsuz- sınırsız olması dolayısıyla da O'ndan gayrı bir varlık mevcut değildir. Ya da‘yok hükmünde’ mevcuttur.

( Ya Hu Ve Adem - 7- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 15.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu