Evde
en çok vakit geçirdiğim yer, kuşkusuz balkonum. Balkon kelimesine bir sahiplik
eki getirerek ‘balkonum’ haline getirmiş olsam da bu yalnızca sözün gelişidir.
Zira balkonun benim olması için öncelikle balkonun ait olduğu evinde benim
olması gerekir. Ama maalesef ben yılların kiracısıyım. Kırk yaşında olsam da,
yıllardır çalışıyor olsam da bir ev sahibi olma bahtiyarlığına henüz
ulaşabilmiş değilim. Gidişata bakılacak olursa da sanırım bu bahtiyarlığa
kavuşamadan da göçüp gideceğim bu dünyadan. Elbette kiracılıktan ya da ev
sahibi olmanın zorluklarından bahsedecek değilim. Çünkü balkondan ve balkonda
devam edip giden hayatımdan bahsedeceğim.
Ben
bir ev kiralayacağım zaman ne evin mutfağına, ne banyosuna, ne salonuna ne de
diğer odalarına bakarım. Bunu her ne kadar açık etmesem de benim bir ev
kiralarken baktığım ve önemsediğim yer evin balkonudur. Çünkü ben vaktimin
büyük bir çoğunluğunu evin balkonunda geçiririm. Hatta bu satırları bile evin balkonundan
yazmaktayım. Benim kahvehane, kıraathane ya da çay ocağı gibi bir alışkanlığım
yoktur. Gençken, arkadaşlarım varken gitmiştim. Çok keyifli zamanlarda
geçirmiştim. Her ne kadar oyun oynamakta yetenekli birisi olmasam da kağıt
oyunları, taş oyunları, zar oyunları oynardım kahvehanede arkadaşlarla. ‘Gönül
ne kahve ister ne kahvehane, gönül muhabbet ister gerisi bahane’ sözünde de
değinildiği gibi benim asıl bağlandığım arkadaşlarla geçirdiğim hoş vakitlerdi.
Ama insan yaşlandıkça arkadaşları azalıyor ve hatta hiç arkadaşsız yapayalnız
kalıveriyor ortada. Benim içinde aynısı oldu, bir zamanlar telefonlarım
susmazdı, arkadaşlarım çok fazlaydı ama şimdi hayatımda hiç arkadaşım kalmadı.
Elbette hayat kaygısı, geçim derdi, aile çoluk çocuk sorumluluğu derken
kahvehaneye ayıracak vaktim de kalmadı. Ancak kahvehanelerin önünden geçerken
dolu masalarda oyun oynayan insanları gördüğümde içten içe de hayıflanmıyor
değilim elbette. Uzun lafın kısası evin balkonu benim hayattaki yegane sosyal
alanım. Balkonda; sigara, çay, kahve içerim, kitap okurum, yazı yazarım, film
izlerim yani balkonda yaşarım. Şuanda oturduğum ev sanırım on birinci kiralık
evim. Bundan önceki evimin bir metrekare balkonu vardı ama tüm bu
söylediklerimi orada da yapardım. Efendim ben o evi zaruret haliyle
kiralamıştım. Şu an kiraladığım evin balkonundan ise ziyadesiyle memnunun. Bir masa
attım balkona, iki sandalye.
Balkonumun
manzarasını da beğeniyorum. Şöyle ki ben oldum olası gökyüzünü izlemeyi
severim. Bulutların şekilleri, gökyüzünün renkleri, güneşin ve ayın yer
değiştirmesi ve yıldızların göz kırpmasını saatlerce sıkılmadan izleyebilirim.
Gökyüzünü izlemek içime bir tür huzur ve ferahlık veriyor. Şöyle ki heybetli
gökyüzü bana gezegenin kabuğunda yaşayan küçük bir canlı olduğunu hatırlatıyor.
Yani efendim, düşündüğüm gibi büyük, önemli biri olmadığımı, evrende bir
zerreye bile tekabül etmediğimi. Dertlendiğim zaman, sıkıldığım zaman gökyüzünü
izliyorum. Derdimin ve sıkıntımın sandığım kadar büyük olmadığının farkına
varıp huzur buluyorum. Belki de bir kendini avutma şeklidir bu, bundan da pek
emin değilim. Balkonumun önü açık ve gökyüzünü rahatlıkla izleyebiliyorum. Çoğu
akşam ayın doğuşunu, hangi hallerde olduğunu açıkça görebiliyorum. Kimi gecelerde
ise yıldızlara bakıyorum uzun uzun. Bulutların şekil değiştirmeleri merakla
takip ediyorum. Bir sabah güneş doğarken doğan güneşin ışınlarıyla bulutların
hızla dağılmasını izlemek bana çok mucizevi gelmiş ve çok keyif vermişti.
