II.2.3) Taha suresi:

 

                       “Bunun üzerine: “Ey Âdem!” dedik, “Bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!”” (20/117)

Bilinç cennetten çıktığında, yani tamamen dünya hayatıyla, maddi alemle sınırlandığında, tekrar deruni boyuta inebilmenin ne kadar zor dolduğunu kendimizden biliyoruz. O kadar ki, öyle bir boyutun olmadığını dahi söyleyebiliyoruz.

                “Senin burada ne acıkman söz konusudur ne de çıplak kalman.” (20/118)

Bu varlıklar acıkma ve çıplak kalmanın ne demek olduğunu biliyorlar. Çünkü yukardaki (3/59) ayetinde açıkladığımız gibi, bilinçleri cennedi şuura ermeden önce, yani Allah’ın Ol emri gelmeden önce zaten yaratılmışlardı. Ve cennedi bilince ulaşmadan önce, bilinçleri kapalı hayvanlar gibi, bir dünyevi hayat yaşıyorlardı. Bilinç sıçraması, geçmişlerinin onlarca unutulmasını gerektirmez. Ancak artık, mevcut bedenleri için ihtiyaçlarını yerine getirseler de, açlık ve üşümenin bilinçlerinde bir acı oluşturmadığı anlaşılıyor. Denen odur.

 

“Ve sen burada ne susayacaksın ne de güneşten yanacaksın.” (20/119)

Susamayı ve güneşi biliyorlar, güneşten yanmayı da. Güneşi biliyorlar çünkü hala görüyorlar ama yakıcı etkisi onları sarsmıyor.

Derken şeytan onun aklını karıştırıp (vesvese verip) "Ey Adem! dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı (eskimez-çökmez mülk ve saltanatı, hiç son bulmayacak bir saltanatın yolunu) göstereyim mi?”” (20/120)

Saltanatlarının eskiyip çökeceğini biliyorlar, çünkü ataları hep ölmüştü. Türdaşlarından hep ölenler, yaşlananlar var. Dünyasal hayatın geçiciliğinin farkındalar, yoksa şeytanın dediklerine zaten sahip olmaları gerekirdi ki bu taktirde şeytanın onları kandırması da mümkün değildi.

Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine asi olup yolunu şaşırdı (şaşırıp-kaldı).” (20/121)

Burda çıplaklığın farkına varma, değişik şekillerde yorumlanmıştır. 1. si, Muhammed Esad’ın da dediği gibi, çıplaklığının, yani insan mutlak çaresizliğinin farkına vararak Allah’la olan bağını ve Allah’a karşı olan bağımlılığını anlamıştır. Yukarıda incelediğimiz ve bu söz konusu çıplaklığı vurgulayan (7/22) ayetinden sonra, aynı surede yine yukarda üzerinde durduğumuz (7/26) ayetiyle çıplaklık tekrar vurgulanır ve en iyi giysinin takva* elbisesi olduğu söylenir. Demek ki çıplaklığı en iyi örten şey takva olduğuna göre, çıplaklıkla kastedilen şey de, takvasızlık yani Allah’a karşı sorumsuz davranmak olur. 2. yoruma göre, (ki bu yorumu yine Muhammed Esad da yapmıştır,) çıplak oluşun anlaşılmasının, çıplaklık kavramının, daha önceki bilinç halindeki insanın, herhangi bir giysi taşımadığı halde çıplaklığını hissetmediği ya da çıplaklığının farkında olmadığı ilkel safiyet durumunu ya da dönemini ifade eden manevî bir anlamla yüklü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan ve daha önceki yorumlarımızdan yola çıkarak, bazı İslam alimleri ya da kendi kutsal kitaplarına göre bazı Hıristiyan ve Yahudi alimleri tarafından da kısmen yapılmış olan bir 3. yorum daha yapılabilir ki, o da şudur: Çıplaklığın, ayıp yerlerin görünmesiyle birlikte zikredilmiş olmasına bakılarak, cinsel bir içeriği vurguladığı düşünülebilir. Bu varlıklar, dünyasal tabiatları dolayısıyla, ve cennedi şuura kavuşmadan önceki hallerinden de, cinselliği biliyorlardı. Ancak cennedi şuura ulaşınca, cinsellik de, tıpkı açlık, üşüme ve güneşten yanmanın bilinçlerinde bir acı oluşturmaması gibi, bilinçlerinde bir şehvet uyandırmıyordu. Ancak bilincin şeytanın etkisiyle maddi aleme yönelişi sonucu, cinselliği de bir açlık unsuru, şehvet ve zevk aracı olarak görmeye başladılar. Örtünerek, ya da dünyasal önlemlerle bunu bastırmaya çalıştılar ve bu duruma şaşırıp kaldılar. Ancak artık bilinç maddi aleme odaklanmıştı.

