AŞK GÖREVİ İYAKAT EHLİNE VERMEKTİR
“Ey Ebu Zer, ben, seni zayıf görüyorum. Kendim için istediğimi senin
için de isterim. Sakın iki kişi üzerine de olsa amir olma!” [1]
Kur'an’ı Kerimi tekrar tekrar okuduğumda ondan anladığım en önemli
çıkarımım, hayatın adalet üzere olduğuydu. Adalet hak edene hak ettiğini
vermektir. Zulüm ise hak edene hakkını
vermemek olduğu gibi herhangi birine hak etmediği şeyi vermektir. Aynı zamanda
birinin alnının teri, liyakati, emeği yok sayılarak onun hakkı olan işi
yakınlarından birine vermektir. Bu husus Hz. Muhammed (as) tarafından kıyamet
olarak vasıflandırılmıştır.
“Bedevinin birisinin kıyametin ne zaman kopacağını sorması üzerine Hz.
Muhammed (as) “Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekle!” buyurdu. Bunun
üzerine bedevi; “Emanetin zayi edilmesi nasıl olur ya Rasulullah?” deyince
Allah’ın peygamberi;” Yönetim ehil olmayan kimseye verildiğinde kıyameti
bekle.” dedi.”[2]
Kıyamet dünyanın alt üst olması, dengelerin bozulması, yıldızların
sönmesi, denizlerin yanması, dağların bir yün gibi savrulup parçalanması gibi
tasvirlerle açıklanarak dünyanın yok olması anlamında kullanılan bir kavramdır.
Ancak hadisin mahiyetinden anladığımız kadarıyla aşkın öncüsü Hz.
Muhammed (as) büyük bir edebi sanatla dünyanın adaletle işleyişinin bozulmasını
kıyamete teşbih etmektedir.
Adaletin kaybolduğu bir dünya üzerine kıyametin kopacağı kötü bir
dünyadan daha iyi değildir.
Liyakatin yani işe ehlinin, yeterliliğe sahip olanın, işin erbabının
ıskalandığı toplumlarda düzenin bozulacağını, dalkavukluğun, yalakalığın,
haksız kazançların, kifayetsizlerin, ehil olmayanların salt güç ve iktidar
sahiplerine yakınlıklarından dolayı baş tacı edileceğine işaret etmiştir.
Aslında bunu veda hutbesinde de çok açık bir şekilde belirtmiş ve
ümmeti için dünyevileşmekten korktuğunu dile getirmişti.
Mala, güce, saltanata olan aşırı ve haksız hırs insanı
azgınlaştırmaktadır.
Liyakat ehli olmayan insanların sadece yakınlığından dolayı
görevlendirildiği toplumların, güçlülerin affedildiği zayıfların
cezalandırıldığı toplumların helak edilen toplum özelliklerine sahip olduğunu
da birçok defa ifade etmiştir.
Adalet toplumu ayakta tutan en önemli direktir. Bu direği ayakta tutan
en önemli unsurlar ise liyakat sahibi ehil insanlardır. İmam Gazali bu dengenin
koptuğu toplumlarda yozlaşmanın olacağı uyarısını yöneticilere şu şekilde
yapmıştır.
“Devlet başkanı, idari sorumlulukları liyakatsiz insanlara
vermemelidir. Liyakati olmayan kimseleri bu görevlere getirirse onlar yönetimi
bozar, ilkeyi harap ve halkın yaşamını alt üst ederler.”[3]
İnsan tanıma sanatkarı Hz. Muhammed (as), bize toplumsal düzenle ilgili
önemli ipuçları vermektedir. Onun örnek yaşamını salat sarık, cübbe, sakal,
misvak gibi coğrafik unsurlara hapsedince sosyal hayata yönelik temel
ilkelerini ıskalayabiliyoruz. Müslüman elinden, dilinden insanların emin olduğu
kişidir.” derken, insanları değerli kılan özelliğin kişilik olduğuna dikkat
çekmektedir.
Geri kalmış yoz toplumlarda kabilecilik, particilik, mezhep ve
cemaatçilik ön plana çıkarak, bizden olsun çamurdan olsun, anlayışı hakim
olacaktır. Veya kullanılabilir bir gevşeklikte olsun ne olursa olsun anlayışı
kabul görecektir. Bu ise hem Kur'an’ın hem de en güzel örnek peygamberin en
temel sosyal hayat prensibi olan adaleti göz ardı etmek anlamına gelecektir.
“Allah
size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel
öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” Nisa/58
“İş
ehil olmayan kimseye verilmediğinde kıyameti bekle!”
