Yavaş yavaş sonbaharın burukluğu ve ağırlığı oturmaya başladı yüreklerimize
ve beyinlerimize. Her mevsimin kendine göre bir özelliği ve güzelliği var ise
de, sonbahar da tabiatın nazlı nazlı ağırlıklarını bırakır olması, havaların
daha ılıman bir vaziyette seyir alması ister istemez bizlere hüzün veriyor.
Zaman kulvarında nasıl koşarsak koşalım ipi na zaman göğüsleyeceğiz belli
değil? Tarihi de gizli. Gizli olması bir yerde yaşama sevincimizi de eksiltmiyor...
Beş on yıl öncesinde sevdiklerime, büyüklerime bakıyorum hep de sonbaharda ve
kışın dünyalarını değiştirmişler. Boşuna yaprak dökümü denmiyor demek ki bu
sonbahara. Sonbahar ve kış ölümü, ilkbahar ve yaz ise canlılığı hayatı
anımsatıyor biz insanlara.
Cemreler sırası ile düştükten sonra tabiat ana ister istemez ilahi emirlerin
doğrultusunda canlılık ve hayat buluyor. Doğarken ağlıyor insan, ciğerlerine
oksijeni çektiği zaman; sadece oksijen değil tabi ki onu ağlatan. Dünyanın
alçaklıkları ile zalimlikleri ile çıkarcıları ile dişe diş göze göz mücadele
edeceğini mi hesap ediyor belki de... Yoksullukları, fakirlikleri, açlıkları,
atom bombasını, kimyasal silahları, dikta rejimlerini bir bir gözünün önünden
geçirtiyor Yüce Yaradan. ''Baştan söyleseydi ya Rabb'im dünyada bunların
olduğunu hiç gelmek istemezdin ey insanoğlu oralardan buralara''
Baharın ruhumuza verdiği tazeliği ve canlılığı herhalde şimdiye kadar hiç bir
mevsim vermemiştir, bundan sonrada kolay kolay veremez. Çoğu zaman isim olarak
da çocuklara bahar adını verirler. Eskilerden çok sevdiğim bir şarkıdır
''Baharı bekleyen kumrular gibi sen de beni bekle, sakın unutma'' diye devam
eder gider. Delikanlı çağlarımda bir ilkbahar günü sevmiştim, ilkbahar günü
yüreğime düşmüştü ateşler. Sonradan öğrendim ki o da beni sevmiş. Kader
yollarımızı ayrı çizmiş elden bir şey gelmiyor. Bazen fazla açıldın mı
boğulursun, bazen de benim gibi açılamadan boğulursun. Gözyaşlarımı saklıyorum
otuz yıl önceki mendillerde. Yüreğimi sergilediğim zaman, o sergide onlarda
olur belki yıllar ve yıllar sonra...
Kışın kasvetli ve uzun geceleri aheste aheste kapımızı çalmaya başlamak üzere.
Eskiden sobalı evlerde kestane pişirirlerdi, şimdilerde sobalı ev de pek
kalmadı, nerede ise yok denecek kadar azaldı. Soba deyip de geçmeyin,
çoğunlukla bir yerde kurulduğu için, aile bireylerini bir arada tutar, samimi
bir ortama olanak sağlar. Şimdiki kaloriferli evlerde herkes kendi derdinde,
kendi odasında, müthiş iletişim kopukluğu olan bir ortam. Arada su içmeye,
tuvalete odalarından çıkarsa vatandaşlar, bilgisayar ya da televizyon başından
kalkıp, salonda karşılaşıp merhabalaşıyorlar aile bireyleri, bütün olay bu
dostlar. ''Buyurun bizim dizimize de bekleriz, benim dizim daha güzel filan
muhabbetleri.''
Çoğu zaman sonbaharda çekilmiş sanat eseri fotoğraflara baktığınız zaman en çok
gördüğünüz varlık, yere düşmüş sararmış yapraklardır. Alabildiğine ölümü ve
zamanımızın kısıtlı olduğunu, bizim de bir gün hayat dalından kopup ahret
yurduna düşeceğimizi hatırlatır. İşte böyle dostlar mevsimler ile iyi
geçinmeli, o soğukmuş, bu sıcakmış diye sevmemek olmaz. Her şey zıttı ile var
olmuştur. Düşünsenize sürekli aynı mevsimde yaşıyor olsaydık hayat ne kadar
monoton olurdu değil mi? Hepinize en derin sevgi ve saygılar yine...