Sonra Rabbi onu seçti (seçkin kıldı), tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti.” (20/122)

Bu nedenle Kur’an’da açık olarak peygamber diye bahsedilmese de, yaygın İslami inanca göre Hz. Adem ilk peygamberdir. Eğer Hz.Adem’i genel olarak ilk insanlığı ya da bu ilk insanlığın içindeki nübivvet sırrına yakınlaşmış olan bir ilk peygamberler grubunu simgeleyen bir isimlendirme olarak değil de, gerçekten böyle bir birey olarak düşünürsek (ki ayetlere, genel Kur’an ruhundan sapmadan tüm bu yorumlar yapılabilir), tüm türdaşları arasından, hala cennedi bilince kısmen de olsa erişebilen ve tüm peygamberler gibi, gaybi yönü açık olan O’ydu.

“Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz.”” (20/123)

Bir önceki ayette Ademin tekrar doğru yola kabulünden bahsedildiği halde, hemen bu ayette, cennetten kovulmanın vurgulanması, bu doğru yola iletilen kişi ile kovulmuş kişilerin farklı kişiler olduğunu gösterebilir. (7/24) ayetinde vurgulandığı şekliyle burda da iki kişiden değil bir gruptan bahsedilmesi, savımızı doğrular gibidir. Gerçi kimi İslam Alimlerince, bu ayetlerdeki çoğula yapılan hitap, Adem nesline yani bizlere yapılan hitap olduğundan, aslında Adem’le Havva sadece gerçekten de iki kişiydi. Ayrıca, bazı ayetlerde, Adem ve eşine ikili olarak da hitap edilmiştir. Ancak bu yorumun da ayetlerin birden çok gerçeğe temas etme mucizelerinin bir sonucu olarak, doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, Cennetten kovulma kıssalarının hepsini birden düşünüp ilişkilendirdiğimizde bir önceki yorumu da yapabileceğimiz kanaatine varıyoruz. Elbette Hz. Adem’de, türdaşları gibi, cennedi bilinçten çıkmıştı ama tıpkı tüm peygamberlerin nasıl dünyevi bilinçleriyle dünya hayatını yaşadıkları halde, içlerinde gayba, doğru yolla yönelim varsa, O’nda da öyle bir yönelim vardı ki, ayetin devamında, bu yönelimi gerçekleştirebilecek kişilerin gelecek nesillerden de çıkacağı ve insanlara Allah’ın hidayetini ileteceği müjdesi vardır.                  