Manzaramda sanırım iki tane de uçak güzergahı var. Gündüz ve geceleri uçaklar
aynı istikamette seyrediyorlar. Bazen şu uçağın içinde bende olsam, bilmediğim
memleketlere seyahat etsem diye tahayyüllere dalıyorum. Pek memleket gezdiğimi
söyleyemem. Yazları tatile çıkacak bir maddi duruma da sahip değilim. Ama
isterdim yeni memleketler görmeyi ve yeni insanlar tanımayı. Bazı gecelerde
ışıkları yanıp sönen bu uçakları uzay gemilerine benzetiyorum. Beni alıp
götürseler kendi gezegenlerine, tüm yaşadıklarımı anlatsam, çocuksu hayaller
işte. Ayın olmadığı ve yıldızların göz kırptığı bir gece ise yaban ördeklerinin
göçüne şahit oldum. V şeklinde gidiyorlardı. Çok keyifli dakikalardı benim
için.
Manzaramın
benim için değerli olan diğer bir kısmı ise hiç şüphesiz beyaz parlak
taşlarıyla büyükçe sayılabilecek bir mezarlık. Tarihi bir mezarlık olsa da hala
kullanılan ve yeni ölülerin gömüldüğü bir gömütlük. İtiraf etmek gerekirse bu
evdeki balkonumun bence en değerli manzarası ve benim en değerli komşularım bu
mezarlıkta yatan ölüler. Daha geçen gün birini gömdüler. Cenaze oldukça
kalabalıktı. Ama şimdi yalnız başına yatıyor merhum ya da merhume. Balkon
komşum olan bu mezarlıkta taşları zamanın değirmeninde parçalanmış mezarlarda
var, yeni yapılmış ve daha betonu kurumamış mezarlarda. Genç, yaşlı, çocuk,
bebek, erkek, kadın her yaştan, her cinsten ve her memleketten ölüler. Mezarlık
aile aile, hatta memleket memleket gruplanmış. Kimi grupların soyadları aynı,
kimilerinin memleketleri aynı, ortak yanları ise hepsinin artık ölmüş olması ve
bu mezarlıkta yatıyor olmaları. Bir akşam gezmesinde bu mezarlığı adım adım
gezmiştim. Böyle tuhaflıklarım var maalesef. Bunu da yalnızlığın bana vermiş
olduğu bir ödül olarak görüyorum, değinmeden edemeyeceğim. Kimileri kalabalık
meydanlarda gezmeyi sever, kimileri alışveriş merkezlerinde, kimileri sinema
salonlarında. Ama ben mezarlıklarda, müzelerde ve kütüphanelerde gezmeyi
severim. Saatlerce gezebilirim bu saydığım yerlerde ve hiç canım sıkılmaz. İşte
bir akşamüstü bu mezarlıkta da gezdim uzun uzun. Aynı şehirlerde, kentlerde
olduğu gibi bu mezarlıkta da kısımlar vardı. Artvin’liler bir yana gömülmüş,
Erzurum’lular bir yana gömülmüş, Aksaray’lılar bir yana gömülmüş, Kırşehir’liler
bir yana. Mezarlığın tam ortasında Selçuklulardan kalma olduğunu düşündüğüm
büyükçe bir kümbet var. Bu kümbetin etrafında da çeşitli yaşlardan, çeşitli
memleketlerden ve çeşitli zamanlardan ölülerin mezarları.
Kimilerinin
mezar taşlarına memleketleri özellikle yazılmış, kimilerinin mezar taşlarına
soyadları ve sülaleleri, kimilerinkine ise bana tuhaf geldi ama meslekleri. ‘Emekli
Hemşire bilmem kim sonra doktor, hakim, kaymakam, veteriner, muhtar, esnaf ve
hatta marangoz bilmem kim. Neden insanın mezar taşına mesleği yazılır pek
anlayamıyorum. Vardır muhakkak bir nedeni ama benim pek aklım ermedi bu duruma.
Hatta saçma bile buldum. Yani mezar taşında meslek yazılmasının kime ne faydası
olabilir ki? Ölen kişi işsizse mesela ‘İşsiz – Ömrünce Bir Baltaya Sap Olamamış
Bilmem Kim’ diye mi yazılacaktı? Yeni ben ölsem mezar taşıma ‘Ziraat Mühendisi
Mesut ÇİFTCİ’ yazılsın istemezdim kuşkusuz. Saçma buluyorum şimdi. Yani sosyal
medya profili gibi; mesleği, hobileri, fobileri vb. Yanlış anlaşılmasın asla
dalga geçiyor değilim. Zira bu tür bir konu ile dalga geçecek kadar cahil
birisi değilim ya da olmamak için çaba sarfediyorum. Yalnız mezar taşlarına en
azından benim gibi meraklı insanlar için ölüm nedeni yazılsa iyi olurdu diye
düşünmeden de edemiyorum. ‘Kalp Krizinden Öldü’, ‘Trafik Kazasında Öldü’, ‘Zehirlendi’,
‘Yaşlılıktan Öldü’, ‘İntihar Etti’, ‘Boğuldu’ ya da ‘Cinayete Kurban Gitti’’
gibi. Gerçi ben öldükten sonra mezar taşıma ne yazıldığının ne önemi var ki?
Sonuçta ölmüşüm işte. Hayatla ve dünyayla olan bağlantım kesilmiş. Dünya bensiz
dönmeye başlamış. Mezar taşıma meslek yazılsa ne olur, yazılmasa ne olur?
Buradan şöyle bir çıkarıma varıyorum; Demek ki mezar taşları ölmüş olanlar için
değil geride kalanlar için hazırlanıyor.
Mezarlıkta
gruplaşma elbette yalnızca sülale ya da memleket olarak değil zaman olarak da
mevcut. Şöyle ki mezarlar ve mezar taşları zamanın izlerini taşıyor. 1950’li,
1960’lı, 1970’li yıllarda ölenlerin mezarları ve mezar taşları beton ve
mermerden ziyade kolay şekil alabilen bir taş türünden yapılmış, yazılar
birbirinin aynı boyutta ve yeşil bir boya ile boyanmış. Neredeyse hepsi bir boy
ve öyle büyük gösterişli değiller. 1980’li yıllardan 1990’lı yıllara gelinirken
mezar ve mezar taşlarında beton ve mermer kullanımı yaygınlaşmış. Zaman ilerledikçe
mermer aksam çoğalmış ve dikdörtgen şekil önem kazanmış. 2000’li yıllarda ise
tamamen mermer kullanılmaya başlanmış, gösterişli büyük mezarlar yapılmış, yazı
koyu siyah harflerle büyüyerek yazı belirginleşmiş. 2010 yılından sonrakilerde
ise genellikle siyah renkli mermerler kullanılmış ve daha heybetli mezarlar ve
mezar taşları yapılmaya başlanmış. Burada sanırım zamanın teknolojik
gelişmeleri de kullanılarak siyah mermer üzerine hem yazı hem de ölen kişinin
resmi işlenmiş. Bazı mezarlarda fotoğraflar ve bazılarında da bu tür resim
işlemeleri var. Birisinde doktorların simgesi olan birbirine sarmalanmış yılan
figürünü bile gördüm. Yani bir mezara bakarak hangi yılda inşa edildiğini
kolaylıkla anlayabilirim bu bilgilerle.
Bu
mezarlıkta merakla gezinirken zaman zamanda hüzünlendiğim ve gözlerimin
dolduğunu da oldu. Özellikle bebek ve çocuk mezarlarında böyle oldu. Kuşkusuz
ölüm hayatın en kesin gerçeği ve her yaşayan bir şekilde ölüme doğru gitmekte.
Ama bir bebeğe ya da bir çocuğa ölümü yakıştıramıyorum. Beynim ve vicdanım bu
benzeşmeyi reddediyor. Senesini tamamlamadan ölmüş bebekler, ilkokul çağında
çocuklar, yeni ergenliğe girmiş gençler. Çok hüzünlü bir görüntü, küçücük kutu
gibi mezarlar. Aralık’ta doğmuş, Şubatta ölmüş bir bebek. Ne olmuş, soğuktan mı
hastalanmış, tutunamamış hayata. Bir de zamanla kaybolup gitmiş mezarlar var.
Dünyada hiçbir izi kalmamış ölüler, aslında hepimizi sonu bu. Bir mezar beni
çok duygulandırmıştı. Genelde karı ve kocalar anne-baba olarak yan yana
gömülüyorlar. Ancak bu mezarlarda anne ve oğlu yan yana gömülmüş ve baba biraz
daha uzağa. Önce oğul ölmüş ve öldüğünde on yedi yaşındaymış. Ölüm senesi 1979;
trafik kazasıyla mıydı acaba, ya da o zamanlar siyaset kavgaları vardı ülkede
sağ-sol davası mıydı, yoksa intihar mı etti, hastalandı mı bilemiyorum. Sonra
on yedi yaşındaki oğlun babası ölmüş ama oğlun yanına babası defnedilmemiş. Birkaç
sene sonra da annesi ölmüş ve annesi oğlunun yanına defnedilmiş. Ne kadar çok
yandıysa artık annesi, ne kadar çok üzüldüyse oğlundan öldükten sonra bari
ayrılmak istememiş.
