
Montaigne’in meşhur Denemeler
isimli eserinde çok hoş bir benzetme vardır, der ki; “Bazı insanlar sineklere
benzer, sinekle nasıl pürüzsüz yüzeylerde tutunamazlarsa bu insanlarda hüzün
olmadan yaşayamazlar.” Pürüzsüz yüzeylerde tutunamayan sinekler gibi, bu
insanlar da mutlulukta barınamaz, sürekli bir melankoliye ihtiyaç duyarlar. Bu
tespit, hayatın içinde sayısız kez doğruluğunu kanıtlamıştır. O kadar doğru bir
tespit ve o kadar doğru bir benzetme ki bu hayatta her defasında doğruluğuna
şahit oluyorum. 1580 tarihinde ilk kez yayımlanan bu eseri ben yayımlandıktan
yaklaşık dört yüz yirmi sene sonra okuyabildim, lise yıllarımdı. Yaklaşık yirmi
sekiz sene öncesi. O günlerden bugüne bu benzetme, zihnimde derin izler
bıraktı. Zira hüzün, sadece bireysel bir mesele değil, toplumsal bir yapının da
harcıdır.
Bu meşhur benzetme
esasında ülkemizde de 1960’lı yıllarda ortaya çıkan arabesk müziği ve arabesk kültürünü
de özetlemektedir. Bir zamanlar müzik otoriteleri tarafından kabul görmeyen
arabesk kitleler tarafından benimsendi ve bir kültür haline dönüştürüldü.
Yaşadığımız dönemde ise bu kültür kabul gören ve toplum içinde desteklenen bir
kültür haline geldi. Genel olarak tüm Ortadoğu Ülkelerinde; üçüncü dünya
ülkelerinde mevcut bulunan toplumsal sorunlar arabesk kültür için verimli bir toprak
oldu. Gelişmemişliğin, gelişememişliğin ve cahilliğin toprağında arabesk
kültürü köklendi ve dev bir çınara dönüştü. Ancak bu dev ağaç maalesef meyve
vermeyen bir ağaç ve toprağına da hiçbir faydası olmayan bir ağaç. Büyümek için
toprağını sömüren fakat doğanın kadim döngününün dışında toprağa hiçbir katkısı
olmayan bir ağaç. Bu kültür bir meyve ağacı değil; aksine, toprağı sömüren ama
hiçbir fayda sağlamayan, kökleri derinlere inen bir gölge ağacıdır.
Arabesk kültürde de esasında
sevgi, aşk, neşe ve mutluluk vardır. Ancak tüm bu iyi şeyler de hastalıklıdır,
çürüktür, zehirlidir. Hepsinin temel amacı mutsuzluğa, hüzne ve acıya hizmet
etmektir. Örneğin arabesk kültürde bir genç adam bir genç kadını sever ve acı
çeker. Neden acı çeker? Çünkü acı çekmezse sevgisinin gerçek sevgi olduğuna
kimse inanmaz. Bu bir saçmalıktır. İnsanlar acı, çile, sıkıntı çekmeden de
sevebilirler, aşık olabilirler, mutu olabilirler. Ama arabesk kültür bunu kabul
etmez. Kaderci bir umutsuzlukla hayattaki her şeyi hüznün rengine boyar. Arabesk
kültürde herkes vefasızdır, hayat çilelidir, sevgiler karşılıksızdır, tüm dünya
kötüdür. Oysa bunun gerçeklerle ilgisi yoktur. Ezilenlerin müziği ve ezilenlerin
kültürü olarak kabul görmüş bu müzik ve bu kültür esasında ezenlere hizmet
etmektedir. Elbette insanlar bu yazdıklarımı anlamlandıramayacaklar ve hatta bu
kültüre eleştiride bulunduğum için bana öfkeleneceklerdir. Zaten sorun da tam
olarak budur. Esasında yazının konusu da arabesk müziği ve arabesk kültürü
değildir. Topluma umutsuzluk ve kabullenilmiş çaresizlik aşılayan bu kültür
kimlerin işine gelmektedir? Asıl mevzu budur. Yazımın konusu ise tamamen kişiseldir elbette.
Bu topraklarda doğmuş,
bu topraklarda büyümüş ve bu topraklarda yaşayan birisi olarak bende bu
topraklarda yetişen tüm ağaçlardan ve bitkilerden etkilendim elbette. Gittikçe
gürleşen ve büyüdükçe başka hiçbir bitkiye güneş yüzü göstermeyen bu arabesk ağacının
altında bende gölgelendim. Ancak günlerden bir gün ortada hiçbir sebep yokken
hüzünlendiğimi gördüğümde bu koca ağacın aslında beni yolumdan alıkoyan bir
zehirli sarmaşık olduğunun farkına vardım. İlerlememi engelliyordu. İnsan
ömrünün tamamında sebepsiz bir hüzün, sebepsiz bir mağduriyet, sebepsiz bir mutsuzluk
hissederse yaşamını devam ettirebilir mi? Kaderci bir yaklaşım biçimi içinde
mücadele etmeden, uğraşmadan, çalışmadan, üretmeden yalnızca acı çekmek ve
hayıflanmak. Bu durum bir tür hastalık değil midir? İnsan hayatı her zaman
güllük gülistanlık değildir. Bunu açık yüreklilikle kabul edebilirim. Biz
insanlar hayatta kaybederiz, başarısız oluruz, terk ediliriz, ihanete uğrarız.