                      Tefsirciler, genelde, Hepinizden kasıt, Adem, eşi, Adem oğulları ve şeytandır, derler. Razi tefsirinde, ““Birbirinize düşman olarak inin” hitabı, Ademe, eşine ve iblisedir. Birbirine düşman olma, cinlerle insanlar arasındaki düşmanlığın kökleşmesini, bunun hiç kalkmayacağını ifade eder.” der. Prof. Dr. Süleyman Ateş bu yoruma şunu ekler: “Bu düşmanlık, insanların birbiri arasındaki düşmanlığı da kapsayabilir. Zira insanlar arasında sürekli bir rekabet vardır.” ve şöyle devam eder: ““Hepiniz ordan inin” hitabı,  yalnız Ademle Havaya değil, bütün çocuklarına, soylarına yöneliktir. Gerçi Adem cennetten çıkarılırken nesli görünürde henüz mevcut değildi ama, bilkuvve onun belinde vardı. Ağacın çekirdekte varlığı gibi, Adem evladı da bir kuvve olarak kendisinde vardı. Ve Adem ile beraber bütün soyu da kuvve olarak dünyaya (beşeri hayata) inmiş oldu. Şimdi kim babası Adem’in yaptığı gibi şeytanın yolunda gitmekte ısrar etmez de (yani şeytana kansa bile hemen tövbe ederek Allah’a yönelir), Hakk yoluna dönerse (dönmek, çünkü ilk fıtratı zaten budur), Allah’ın rahmetine erer, cennete girer. Ama kim de şeytanın yolundan ayrılmazsa, onun da varacağı yer ateştir.” Burada şeytanın yolunun, ağırlıklı olarak insanlardaki temel içgüdünün kullanılmasıyla açıldığını, yani hemen hemen tüm günahların, son tahlilde cinsel içerik taşıdığını söyleyebiliriz. Üzerinde durduğumuz gibi, çoğu psikolojik felsefe ekollerinin öne sürdüğü gibi, insanda en güçlü güdü cinsel güdüdür. Tüm eylemlerin arka planında bir cinsellik yatar. Gerçi bu yine günümüz psikoloji felsefelerinin bir kısmının da itiraz ettiği gibi, aşırıya yönelik bir tahlildir ama, aynı zamanda büyük bir gerçektir de. Bu ekoller, din duygusunun da en az cinsellik kadar insan benliğinin derin katmanlarına inebilmiş bir varoluş ifadesi biçimi olduğunda hemfikirdir. Bu nedenle toplumsal hayatta, her çeşit yanlış ya da sapkın yönelimleriyle birlikte, bu iki unsur çok büyük öneme sahiptir. Belki dini, felsefi ve psikolojik verilerden hareketle şöyle demek daha doğru olacaktır: Şeytaniyete ve dünyasal sonsuzluğa yönelmiş insanın en büyük güdüsü cinselliği ama aşkın ve içkin mutlak anlamda bir sonsuzluğa yönelmiş insanın en büyük güdüsü (bu anlamda bu güdü yaradılıştan olan fıtrata yönelmektir) dinselliğidir. Ancak şu en önemli konudur ki, dinselliğin bireyde ağır basması, ondaki dinselliğin bir sapkınlık olma ihtimalini ortadan kaldırmaz. Gerçek dinsellik, Mutlağa ve Mutlak dine yönelen dinselliktir ki bununla da Müslümanlık dahil, herhangi bir dini değil, tüm dinlerin özü ve gerçeği olan İslam anlayışını kastediyoruz. Bu konu da ilerideki kitaplarımızda detaylarıyla işlenecektir.

                          Prof. Dr. Süleyman Ateş, (20/119)’ u, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin, (20/121)’i, ölümlülüklerinden kurtulup ebedi yaşamak isteyen insanların ataları o ağaçtan yediler, şeklinde tercüme eder ve şöyle der: “Tefsir kitaplarında genellikle Adem’in cennette yaratılıp yer yüzüne indirildiği uzun uzun anlatılır. Adem’in yaratıldığı cennetin bu dünyadan ayrı bir yerde olduğu sanılır. Bunlar Kur’an’ın metninden kaçıp peşin fikirleri Kur’an’a uygulamaktan başka bir şey değildir. Çünkü Kur’an’ı Kerim’in bir çok yerinde insanın şu topraktan yaratıldığı, kesin bir biçimde ifade edilir. Sürenin 55. ayetinde “Sizi şu topraktan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız.”(20/55) buyrulmaktadır. Bu açıklıktan sonra artık Adem’in, şu dünyadan başka yerde yaratıldığını söylemenin anlamı kalır mı? Kur’an böyle söylediği gibi, ondan önceki ilahi kitap Tevrat da, insanın bu dünyada yaratıldığını söylemektedir: “Böylece Rab Allah, onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı.”(Tekvin, bab 3/23)”

                       Bu 20. sure, Mekke’de Meryem Süresinden sonra inmiştir. İlk defa bu surenin inişiyle insanlara Adem’in tövbe ettiği ve tövbesinin kabul edildiği bildirilmektedir. Hırıstiyanlıktaki, Adem’in günahından dolayı her insanın günahkar olarak doğduğu karamsar inancın aksine, Müslümanlıkta her insan mümin yani cenneti hak etmiş olarak doğar. Ancak dünyevi hayata dalması sonucu kendinde cehennemi özellikler oluşur. Bu nedenle ergenlik çağına gelmeden ölen çocukların cennete gideceği kabul edilir. İşte bu olumlu düşünce, Adem’in tövbe etmesine ve tövbesinin kabul edilmesine, günahın değil gelecek nesillere geçmesi, kendisinden bile silinerek onun halifelikle şereflendirilmesine olan inançtan kaynaklanır
( Ya Hu Ve Adem - 2. Bölüm . Adem Ve Evrim - 10- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 2.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu