İlkbaharın gelmesi yakındı, havaların dengesi kaybolmuş güneş bir çıkıyor bir kayboluyordu. Gece, eksi derecelerde donan camlar, sabahın güneşi ile eriyip buhar yapıyor, camdan dışarı görünmüyordu.
Hafta
sonu olduğu için o gün okul yoktu. Ahmet, sabah erkenden büyük bir heyecanla
uyandı. On beş yaşının verdiği hırs ve heyecanını; içinde en şiddetli bir
şekilde hissediyor, adeta yerinde duramıyordu. Kendinden iki yaş küçük arkadaşı Hasan ile mahallenin
köşesinde gizlice buluştular. Mahalledeki evlerin hepsi de gecekondu dedikleri
cinsten, tek katlı, kiremitten yapılmıştı. Evlerinin biraz yukarısından trenler
geçiyor, istasyonda çok uzak değildi. Buharlı trenlerin bıraktığı -yanmamış- kömürleri
toplayıp, sanayide demir işi yapan dükkânlara satıp, ilk paralarını kazanacaklardı.
Tren raylarının arasına dökülen kömürleri toplamanın tehlikeleri vardı elbette.
Aileleri bilse izin vermezdi. Bu yüzden gizlice kimseye haber vermeden koyuldular
yola.
Ahmet,
para kazanmayı çok istiyordu çünkü kimsenin ona acımasını istemiyordu. Öğretmenlerin,
faaliyetler için para topladığında, fakirliğinden dolayı, onu hariç tutması,
onda silinmesi güç izler bırakıyordu. Babasını üç yaşında kaybetmişti.
Annesinin aldığı dul ve yetim aylığı tek gelirleriydi. İki ablası ile birlikte
yaşam mücadelesi veriyorlardı. Ahmet, durumlarının iyi olmadığını biliyordu
ancak onlara yardım edenlerin acıyan acımasızlıklarından hiç hoşlanmıyordu. Bir
an önce büyümek için, çocukluğunu ve gençliğini yaşamadan es geçmeye razıydı.
İstasyona
vardıklarında, kendilerinden yaşça büyük, bu işin müdavimleri olan başka
çocuklarda gelmişti, kömür toplamak için. Ahmet ve Hasan’ı oradan uzaklaştırmak
istediler. Aralarında itişmeler başlayınca istasyon görevlilerinden birinin müdahale
etmesi sonucu, istemeden de olsa trenin boşalttığı kömürü, onlarla paylaşmak
zorunda kaldılar.
Ahmet
ve Hasan, torbaya doldurdukları kömürü, acemiliklerinden dolayı kurnaz geçinen
bir esnafa yarı fiyatına sattılar. Kazandıkları parayı ikiye bölerek paylaştılar.
Sırılsıklam olan elbiselerini değiştirip, çarşıda buluşup, sinemaya gideceklerdi.
Sinema da, çok sevdikleri gazozu yudumlamanın hayalini kurarak evlerinin yolunu
tuttular.
Ahmet,
ablalarına ve annesine görünmeden; gizlice içeri girip üzerini değiştirdi. Tam dışarı
çıkacakken, mutfakta yemek hazırlayan annesini gördü. Annesi, onu fark etmemişti
ve kendi kendine söyleniyordu: “Her gün aynı şeyleri yemekten bıktı çocuklar. Acaba
ne yapsam?” Dediğini duyunca bir an durakladı ve derin bir düşünceye daldı. Evin
tek erkek çocuğu olduğu gerçeğini tekrar hatırlamak zorunda kalmıştı.
Omuzlarına bu yaşta yüklenen yükü taşımak zorundaydı, istemese de…
Ahmet,
kendini bu düşüncelerle attı dışarı. Artık soğuk havanın ona etkisi kalmamıştı.
İçinde bir volkan kaynıyor gibiydi. Arkadaşı Hasan’la buluşmaktan vazgeçti. Bakkala
gitti ve cebindeki parayı son kuruşuna kadar harcadı. Eve, yitecek erzaklar la
birlikte geri döndü.
Annesi,
mutfakta onu elindeki dolu poşetlerle görünce önce çok korktu: “Bunlarda
nereden çıktı, yoksa çaldın mı? Aman Allah’ım, hemen götür geri ver!” Dedi.
Ahmet, parayı nereden kazandığını anlattı. Annesinin gözleri doldu ve bir daha
bunu yapmaması gerektiğini, tehlikelerini örneklerle anlatsa da oğlunun bu
yaptıklarıyla bir yönüyle de gurur duymuştu…
Ailesinin rızası olmasa da, Ahmet okuldan fırsat
buldukça kömür toplamaya devam etti ancak çoğu zaman kendinden yaşça büyük
abileri onu oradan uzaklaştırıyor trenin bıraktığı kömürleri kimseyle paylaşmak
istemiyorlardı.