Güzel
olan adalet yok edilirse çirkin olan kifayetsizlik baş tacı olur. Bizler,
Allah’ı kalbimizin sultanı yaptığını söylerken emirlerini ayaklar altına
alırsak bu iki yüzlülükten başka ne olur?
Bu kısa
değerlendirmelerden sonra konunun başına tekrar dönebiliriz. Peygamberimizin
Ebu Zer’e neden yöneticilik vermediğini farklı bir olaydan çıkarabiliyoruz. Ebu
Zer, Bilal’i Habeşi’yi bir tartışmalarında; “Kara kadının oğlu!” diye
aşağılayıp, hakaret eder. Bu olay Allah’ın peygamberine intikal edince, onu yanına
çağırır ve yaptığından dolayı ona kızar.
“Ey Ebu
Zer! Onu, annesinden dolayı mı ayıpladın? Sen üzerinde cahiliye hasleti olan
birisin.”[4]
Daha
herhangi bir mevki ve makam sahibi değilken insanları kimliğinden dolayı
aşağılayan bir anlayışın güç sahibi olduğu zaman neler yapacağı belli olmaz.
Aslında insanlar ağırlığını kaldıramayacakları bir değere talip olduklarında
büyük imtihanlarla karşı karşıya kalmışlardır. Bunu biz bahçe sahipleri
kıssasında da görmekteyiz. Babaları gibi cömert olmayan çocuklar mal mülk
sahibi olunca onun kölesine dönüşürler. Paylaşmaktan kaçınırlar. Sahibi
olduğunu sandığı şeyin kölesine dönüşür.
Herhangi
bir nesnenin kölesi olan insan onu kaldıracak olgunluğa sahip değildir. Paranın
kölesi olan Karun, makamın kölesi olan Haman, şöhretin kölesi olan Belam,
şehvetin kölesi olan Züleyha, iktidarın kölesi olan Firavun!
William
Shakespeare;” Şeref payesi ancak liyakat nişanesini onuruyla göğsüne takanların
olsaydı, kürklülerin kaçı çıplak kalırdı?”[5]
diyerek birçok insanın bulunduğu mevkiine liyakatiyle gelmediğine işaret
etmektedir.
Bunu
yaşadığı dünyayı göz önüne getirerek düşünen ve sorgulayan insan başını önüne
eğerek büyük bir üzüntüyle; “Çoğu!” demekten kendini alamazdı sanırım.
Günümüzde
bunu farklı yönleriyle görebiliyoruz. Sözde dindar olan birçok insanın
parasızlıktan, şöhret ve makam sahibi olamadıklarından züht hayatı
yaşadıklarını, sahip oldukları imkanlardan sonra yaptıklarını gördüğümüzde
anlıyoruz.
Zamanın
mücahitleri, günün müteahhitleri sözü burada karşımıza çıkmaktadır.
Tabi ki
mücahitlerin müteahhit olamayacağını söylemek istemiyorum ancak kazancı davaya
kurban etmenin doğru olmadığını vurgulamak istiyorum. Bedelini ödeyerek elde
edilen şey değerlidir. Bedel olarak kişiliği ödemek ise çok ağırdır.
Kanadı
kırık bir güvercinden öğrendim
Şöhretin
ve yükselen unvanların insanları
Ödedikleri
bedelin ağırlığında
Çekilirken
bataklığın derinlerine
Özgürlük,
satılmayan ruhların gizemindeymiş
Bir
insanın o işe uygunluğu, becerisi, yeteneği, ilgisi, alanı olup olmadığı, ondan
daha yetkin ve etkin birilerinin var olup olmadığına aldırmaksızın,
yakınlarından birine o işi peşkeş çekmek yağmacılıktan farksızdır. Hırsızlık
sadece birilerinin eşyasını çalmak değildir. Hak edenin hakkını, kariyerini,
unvanını, emeğini karşılıksız bırakmaktır. Makamdan kaynaklanan gücü kendinden
olanlara haksız bir şekilde seferber edip, torpil sihrine dönüştürerek
başkalarının hakkını gasp ederek peşkeş çekmek de liyakat hırsızlığıdır. Bu
aslında büyük bir inanç zafiyetidir.
Açılan
bir kadroya adrese teslim olacak şekilde bir ilan verip, başkasının girmesini
engellemek de hırsızlığın akademik olanıdır.
Üsvei
Hasene olan önder Hz. Muhammed (as)çarpıcı bir örnekle böyle bir yaklaşımın
içine girilmemesi gerektiğini açıkça belirtmektedir.