Ölüm,
beklediğimiz; bildiğimiz son. Yani günün birinde öldüğümüzde hiç yaşamamış gibi
silinip gideceğiz dünyadan. Yani sıradan bir insan öldüğünde ve bir mezarlığa
defnedildiğinde önce eşi, çocukları, yakın akrabaları ve belki de arkadaşları
anımsar ve mezarını ziyaret eder. Sonra zamanla bu ziyaretlerin sıklığı azalır.
Çok zaman sonra belki torunları gelirler ziyarete. Peki ya sonra? Birkaç nesil
sonra hatırlanmaz olur. Şimdi kazık çakacakmış gibi; hırsla, inatla yaşıyoruz
ya bu dünya da işte bunun koskoca bir yanılsama olduğunun ispatıdır bu. Benim
balkon komşum olan bu mezarlığın sessiz sakinleri hayattayken neler yaşadıklar
kim bilir? Belki çok zor bir hayatları oldu, belki de çok rahat refah içinde.
Ama onlar da sevdiler, sevildiler; üzdüler, üzüldüler; sağlıkla ve hastalıkla
yaşadılar; mutluklar ve hüzünler yaşadılar; belki nefretleri vardı, belki
nefret edildiler. Belki kimileri zalimdi, kimileri alimdi ya da kimileri
mazlum. Nefes alıp verdiler, güneşte yandılar, soğukta üşüdüler, toprağın
üzerinde yürüdüler, toprağın yetiştirdiklerini yediler. Farklı cinsten, faklı
memleketten, farklı düşüncelerden, farklı sülalelerden, farklı renklerdeydiler.
Ama sonuç olarak hepsi birer insandı ve hepsi öldüler. Doğdular, paylarına
düşeni yaşadılar ve sanki hiç yaşamamış gibi ölüp gittiler. Kadınmış, erkekmiş,
çocukmuş, para hırsıymış, makam mevki düşkünlüğüymüş, nefretmiş, öfkeymiş,
sevgiymiş, aşkmış sanki hiç yaşamamış, sanki hiç yaşanmamış gibi gibiler şimdi.
Ne kavga, ne tartışma, ne nefret, ne öfke, ne gürültü, ne hırs sessiz sessiz yatıyorlar
mezarlarında.
Biz
yaşayanların da olup olacağı budur işte. Ne bir eksik ne de bir dirhem fazla.
Bundan yalnızca 90-100 yıl sonra şu anda yaşayan herkes ölmüş olacak.
Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, nefret ettiklerimiz, bizden nefret edenler, canımızı
yakanlar, canını yaktıklarımız, kavga ettiklerimiz, küstüklerimiz, bize küs
olanlar herkes ölecek, silinip gidecek dünyadan. Bu durumda hayat dediğimiz şey
bir yanılsama, bir düş değildir de nedir Allah aşkına? Bu yanılsama için mi
kırıp dökmekteyiz, yakıp yıkmaktayız, nefret edip ötekileştirmekteyiz, yalanlar
söyleyip kandırmaktayız birbirimizi? Bu aslında hiç var olmayan hayatımız için
mi?
Şimdi
ben yegane sosyal alanım olan ve aslında benim olmayan balkonumda; bir yandan
beyaz bulutlarla yer yer örtülmüş mavi gökyüzünü izliyor, bir yandan değerli
komşularım olan ölülerin mezarlarına bakıp düşüncelere dalıyor, bir yandan da
kendi sonumu tahayyül etmeye çalışıp bir sigara tüttürüyorum. Hayat yaşanılası
ve keyifli biliyorum. Günün birinde bende öleceğim, belki mezar taşımda
mesleğim de yazacak. Bana saçma gelen ne varsa yapılacak belki de ben öldükten
sonra. Evet belki kiracıyım, belki ne evim, ne balkonum var. Ama bana huzur
veren bir gökyüzüm ve herkesin aynı toprağın altına gireceğinin ayırtına varmışlığım
var. Şimdi bir çay doldururum kendime, belki içinde olmayı düşleyeceğim bir
uçak geçer yükseklerden.
Mesut ÇİFTCİ (17 Temmuz 2022/KIRŞEHİR)