Yaklaşık
bir ay sonra, güneş artık yüzünü göstermeye başlamış, bahar gelmişti. Sıklıkla
yağan bahar yağmurları karları eritiyor, yollar çamurdan geçilmiyordu.
O
yıllarda, Avrupa ülkeleri, ülkemizden salyangoz ihraç etmeye başlamıştı. Mahallenin
delikanlıları ve işi gücü olmayan adamlar, her yağmur yağdığında ortaya çıkan salyangozları
toplayıp, çarşıdaki tüccarlara satıyorlardı. Kömür işinden yeterince para
kazanamayan Ahmet ve Hasan’da para kazanmak için; bağların, bahçelerin arasında
gördükleri salyangozları toplamaya gittiler. Önce hafif hafif yağan yağmur
birden bire hızlandı ve dur durak bilmeden yağmaya devam etti. Ahmet ve Hasan, yağmura
aldırış etmese de dönecekleri çaya sel gelmiş, dönüş yolları kapanmıştı. Bunu
fark ettiklerinde artık geri dönemeyeceklerini anladılar. İlerde dumanı tüten
bir kulübenin olduğunu fark edip oraya sığınmak için gittiler. Orada, bol
miktarda salyangoz toplamış, ısınmak için ateş yakmış abilerinin yanına girip
ısınmaya başladılar.
Ahmet
ve Hasan, ateşin başında; ellerini, ayaklarını
ısıtıyor bir yandan da kıyafetlerini kurutmaya çalışıyorlardı. Ahmet bir
hayırseverin ona bayramda aldığı ceketini, ateşe biraz fazla yaklaştırmış
olacak ki ceketin astarı bir anda alev aldı. Yanan ceketi fark eder etmez
dışarda birikmiş suya basarak söndürse de ceket artık kullanılmayacak hale gelmişti.
Yağmur,
biraz hafifledikten sonra; onlara yardımcı olan abileri, ısınma ve barınma
kirası diyerek topladıkları salyangozları ellerinden zorla alarak oradan
uzaklaştılar. Para kazanmak için çıktıkları bu işte çektikleri eziyetin
karşılığında para kazanmak şöyle dursun birde Ahmet’in en çok sevdiği ceket yandı.
Ellerindeki salyangozları da kaptırdılar. İyice yorulan, “acıkan” Hasan ve
Ahmet, eve gitmek için çayın kenarına geldi. Çaydaki sel azalsa da yine de
onlar için çok fazla ve tehlikeliydi.
Çaya
devrilmiş bir kavak ağacının üzerinden yürüyerek karşıya geçmekten başka
çareleri yoktu. Ahmet, dikkatli bir şekilde karşıya geçmeyi başardı ama Hasan, düşme
korkusundan karşıya geçemedi. Ahmet’in verdiği onca cesarette işe yaramamıştı.
Ahmet’le
Hasan uzaktan akrabaydılar. Aynı zamanda çokta iyi arkadaş… Ahmet onu bırakıp
gidemezdi elbette. Kütük üzerinden tekrar Hasan’ın olduğu tarafa geçti. Ona
verdiği talimat ve cesaretle, Hasan’ın karşıya geçmesini sağladı. Sıra kendine
gelmişti. Ahmet, biraz acele edeyim derken dengesini kaybetti ve bir anda suya
düştü. Su çok kuvvetli akıyordu. Yüzme biliyordu ancak akan suda bunun bir işe
yaramadığı belliydi. Sel suyu Ahmet’i götürmeye başladı. Hasan, ne yapacağını
bilmiyordu. “Yardım edin!” Diye bağırdı ama etrafta onu duyacak kimse yoktu.
Ahmet
bir süre sürüklendikten sonra suyun kıvrıldığı bir bölgede, selin getirdiği
ağaç parçalarına tutunarak sudan çıkmayı başardı. Hasan, Ahmet’e ağlayarak
sarıldı; yaşadığı korkuyu ancak bu şekilde atlatabilmişti.
Tüm
bu yaşananlardan sonra evin yolunu tuttular. Hava iyiden iyiye kararmıştı.
Aileleri onlar için endişelenmeye çoktan başlamışlardı bile. Bu endişeli
bekleyiş, onların eve dönmesi ile sona erdi.
İkisi
de o günden sonra hasta oldular ve tam bir hafta yataktan kalkamadılar. Bu
yaşadıkları sıkıntı, onları durdurmaya normalde yetmezdi ancak salyangozların,
canlı canlı kaynamış suya atılıp, kabuklarından çıkarılarak pişirildiğini
öğrenen Ahmet ve Hasan, ne kadar ihtiyaçları olursa olsun bir daha asla
salyangoz toplayıp satmamaya karar verdiler. Temiz ve helal para kazanmak
isterken kirlenmek istemediler.
Aileleri
ve kendileri için yapacakları en doğru şeyin, okumak olduğuna kavrar verdiler.