Mekke
fethedilmiştir. Osman bin Talha’dan Kabe’nin anahtarları alınır. Putlardan
arındırılan Kabe’de namaz kılınır. Bu arada Hz. Ali; “Ya Rasulüllah Sikaye
göreviyle Sidare görevini bizde (Haşimoğullarında) birleştirseniz, sözü üzerine
Hz. Muhammed (as), Osman bin Talha’yı çağırıp; “Anahtarını al ey Osman, gün
vefa ve iyilik günüdür.”[6]
diyerek liyakat ehline görevi vermenin iyilik ve vefa olduğuna vurgu
yapmaktadır.
Hz. Ali
gibi örnek bir şahsiyetin isteği reddedilmektedir. Kabilecilik anlayışına neden
olacak bir bakış açısı reddedildiği gibi liyakat esaslı bir yaklaşım
benimsenerek iyilik ve vefa olarak nitelendirilmektedir.
Mesele kabilemiz, cemaatimiz, partimiz, tarikatımız değil, liyakattir.
Bu
konuya ayrı bir açılım olarak ele alabileceğimiz bir hadis de dikkat çekicidir.
“Kime
bir Müslümanı çekiştirmesi karşılığında elbise giydirilirse Allah, onun mislini
de ateşten giydirecektir. Kim bir kimseyi (fazla överek) gösteriş ve riya
makamına dikerse, Allah da o kimseyi kıyamet gününde riya ve gösteriş makamına
çıkaracaktır.”[7]
İnsanın
bir başkasına dalkavukluk, yalakalık ederek elde edeceği makamın adresi
ateştir. Çünkü en temel haklardan olan emek ve liyakatin yok sayılarak sadece
övücü sözlerinden, yakınlığından dolayı birilerine hilat giydirmek büyük bir
zulümdür. Giyen de giydirende zalimdir.
Olayı
tekrar hatırlayalım. Ebu Zer bir yöneticilik ister. Peygamber tarafından
reddedilir. Gerekçesi de şöyle açıklanır;
“Ey Ebu
Zer sen zayıfsın. Bu emirlik ise muhakkak bir emanettir. Şüphe yok ki bu emanet
kıyamet gününde hakaret ve nedamet olacaktır. Ancak bu emaneti haklı olarak
üzerine alıp da onun gerekli kıldığı vazifeleri yerine getirenler müstesnadır.”[8]
Ebu Zer
ve Osman bin Talha olaylarında gördüğümüz gibi aşkın öncüsü Hz. Muhammed (as)
görevlendirmede liyakati esas almaktadır. En yakını, en sevdiği ve kendi
kabilesi bile olsa asla liyakati göz ardı etmemektedir. Bunu Üsame’yi büyük bir
orduya komutan olarak görevlendirmesinde de görmekteyiz. Nice büyük sahabeler
varken Üsame gibi genç bir yeteneği ordu komutanlığına getirmektedir.
En
küçüğünden en büyüğüne kadar yolsuzlukların, haksız kazançların, liyakatsiz
atamaların, ihalelere fesat karıştırmaların, kayırma ve torpillerin temelinde
adalet duygusunun kaybedilerek, menfaat ve ahbap çavuş ilişkisinin merkeze
alınmasıdır. Akil insanlar yaşamı gözden geçirdiklerinde buna şahit olurlar. Adaleti
yüreklerinden sürgün edenleri şöyle düşünür. “Bana yakın, benden olan ne kadar
liyakatsizse de sırf benden oldukları için itibar sahibi olmayı hak ederler.”
Mevlana
böyle insanların topluma nasıl zararlar vereceğini şöyle dile getirmektedir.
“Makamın,
cahillere çirkinlik adına yaptığını yüz aslan hiç yapabilir mi?
Ayıbı
gizlidir; alet/fırsat bulunca, yılanı delikten ovaya koşar.
Cahil,
acı buyruk padişahı olunca bütün ova yılan ve akrep dolar.
Mal ve
makam elde eden, insan olmayan kişi kendisinin rezilliğini istemiş olur.
Ya
cimrilik eder, bağış vermez; ya da cömertlik eder, yersiz yere bağış yapar.”[9]
Yılanların,
akreplerin cirit attığı bir ortamda ne gücen kalır ne adalet! İnsan olmak,
insanca yaşamak her şeyden önce hak ve hukuka riayet etmeyi gerektirir. Haktan
hukuktan uzaklaşanlar eşekleşmiş demektir. Cenap Şehabettin de bu hususta şöyle
bir tespitte bulunur; “Eşeği mektep müdür yapan, dershanelerin ahıra
döndüğünden şikâyet etmemelidir.”