Ancak biz insanlar hayatta mutlu da oluruz, başarırız da ve seviliriz de. Hayat
sadece karanlıklardan oluşmaz. Hayatta aydınlıklar da vardır. Ancak hayatın yalnızca
karanlıklardan oluştuğunu farz edersek bu hastalıklı bir bakış açısı olur. Böyle
bir bakış açısı hem bireyi hem de toplumu acı ile beslenen bir bilincini
kaybetmiş bir enkaz haline dönüştürür. Çocukluktan itibaren bu kültür içinde
yaşayan insanlar ise pusulasını yitirmiş gemiler misali amaçsızca bir oyana bir
bu yana savrulur dururlar. Bir hedefleri ve amaçları olmaz. Ancak bir başka
kimsenin hedef ve amaçlarına hizmet edebilecek kölelere dönüşebilirler.
Benzer şekilde
toplumda konumlanan bir diğer sistem de inanç sistemidir. Ahiret inancından; öldükten
sonra sonsuz yaşam, cennet ve cehennem, ödül ve ceza olgularının varlığından
bahseden inanç kültürlerinin yanlış yorumlamaları da aynı arabesk kültür gibi
bireyleri ve toplumları yanlış yönlendirmektedir. Şöyle ki bu yanlış bakış
açısı içerisinde bu dünyanın geçici olduğu ve dolayısıyla değersiz olduğu; asıl
değerli ve önemli yerin öldükten sonraki sonsuz yaşam olduğu insanlara
anlatılır ve öğütlenir. O yüzden bu değersiz dünya için çalışmak insan için
beyhude bir çabadan ibaret olduğu algısı insanlara kabul ettirilmek istedir. Öyle
ya bu dünya sonsuz bir yaşamın yalnızca bekleme odasıysa, bu bekleme odası için
çalışmaya ne gerek var ki? Bu inancı ve görüşü benimseyen insanlar ise içinde
bulundukları bu dünya için, kendileri için, toplumları için çalışmayı beyhude
bir çaba olarak değerlendirirler. Sonuç ise elbette hüsrandan başka bir şey
değildir. Böyle toplumların gelişmesi ve ilerlemesi düşünülemez. Çağımızda tüm Ortadoğu
ülkeleri bu yanlış inancın esiri ve kurbanıdır. Çünkü bu düşünce sistemi içinde
insan ve içinde bulunduğu toplum; olsa olsa sömürülen bir köle olabilir o kadar.
Çünkü içinde bulunduğumuz dünya çalışmayı, düşünmeyi ve üretmeyi gerektirir.
Elbette insanların dini inançları, düşünceleri ve fikirleri olmalıdır. Ancak
insan bu inanç, düşünce ve fikirlerin kendisine neyi emrettiğine bakmalıdır. Maalesef özellikle ahiret inancının olduğu
semavi dinler bir takım sömürü odakları tarafından bu şekilde bir anlayışla
insanları sömürmek için kullanılmaktadır. Okurların burada şu ayrımı
yapabilmelerini özellikle ümit ediyorum; eleştirdiğim inanç sistemlerinin,
dinlerin kendileri değil; yorumlanış biçimleridir. Zira bu ayrımın yapılamaması
durumunda yine arabesk kültür hususundaki eleştirilerim gibi öfke ile karşılanacağım.
Esasında bu benim için o kadar da mühim değil. Şahsım için asıl mühim olan
yanlış anlaşılmamak yani doğru anlaşılmak. Çünkü birazda o yüzden yazma işine
bu kadar emek harcıyorum.
Yazmak da konuşmak
gibi bir kendini ifade biçimidir. İnsan konuşarak ne elde etmeyi düşünüyorsa
aslında yazarak da aynı şeyleri elde etmeyi ister. Konuşmanın, iletişim kurmanın
amacı nedir peki? Elbette birden fazla amaçtan bahsedilebilir. Ancak temel amaç
insanın kendisini anlatma çabasıdır. Kimileri çok iyi konuşur; hatiptir.
Kimileri ise çok iyi yazar; yazardır. Herkes çok iyi konuşamaz ya da herkes çok
iyi yazamaz. Her insanın yeteneği ayrı ayrıdır. Neticede insan anlaşılmak
ister. Hatta bu anlaşılmak isteği tüm isteklerinden bir adım öndedir desem sanırım
yanlış yazmış olmam. Dolayısıyla bende anlaşılmak isterim ve istemekteyim.
Velhasıl-ı kelam bireyleri
ve toplumları yönlendiren ehemmiyetli unsurlar inançları ve kültürleridir. Bu
inanç ve kültürlerin ise birey ve toplumun geleceği için sorgulanmaya ve
değerlendirilmeye ihtiyacı vardır. Aksi halde karşılaşılan sonuç hüsrandan
başka bir şey olmayacaktır.