Bir
insanı sevmemiz nasıl ki ona ayrıcalık yapmayı gerektirmezse vicdan gereği
sevmediğimiz bir insana da haksızlık yapmayı gerektirmez. Kimliğinin dindar,
dinsiz, laik, demokrat vs. olması bir anlam ifade etmez. Yapılan kayırma,
torpil, haksız atmaysa tek kelimeyle zulümdür. Zalimin zulmünü ise ancak ateş
paklar.
Liyakatsizlerin
atanmaya başlandığı zamanlarda sadece kaba bir övgü, dalkavukluk ve yaranma
çabaları çoğalır. El ayak öpülür, yıkama yağlamalar çoğalır. Doğruluk ve
hakkaniyet önemli değildir.
Ehliyet
ve liyakat değil, alkışlayan bir dil gereklidir.
İnsanın
yozlaştığı her zaman diliminde bu gerçek kendisini gösterir. Bu yozlaşma insan kalitesinin
düşüşüyle alakalıdır. Öncesi, sonrası yoktur. Gericilik ve yobazlık değer
eksenli değil kimlik eksenli yaklaşımlarda saklıdır. Bu hususu Yusuf Has Hacip
şöyle dile getirir.
“Yakınlık
varsa eğer yaranmak için
Hani
doğru iş yapanlar Hak için”
Dalkavukluğun
prim yaptığı bir yerde liyakat başını alıp gider, arkasını dönmeden. Çünkü
övgüden hoşlanan kifayetsiz kişi doğruların söylenmesinden, eleştirilmekten
hoşlanmaz. Ebu Bekir gibi erdemli insan, yanlış yaptığında kendisini düzeltecek
insanların olmasından duyduğu memnuniyete inat, bir korku imparatorluğu
oluşturur. Birge kral Aliya İzzetbegoviç’in; “Her şeyden önce hangi parti veya
etnik kökenine ait olursa olsun nitelikli insanların önceliğini ilan edeceğiz.”
sözüne inat, yakınlara, soytarılara, dalkavuklara prim verilir.
Böyle
toplumlarda insanı düzeltecek erdemli, vakarlı, bilgili, entelektüel birikimli,
cesur insanlar yerine kişiliğini satanlar tercih edilir. Neyzen Tevfik bu
durumu şöyle özetler.
Asrın
yeni umdesi var hak kapanındır
Söz
haykıranın, mantık ise şarlatanındır
Geçmez
bir paye, kavuk sallamayınca
Kürsi-i
liyakat pezevenk, puşt olanındır
Adaletli
bir toplumun oluşması için kimliklerden ziyade değerlerin, ehliyetin,
liyakatin, bilgeliğin öne alınması gerekir. “At binenin, kılıç kuşananındır.
Her şey onu gereği gibi kullanmasını bilene yakışır.” atasözümüz aslında bu
hakikati veciz bir şekilde belirtmektedir. Latin özdeyişi ise olaya farklı bir
boyut katar. “Liyakatli kimselerin hükmettiği yerde herkes seve seve itaat
eder.”
Niçin?
Çünkü
halk bilir ki liyakat sahibi insan haksızlıktan kaçınır. İşinin gereğini yapar.
Kimsenin hakkını başkasına yedirtmez. Emevî yönetiminde büyük haksızlıklar
yapılırken Ömer bin Abdülaziz’in halk tarafından sevilir ve kabul görür.
Neden?
Adaletli
ve liyakatli olduğu için. Bir toplumda huzursuzluk, kaos, haksızlık, torpil,
adam kayırma cirit atıyorsa oranın yöneticisi liyakatini kaybetmiş demektir.
Aşka
adanan yürekler adaletin gölgesinde liyakat eksenli dürüst ve güvenilir
insanların iş başı yaptığı bir ortamı oluşturmaya çalışır. Aşın öncüsü Hz.
Muhammed (as) bize bunu emanet bıraktı.
[1] Sünen-i
Ebi Davud- c. 3 sf. 668 /Sahih-i Müslim ve Tercemesi- c. 6 sf. 18
[2] Sahih-i
Buhari Tercemesi ve şerhi c. 10 sf. 50
[3] İmam
Gazali- Yöneticilere Tavsiyeler- İlke Yayıncılık
[4] Sahih-
Buhari- c. 1 sf. 69
[5] William
Shakespeare-Venedik Taciri sf. 72
[6] Dr Öğr.
Görevlisi Ali Yılmaz: Hz. Muhammed’in Ehliyet ve Liyakat Merkezli
Görevlendirmeleri; Osman bin Talha örneği-İstem; Yıl 16 sayı 31 2018 s. 5
[7] Ebi
Davud c. 5 sf. 535
[8] Sahih-i
Müslim c. 6 sf. 18
[9]
Mevlana-Mesnevi- Akçağ yayınları sf. 508